Cinayetin suç ortağı sensin


1944 yapımı Double Indemnity (Çifte Tazminat) Hollywood’a özgü tam bir kara film (Fr. film-noir) örneği. Gerek Fred MacMurray’ın canlandırdığı Neff, gerekse Barbara Stanwyck’ın canlandırdığı Phyllis’i filmin sonuna kadar kişisel hırslarıyla görürüz. Olayların giderek düğümleneceği sinsi tohumları, becerikli sigorta satıcısı Neff’in aklına Phyllis eker. Neff’i kadınlığıyla etkilemeyi başaran Phyllis, üstü kapalı bir biçimde kocasını öldürtme düşüncesini açar. Erkeğin kısa süren direnci karşısında ekilen tohumlar çok geçmeden filizlenir, planlaşır.
Her ne kadar dehşet verici dursa bile günümüz için sıradan gelebilecek öykünün heyecanı – henüz filmin başında Neff’in her şeyi itiraf etmesine karşın - hiç azalmıyor; çünkü izleyici bir türlü ipin ucunu yakalayamıyor.



Geriye dönüşlerle şimdiye doğru yaklaşan olaylar Edward G. Robinson’un canlandırdığı kuşkucu, külyutmaz talep yöneticisi Keyes tarafından zaman zaman sarpa sararken kendimizi Neff’e yakın hissederiz ki elimizden gelse koltuğumuzdan kalkıp yardım edeceğizdir. Masum bir adamı öldürmesini görmezden gelip vicdanımızdan özel bir çeşit af üretiriz. Her şeyin tanığıyızdır, yine de olabilir, diye düşünürüz, evet, olabilir, kahramanın pek de günahı yok, olayların doğal sonucu. On bir yıldır sütten çıkma ak kaşık gibi çalışmış, şirket yönetimine kendini kanıtlamış ve yalnızca bir seferliğine yoldan çıkmıştır. Neff’e kıyamayız. Tüm saflığını şeytani güzellikteki bir kadın yüzünden yerle bir ettiğini hafifletici neden olarak görür, tezgâhladığı ve uyguladığı akıl almaz suçun peşinden yakayı ele vermesini istemeyiz. Aldatılmış ve aldanmıştır o.




Yaşlı kocasından kurtulmak, kurtulurken de önemli bir servete konmak isteyen Phyllis’i asla onaylamasak da çizdiği dehşetli senaryoyla sigortadan elde edilecek serveti ikiye katlayan kurnaz Neff’i de tamamen hoş göremeyiz. Kötülüğün defalarca paylaşıldığına tanık oluruz; gelgelelim suçun öyle ustaca kurgulanıp gerçekleştirilir ki mecburen baştaki düşüncelerimizi, değişmez erdemlerimizi öteleriz. Mademki tanıktık ve her şeye karşın Neff’le aramızda duygusal bir yakınlık oluşmuştu ve bu nedenle yakayı kurtarmasını arzuluyorduk, o zaman suça ortaktık. Seyirciyi suça katmak. Bu da günümüz kara film yapımları için bile zor yakalanacak, yönetmen koltuğundaki Billy Wilder içinse abartılmayacak, bir başarı demek. 

Küçük Günahlar bizi bize anlatıyor




Filmin başında Melik’i (Berke Üzrek) kapısında buluveren İsmet’in (Macit Koper) bu garip karşılaşmayı normalleştirme isteğiyle kendinden söz ettiğini görürüz. Abisinin cenazesine gitmediğini söyler İsmet; ancak abisi vicdanı olduğu için onu affetmiştir. Filmin başındaki bu günahı, “abisinin cenazesine katılmamayı” yönetmen Rıza Kıraç, yüreğinize öyle bir yer saplıyor ki ancak kısık sesle “neden?” diye soruyor, ancak şimdilik yanıt alamıyorsunuz.



