Sıcak Külleri
Kaldı’da Ülkü’nün oğlu Umut polis tarafından bir hücre evi baskınında öldürülmüştür.
Yazarın terazisinin bir kefesinde sevimsiz, uzlaşmaz, duygusuz, kul, kullanılan
devrimciler ve onların tarikatlara benzeyen örgütleri ötekinde ise Umut’u
öldüren devlet kurumu vardır. Yazar romanında bu dengeyi yeterli görmüştür.
Fakat Erguvan Kapısı’nda dengeler büsbütün değişir. Önce Umut’un polis
tarafından öldürülmediği anlaşılır ve yazar, kara çaldığı devlet kurumunu aklar;
Umut, örgütün kendi iç hesaplaşmasının sonucu kurban edilmiştir. Yazarın
sağduyu terazisindeki kefenin biri kesinkes boşalmışken diğer kefe yeni
olaylarla ağırlaşmaya başlar. O kadar ki örgüt üyesi Kerem Ali’nin tek hoş yanı
yakışıklılığıdır ve diğer hiçbir özelliği sevimli değildir. Yazarın işaret
ettiği üzere ölüm oruçlarının yapıldığı mahallede, Küçük Armutlu’da yaşar. Derin,
Kerem Ali’den etkilenerek mahalleye gidip gelmeye başlar, bir süre sonra da
mahalleye taşınır. Onun mahalleye yerleşmesi, romanın mahalledeki örgüte ve
devrimcilere odaklanmasını sağlar. Fakat olaylar hep tek yönlü bir gelişim
içerisindedir. Çeteye, tarikata benzetilen ölüm mangaları, kurbanlar
yetiştiren, ‘Allah’ın belası’ diye nitelenen örgüt, diğer insanları sınırsız
bir şekilde kullanır ve kendini bu sayede var eder. Yazarın bu tek boyutlu
eleştirileri, yazarlık sağduyusunu, sanatını rafa kaldırarak örgüt özelinde
devrimcilere yönelik birçok yakıştırması edebiyatı aşar.
Yazarın
Erguvan Kapısı romanında öfkesini gizleyemediği bazı bölümler vardır ki yazar
buralarda roman yazdığını sanki unutur. Örneğin Kerem Ali, yaşadığı Küçük
Armutlu mahallesini şöyle anlatır: “Eski demir parçalarından, somyalardan, kapı
kanatlarından, otomobil şasisinden imal edilmiş hurdacı deposunu andıran
barikatların arasında, henüz yürümeye başlamış bebeler, polis taşlama oynarlar.
Aşağıda, iki tepe asındaki, yazın toz, kışın çamur alanda, top koşturulmadığı
zaman intifada provası yapılır.” (s.224) Yine Kerem Ali kendi kahvelerinin ‘esrar
koktuğunu’ (s. 234) söyler ve sürdürür, “Kokuları bir de: ıtır, iğde, hanımeli,
katırtırnağı, gübre, saman, çürümüş meyve, yanık yağ, egzoz gazı, taze somun,
çöp, hayvan leşi…” (s.235) Yazarın Boğaz’a bakan mahalleyi, mahallenin devrimci
delikanlısı Kerem Ali’nin ağzından şu sözleri söyletmesi ise gülünçtür: “Sonra,
işe yaradıkları için değil, köyün, kırsalın parçası olduğu için beslenen uyuz,
sıska eşekleri, balıksız kalmış denizden kopup çöp ziyafetine tepelere koşan
martıları, meraklıların yetiştirdiği güvercinleri, tavukları.” (s.235)
Yazarın
Alyoşa’ya söylettiği “Çağın değiştiğini görmek, değişime uymak zorundayız”
tümcesindeki ‘yeni çağ’ kavramı, yaratılmış birçok değerin enikonu
sorgulanmadan yok sayılmasıyla somutlaşır. Buna karşın Postmodernizmin
dillendirdiği özgürlüğün özellikle öne çıkan türü kadın-erkek ilişkilerinde
görülür. Hangi kadınla erkek duygusal ya da düşünsel olarak birbirlerine biraz
olsun yaklaşırlarsa roman bitmeden sevişmeleri beklenir. Sıcak Külleri Kaldı
romanında ‘umut ve masumiyet çağı’nda devrimcilik yapmış Ülkü’nün derin
devletin önemli adamı Arın Murat’la uzun aralıklarla ama her görüşmelerinde sevişmelerinde
aşktan çok tutku vardır. Peki ya Erguvan Kapısı’ndaki ilişkiler? Kocasını
gerillaya uğurlamış ve sonra ona olan bağlılığından dolayı ölüm orucuna girecek
olan mahalle sakinlerinden Güldalı’nın kocasıyla yaşadıkları cinselliği Derin’e
anlatması?
“Peki, güzel sevişir miydiniz
Güldalı? Hani şöyle dolu dolu…”
“Güzel sevişmeden, bedenin
yataktan uçmadan, kafan bulutlanmadan aşk olur mu hiç? Tabii güzel sevişirdik,
utanma, sakınma bilmeden. Bir buluştuk mu ayrılamazdık.” [1]
Güldalı
Derin’e cinsel yaşamını anlatınca o da ona sorar. Derin ise kıkırdayıp, kırıtıp
suskunlukla soruyu geçiştirir. Öyle ki Kerem Ali geç saatlerde onun evine
yalnızca örgütsel çalışma amacıyla gelmemiş, aralarında duygusal, gizil bir
çekim oluşmuş ve beklendiği gibi sevişmişlerdir. Fakat, aynı Derin’in sevişmek
istedikleri listesinde başka kimler vardır?