Evsiz barksızın tekidir Melik. Yaşıtlarının para kazandığını, evlendiğini, çoluk çocuğa karıştığını bilir bilmesine de… Ancak Melik başka türlü biridir, o taraklarda bezi yoktur. Yer içer, gecesini bir kadınla geçirebilirse geçirir… Günübirlik bu yaşamı içersinde yarım yamalak bir işte çalışır. Patronu Nazan – Melik’e ilgi duyar – onun çok yetenekli olduğunu bilir ama vurdumduymaz hallerine anlam veremez. Bu vurdumduymaz haller yalnız peşine düşecek kadar ilgisini çeken esmer bir kıza kadar sürer.

Yalnız o kız, yani Şilan (Esra Ruşan) farklıdır. Melik’in gecelerini renklendiren kadınlara pek benzemez. Makyaj yapmaz en azından ve gösterişli şeyler de giymez, sokaktayken üzerinde hep o kahverengi montu görürüz örneğin. Peşine düşen Melik’in farkına vardığında ürker. Hayır, bu tavrı, bir kadının peşine herhangi bir erkeğin takılmasından duyulan korkulu tavırdan çok başkadır. İşin içinde başka bir giz vardır.



Şilan duvarlarında insan hakları ihlallerine dair gazete kesiklerinden muhalif olduğunu anladığımız bir gazetede çalışmaktadır. Birkaç kere polis tarafından gözaltına alınır Şilan. Bunlarda serbest kalır. Zaten dikkatlidir Şilan. Örgütle bağlantısı vardır, örgütten notlar, talimatlar alır, görüşmeler yapar. Hatta bu görüşmelerin birinde öldüğü sanılan Cafer’le de görüşür. Anlarız ki Cafer filmin merak unsurlarının başındadır ve tekrar ortaya çıkışı filmin belki de düğümünü çözecektir.

Aklında böylesi bir tutkuyu barındıran Şilan’ın genç kadın bedeninde kimin tutkusu vardır peki? Melik peşinde dolanıp dururken hiç mi ilgi duymaz? Şilan bir şaire aşıktır. Hatta şairden çok onun şiirine aşıktır. O şiirler onu anlatır çünkü. Şairi kıskanç bir arzuyla, kitapçılardan kitaplarını çalacak kadar sever. 

Film öyküsünü ilmik ilmik örerek ilerlerken kendinizi kaptırıveriyorsunuz akışa. Ve o sular, sizi Türkiye’nin hep örtmeye, gizlemeye çalıştığı öteki yüzünü gösterdiğinde bu çok bilinen, ama anlatılmayan, söz açıldığında hep susturulan öykünün bizi ne kadar yalın ve aracısız anlattığını görürüz.



Memleketin bugününe, günün yakıcı sorununa olabildiğince değinmeye çalışan filmin sonlarına doğru İsmet’i hiç affetmediği abisinin evinde, dünün küçük sorunlarını anlatırken buluruz. Gözyaşlarına egemen olamayan İsmet’in  (Macit Koper’in buradaki oyunculuğu gerçekten olağanüstü) aslında o küçük sorunların hesaplaşmasını ancak şimdi – iş işten geçtikten sonra – yapmaya çalıştığına tanıklık ederiz. Dünün solcusu, bugünün entelektüeli, şair İsmet, tam darbe arifesinde bir ihbarla gözaltına alınmış ve işler çetrefilleşmiştir. İşte o küçük günahların İsmet’in vicdanında ufak ufak boy atıp nasıl vicdanlara sığamayacak kadar büyük günahlara, kangren olmuş yaralara dönüştüğünü ve İsmet özelinde vicdan muhasebesi yaptırılanın aslında bizzat kendimiz olduğunu acıyla fark ederiz. 

Lars Von Trier kadın düşmanı mı?



Lars Von Trier’in Antichrist filmini (2009) ilk elden ve ivedice “kadın düşmanlığı” üzerine kurduğunu rahatlıkla düşünebiliriz. Zira filmin kışkırtıcı derecede sertliği, yönetmenin yaşamındaki özel dönemle ilişkilendirilince ve bunu sağda solda çıkan yazılarla, haberlerle harmanlarsanız, “Evet, Antichrist  kadın düşmanı bir film” demek son derece kolay olur. Zira 62. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi Haneke’ye kaptırması belki sürpriz değildi, hatta abartılı da sayılmazdı; ancak Antichrist'in ekümenik jüri tarafından “Dünyanın en kadın düşmanı filmi” gibi bir anti-ödülle anılması (filmin başrol oyuncusu Charlotte Gainsbourg’a en iyi kadın oyuncu verilmesiyle tezat oluşturuyor) gerçek bir felakettir.



Lars Von Trier’in bir gazetecinin sorusunu yanıtlarken İsrail’i eleştirmek için Sadece adamı (Hitler’i) anladığımı söylüyorum. O kadar iyi bir herif değil ama onu çok anlıyor ve ona biraz da sempati duyuyorum” demesi, devamında da Nazilerin estetik anlayışıyla ilgili “Hitler’in mimarı Albert Speer’i çok seviyorum, Tanrı’nın yarattığı en iyi kişilerden biri değil belki ama o güzel yeteneğini Nazi rejimi sırasında kendisini ifade etmek için kullanabildi” deyip sonrasından “Tamam ben bir Naziyim" çıkışı Trier’e yeni başlayanları şaşırtabilir de ürkütebilir de. Bir süre sonra “Eğer bu sabah sarf ettiğim sözler birilerini incittiyse, hakikaten özür dilerim, ben ne bir Yahudi düşmanıyım, ne bir ırkçı, ne de bir Nazi” diye yazılı açıklama yapması ortalığı durultmaya yetmeyecek; sevimsiz, itici ve (olağanüstü toplantıyla Cannes’dan atılabilecek kadar) istenmeyen adam  haline gelmesini engelleyemeyecekti. Gelgelelim Trier’in bu farklılığı onun sinemasını izleyicilerin gözünde daha dikkate değer ve ilgi çekici hale getirmekten başka neye yaradı? "Benim işim tahrik etmek çünkü bu şekilde iyi film yaparsınız" demesiyle bu çıkışlarının sinemasına kattıklarının sır olmadığı açık.



Antichrist’e ve kadın düşmanlığı sorununa dönersek, filmde kadın olgusuna dönük herhangi bir saldırı ya da düşmanlıktan bahsetmek ancak niyet okumakla varılabilecek kolay sonuçtur. Kadın karakterin kocasına (Willem Dafoe) dönük kışkırtıcı derecede nefreti (ya da sevgisi) dışında bu yargıyı hangi temele oturtabiliriz merak ediyorum. Trier’in yaptığıysa kadın-cadı dönüşümünü ve kadın katliamını tanımlamaktadır ki bu arada olanca sorumluluğuyla deccal olarak erkeği işaret etmektir ve filmin belleğimize kazınan son sahnesinin alt anlamında da bu yatar. Kadınla cinsel ilişkiye giren erkek üsttedir ve toprağın altı kadın ölüleriyle doludur. Üstelik filmin en başından itibaren psikolog kocanın (aynı zamanda babanın) acı çeken karısının aksine aşırı metanetli, soğukkanlı duruşu ve acıyla arasına duvar örmüş mantığı ve filmin ilerleyen bölümlerinde kadının ilaçlarını kestirmesi ve peşi sıra yaşananlar göz önüne alındığında yaşananların sorumluluğu erkeğin omuzlarına biner.



Elbette filmi hepten erotik, hatta pornografik olarak kabul edenlere sinemadan, sanattan ne anladıklarını sormak isterim. Hadım edilmemişse eğer erkek ve kadın ve dünya nüfusu dayanmışsa yedi milyar insana ve sanatın en basit tanımsal yorumlarından biri yaşamın kullanılan malzemeyle esere dönüştürülmesiyse tartışılacak olanın filmin niteliği değil, bu kişilerin sanat bilinci olduğunu düşünüyorum.


Filmin sersemletici yanlarından biri de alt metinlerde gizlenen anlamlar. Bir karşılaştırma duyumsanır ki Trier bunda Nick’le İsa’yı eşleştirmiştir. Çiftin tek çocuğu Nick’in milyonlarca sperm arasından üstün geleni olduğunu, ama öldüğünü ve bu yüzden çiftin hayatının kâbusa döndüğünü hemen düşündüğümüz gibi İsa’nın milyonlarca insanı doğru yola getirmek için yollandığını, ama öldürüldüğünü ve bu yüzden Deccal’in egemenliğinin geçerli olduğunu pekâlâ biliriz. İki günahsız, iki harcanmıştır Nick ile İsa ve onların ölümünden sorumlu olanların elbette yüzleri gülmeyecektir. Peki ya ceylan, tilki ve karganın görünmeleri? Elbette anlamsız değil. Bebek İsa’nın doğumunu kutlamaya gelen üç kral yerine Deccal’in olumsuzlaştırıcı üç dilenci simgesi yas, acı ve umutsuzluk geçiyor, Antichrist’te. Bu alt anlamdan da Deccal’in kadın değil erkek olduğunu görüyoruz; öyle ki film boyunca bu üç hayvana kadın hiç tanıklık etmiyor. 


Başka Bir Dünya




Son zamanlarda öteleyerek, türlü bahaneler uydurarak, gözümün önünden kaldırarak okunmasını geciktirdiğim kitapları okumaya çalışıyorum. Bahanelerimi düşündükçe pişmanlık duyduğum da olmuyor değil. Nasıl olmasın, öyle kitapları ötelemiş ya da kitaplığımın görünmez köşelerine, izbelerine sokuşturmuşum ki…

Russell Banks’in Başka Bir Dünya (Dost Kitabevi Yayınları, 2000) kitabının adı da, kapağı da bu denli çekiciyken neden ona da aynı muameleyi çektiğimi hatırlamıyorum bile. Belli ki kurunun yanında tutuşmayı bekleyen talihsizlerdendi.

Gel gör ki üç dört gün önce elime alıp –Amin Maalouf’un Uzaktan Aşk’ını henüz bitirmiştim ve bu kitabın havasından çıkmayı bir süreliğine istemiyordum- gelişigüzel karıştırdıktan, arka kapağını okuyup önündeki özenli resmi dikkatlice inceledikten sonra kıyıya vuran bir batıktan çıkarılmış hazine iştahıyla abandım satırlara. İlk cümlenin, ilk paragrafın tadı gerçekten doyumsuzdu:

“Bir köpekti – gördüğüm şey kesinlikle bir köpekti. Ya da gördüğümü sandığım. O sırada oldukça yoğun kar yağışı vardı ve kar yağarken hiç olmayan ya da tam olarak var olmayan şeyler görebilirsiniz ama olan bazı şeyleri de gözden kaçırabilirsiniz. Bu yüzden Tanrı’ya şükür, bir şeyi gerçekten de gördüğünüzde, eğer kafanız benimki gibi çalışıyorsa, ne olur ne olmaz diye, her ihtimale karşı tepki verirsiniz. Bu benim bir şoför olarak terbiyem ama aynı zamanda iki yetişkin erkek sahibi bir anne ve kötürüm bir kocanın eşi olarak mizacım. Bu sayede, yanılsam bile günah benden gitmiş olur en azından.” (Banks: 19)

İki yetişkin çocuğun annesi olan bu kadının – adı Dolores Driscoll’du - genç değildi, hatta geçkindi ve hem kötürüm bir kocanın karısı, hem de şoför olduğuna göre çalışkan olduğu kadar cefakârdı da. Okudukça öğreniyorduk ki kasabada bilinen, güvenilen biri olarak yıllardır okul servisinin şoförlüğünü yapıyordu.


Fakat 27 Ocak 1990 günü, karlı bir sabah onun kullandığı okul otobüsü yoldan çıkarak, feci bir kaza yapacak ve çok sayıda çocuk ölecektir. Tam bir facia! Çocukların boşluğu ailelerde asla doldurulamayacak yaralar açar elbette; ama işin içine sonraki bölümlerde ihmal davaları uzmanı, işinin piri bir avukat girer ve ölen çocukların ailelerinin kafasını çelmeye, yaşananın bir kaza olmadığını, hatta hiçbir zaman kaza diye bir şey olamayacağını, ciddi ihmaller sonucunda bu olayın yaşandığını sayar döker ve aileleri ikna etmeyi başarır. Giderek görürüz ki aileler günlük yaşamlarındaki maddi açmazlarını doldurmak için çocuklarının yokluğunu değerlendirme niyetlenirler. Kazada beli kırılan Nichole’nin ailesi de bunlardandır ve onların mazeretleri elbette daha anlaşılır türdendir. Çünkü Nichole’ün bakım isteyen yaşamı, her zaman madden güçlü olmalarını gerektirmektedir. Davaya inanmayan tek isimse kazada ikizlerini kaybeden Billy Ansel’dir.

Dava süreci, Nichole’ün davaya yaklaşımı yüzünden avukat Mitchell Stephens’in umduğu, planladığı biçimde ilerlemezken, şoför Dolores’in romanın sonlarına doğru içinden geçenlerse insanın içini acıtacak türdendir.

“Nichole Burnell, Bear Otto, Lamston’ların çocukları, Sean Walker, Jessica ile Mason Ansel, Atwater ve Bilodeau’ların çocukları, otobüste olan ve ölmüş olan ve ölmemiş olan çocuklar ve ben, Dolores Driscoll – biz tam anlamıyla yapayalnızdık, her birimiz. Yalnızlığımızın paylaşılmışlığı bile onun basit gerçekliğini değiştirmiyordu. Ve ölmemiş bile olsak, önemli ölçüde ölü sayılırdık, öyle ki bu durum beni artık hiç şaşırtmadığı ya da korkutmadığı için, artık karşı koymuyordum da.” (Banks :252)

Oysa insan hayatı uzun süren kördüğümleri kaldıramaz, bir şekilde düzlük arar, buna da mecburdur. Kazadan yedi sekiz ay sonra kasabada düzenlenen panayır eğlencesinde ikizlerini kaybeden, ancak davaya başından beri muhalif olan Billy Ansel’in dava sürecini hiç mi hiç takip etmeyen Dolores’e o süreçte yaşananları anlatmasıyla her şey aydınlanır. Suçlu inkar edilemeyecek biçimde Dolores’tir. Ama kazanın şoförü nedense kendini hafiflemiş hissetmektedir.

Jilet Sinan




Okumak istediğim kitaplardan liste yapmışlığım ve kitapçılara, sahaflara bu listelerle gitmişliğim çoktur. Ama insan -klasikler dışında- kendi yazarlarını böyle bulamaz. Aynı kitapçılara hiçbir bağlayıcım olmadan uğradığımda yeni yazarlar, bilinmedik eserler, farklı düşünceler peşinde saatler geçirdiğimi, adını sanını işitmediğim, kimsenin önermediği, belki entelektüel azınlık dışında kimseciklerin tanımadığı isimlerle evin yolunu tutardım.
Okuma hızım doğrultusunda kitaplığımın hızlı takviyelerle güçlendirilmesi gerekir, bazense yavaşlığıma koşut aylarca beni idare edecek kitabım hep halihazırda dururdu. Okuma açlığı… Bir çeşit beslenme. Sevdiği yemekleri yeniden tatmak isteyenlerin iştahıyla başucu eserlerimi yeniden okumuşluğum da az değildir doğrusu.
Kitaplığıma gireli çok uzun zaman olduğunu kestirebildiğim Jilet Sinan’ı nedense bugüne değin okumamış, sıkışık rafların genelde gerilerine itmiştim. Gelgelelim borç gibidir okunmamış kitap; kitapseveri rahatsız eder. Bir süre sonra mutlaka okunması gerekir. Böyle duygularla gerilere ittiğim, okunmamış kitaplarımı okumaya kararlıyım bugünlerde. Önce Şiir Erkök Yılmaz’ın Abdullah’ın Ablası’nı, şimdi de Gönül Kıvılcım’ın Jilet Sinan’ını okudum. Kırık yaşamlar, yoksulluk, bozuk düzenin bozuk sonuçları, insanlığımızın savruluşları…
Metin Kaçan’ı andım çokça, Jilet Sinan’ı okurken. Aynı yoğunlukta değildi belki, belki yazarın ilk romanı olmasındandı; gelgelelim şuramda buruk bir tat bırakmayı başarmıştı. Nasıl bırakmasın, hiç yol tutamamış ve besbelli ki tutamayacak yaşamların içgüdüsel bir çabayla bugüne tutunması… Çok etkileyici…

“Bokumuzu donduran soğuğa rağmen hepimizi ayakta tutan güç, bizi sokağa atanlardan alacağımız intikamın hesabı. Kimimiz tinere, kimimiz ineri ağzımıza sürenlere. Zehirli elmayı yedirmeseler hızlı viteste geçeriz hepsini. Hayat bilgisi dersinde toplarını attırır, ipi fazlalarımızla göğüsleriz: bir-iki jilet kesiği, sayısını unuttuğumuz karakol ziyaretleri, tecavüzün yırttığı anüslerimiz ve birikmiş uykusuz gecelerimiz.” (Kıvılcım 2002: 38)

Saçma sapan bir sokağa itilmedir Sinan’ın başına gelen. Terk edilmiştir. Baştan söylemeyişi yazarın, merakımızı diri tutturmak için. Okuyunca aklınıza çevrenizden, olmadı gazetelerden, televizyonlardan benzer örnekler geliveriyor. Benzerlikler arıyor, karşılaştırmalar yapıyorsunuz.

“Matematik – orta, fen – orta, Türkçe - orta; Jilet ne işe yarayacağını bilemediği ilkokul diplomasıyla bir koşu eve varıp kapıyı çaldığında ev bomboştu. Evdeki eşyalar, üvey annesi, dargınlıklar ve odalar dolusu yoksulluk çekip gitmişti. Babası üvey annesiyle üvey kardeşinin başına bu kez deniz manzaralı bir ev kondurmuştu. Komşuların anlattığına göre büyük oğluna yer yokmuş orada. Anasının ateşli hastalıklarla yok olduğu gibi o da el çekmeliymiş en iyisi bu dünyadan.
-          Baban gitti, dediler. Başının çaresine bak bundan böyle.” (Kıvılcım 2002: 99-100)

Her dünyanın zorluğu oralılara, her insanın derdi kendine kocaman gelir. Daha fenası yoktur. Öznelliği içinde doğrudur da. Özneler o derdi halletmeden huzur bulamıyorlarsa o dert elbette ki göreceli bir zorluk, dahası melanettir.
Gelgelelim sevginin gücü tüm zamanların kişilerinde olduğu gibi toplumla olan ilişkilerinin aksayan ritminde onların akciğerleri oluyor. Sevgiyle soluyabiliyor insan ancak. Sinan’ın Gül’ü de bu irinleşmiş dünyanın tazecik, kıpkırmızı çiçeği.

“Gül duruyor, gözlerimin ta içine bakıyor.
-          Burası İstanbul, Gül. Yalnız sen değilsin yolunu kaybeden, diyorum; ve oracıkta, Gül,    gece ve ben hiç ayrılmayacağız diye geçiriyorum içimden.
Yalvarıyorum:
-          Ödünç yeminler dünyası bu. Bir yemin et. Terk etmeyeceğim de.
Gül Susuyor.” (Kıvılcım 2002: 40)



            Roman ilerledikçe Sinan’ın Gül’e olan aşkı, bağlılığı artar ve ister ki Gül de aynı duyguları kendisi için beslesin; ama kötücül dünyalarının sonu belli Sinan’ını bilerek beslesin.

 “– İşte böyle Gül, dedi Jilet. Bizde haftanın yedi günü şeytanla pişti oynanır. Son elde bacağı çıkaramayan kalbini Azrail’e vermeye mecburdur. Onun için beni sevmeden kartlarına iyi bak!” (Kıvılcım 2002: 102)

Oysa hayatta kalmak zordur. Sokaklar özellikle geceleri çok tehlikelidir romanın bana kalırsa en başarılı yanı bu tehlikelerin anlatıldığı öykücüklerde saklıdır. Kanınızın donduğunu duyumsuyorsunuz. Bakıyorsunuz ki Jilet Sinan’ın başından geçen belalar, dertler sizinkilerden kaç kat büyük! Vicdanınız, dertlendiğiniz dertlerinizin sandığınız kadar büyük olmadığını size bildiriyor.

“– Boş ver, sen soru sorma, dinle, dedim. Bi akşamüzeri dev çınarların ve duvarların kuytusuna sığınarak yürüdüm. Kar kim bilir hangi kilisenin bağışı olduğunu unuttuğum kadife ceketimden içeri giriyordu. Ceketin yakasını kaldırmıştım. Kaldırıma yapışmış yerden bitme dilencinin önünden geçiyordum. Az ilerde sigarasının koruna baka baka ayın sonunu hesaplayan sebatkâr memur, yolun üstünde fosforlu çorabına yapışacak sinekleri bekleyen fahişe… Tedirgin adımlarla tenhalarına sığınacağım hayır duaları aradım. Tecavüz sokağın kanunudur Gül. Korkularım da arkadaşlardan işittiğim tecavüzlerin izleri… Neden kat kat pantolon giyeriz bilir misin? Oğlanların kokusunu on metreden alan köpek burunlulardan kaçabilelim diye. Pantolonun birini indirdiklerinde diğerini bulurlar altta. Fırsattan istifade tüyebilirsen ne mutlu. Ama bazen bir düzine pantolon giysen de bana mısın demezler! Bak işte! Açık kalmış bir apartman kapısından içeri soktuğum başıma siyah yün bereyi geçiriyorlar. Cebimdeki kelebeğe davranayım diyorum. Taak! Onlar benden önce çekiyorlar usturayı. İnlete inlete düzüyorlar sahanlıkta. Haftalarca tuvalete çıkamıyorum prensesim. Kim olduğunu biliyorum. Sesinden tanıyorum onu. Tuvalete oturunca nefesinin kokusu geliyor burnuma. Kanıyorum.” (Kıvılcım 2002: 102-103)

Bunca pisliğin, tehlikenin, çaresizliğin ve pek tabii umutsuzluğun kol gezdiği sokaklar uyuşukluk olmadan çekilir mi? Bellek ki durmaksızın hatırlatacak size o dehşet anlarını… Oysa en iyisi unutmaktan, yani tinerden geçer.

“– Soğuğun cilası. Keser hemen. İnsana tinerliyken herkes hayalmiş gibi gelir. Kimseyi takmazsın kafana. Yanından geçer giderler…” (Kıvılcım 2002: 50)

Böyle bir dünyada hiçbir ışık, hiçbir güzellik kök salmaz. İnançları da öyle görür Sinan. Kaybedilenler hepsi birden kaybedilmiştir. Dünyasını kaybeden inançlarını da kaybeder. İnanmaya değecek hiçbir şey tanımamaktadır.

Oysa ben böyle miydim ya, diye düşündü Jilet. Yaşamı merak ederdim. Akşamları birahanelerin taburelerine tüneyenlerden masalara sinek kolu kanadı kırık düşleri, sokağa çömelmiş lavanta satan Çingene’nin paketlediği aşk öykülerini, üçüncü sınıf otelin merdivenine tünemiş esrar çeken on sekizlik tazenin, bekâretini bozan otel müşterisinin hikâyesini… her şeyi, her boku merak ederdim. Şimdi uyuştum, değil merak etmek, nefes almayı unutucam nerdeyse.” (Kıvılcım 2002: 59)

Sonlara doğru bir aksiyon filminin hızına erişerek bitmesinden çok bende bıraktığı kırıklıklarla değer kazanıyor, roman. Öyle ya umutsuzluk da her duygu kadar koşullarla ilgili ve her duygu kadar koşulları içinde anlamlı. Gönül Kıvılcım’ın Jilet Sinan’ı horladığımız, görmezden geldiğimiz, yanı başımızdaki bu acımasız