“Yakışıklı, güçlü bedeni,
sevişmelerimizin sıcak anısı hâlâ etkileyiciydi, ama Güldalı’nın Hüseyin’ine
olan tutkulu aşkını kendi şiirli diliyle anlatmasını dinlerken, bazen kendimden
bile utanarak, Kerem Ali ile sevişmelerimizi değil, Teo ile, Turgut Ersin’le
sevişmenin nasıl olacağını düşünüyordum.”[2]
Sapkın
cinsellikleriyle var olan romanın dört ana karakterinin uzlaştıkları tek nokta
cinsel güdüleridir. Derin’in annesinin psikologuyla beraber olmasında, Ülkü’nün
Teo’yla karşılaşır karşılaşmaz cinsel çekime kapılması ve birlikte olmalarında
aşkın kırıntısı bile yoktur ve salt cinsellikle ilgilidir. (s.193-195) Ki, aynı
evde oturdukları sürece sevişmeye devam etseler bile aralarında duygusal bir
altyapı oluşmayacaktır. Bir çeşit enseste dönen ilişkilerindeki her sevişme
anında Teo’nun ona “anne” ve “orospu” demesi Ülkü’yü isteklendirir. Teo’nun
Ülkü’ye böyle seslenmesinin nedeni, annesini çıplak bir halde düşününce
uyarılan cinsel sapkınlığıdır. Teo’nun annesi, kocasını genç bir çocukla
aldatmış ve Teo da bu sahneyi görüp etkilenmiştir.
İstanbul’a
aradığı Erguvan Kapısı’nı bulmak için gelen Teo’yla Ülkü’nün, Derin’in ise önce
Kerem Ali’yle sonra da Turgut Ersin’le yaşadığı ilişkileri neresinden
değerlendirebiliriz? Oya Baydar’ın romanlarında cinsellik, aşk ya da duygusal çekimden
çok uzakta, bedenin sevişme sırasında duyacağı haz düşünerek kurulmuştur.
Erguvan
Kapısı’nın ağırlık sorunlarından birini oluşturan ‘ölüm orucu’ da yazar
tarafından hepten kötülenmiş bir eylem biçimidir; ancak yazar, burada da
sağduyudan kopmuş ve bir denge aramaktan, okuyucuya sağduyulu yaklaşmaktan kaçınmış,
dahası tarihsellikten de kopmuş, eylemin nedenlerini kendi çıkarımlarına göre
değerlendirmiş ve her yönüyle anlamsız ve amaçsızlaştırmıştır ki bu da yazarın
kendi dünya görüşünün, yaşam biçiminin ve elbette yaşam öyküsünün bir sonucu
olsa gerek. Yazarın yaşam biçimi her ne olursa olsun, insanların canlarından
oldukları bir ‘tarihsel gerçek’ karşısında bu kadar pervasız davranması,
egemenlerin ‘şehitlik, kurbanlık, kör inanç’ deyimlerine sığınması 12 Eylül’ün
bir uzantısı olarak düşünülemez mi?
***
Darbe ve
Erguvan Kapısı romanlarındaki Ernestolara dönüp baktığımızda bu az gelişmiş çok
sömürülmüş ülkemizin yazarlarının tutumundaki farklılık birbirinden taban
tabana zıt iki bakış açısıyla yazılmıştır. Erdal Öz’ün Ernesto öyküsünde
çizdiği genç gazeteci yazar, Ernesto’nun tüm karşı çıkışlarını, isyanlarını
nasıl göreceli bir özgürlük zırhıyla geri çevirmiş ve kendi amaçları
doğrultusunda onun yaşamını olmadığı biçimlere sokarak sanatsal yaratıya
dönüştürmüşse Oya Baydar’da da benzer bir tutum söz konusudur. 12 Eylül dönemi yazarlarımızın
genel görüntüsü içinde sıkça rastlanan, aşırı ve aşınmış anlatı, özgünlükten
bir hayli uzaklaşmakla beraber özgürlüğe de aynı pencereden bakıldığında
tartışmaya açıktır. Bekir Yıldız’ın tutumunda ise bir sorun vardır ve o sorun
geçmişte yaratılan değerlerin bir tarafça hepten alaşağı edilmek istenmesine
karşın öteki tarafın onları bırakmak istememesine dayanır. Yazar bu
yaklaşımıyla özgün olmakla beraber aynı pencereden bakıldığında özgür
görünmektedir ve 12 Eylül dönemi yazarlarının konuya yaklaşımlarındaki genel basmakalıba
sıcak yaklaşmamış, değersizleştirilen değerler egemenliğine çoğu kez
başkaldırmıştır.
Darbe ve
Erguvan Kapısı romanlarında benzer bir motif olan iki erkek arasında kalmış
kadınların dünyayı algılamalarında bile yazarların sanatlarına biçtikleri
roller vardır. Narin ve Derin kendilerini karakter olarak var edecek
özelliklere sahiptirler ama roman süresince yaşadıkları ve yaşadıklarıyla
hesaplaşmaları, vardıkları nokta Modernle Postmodernin uç boylarıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder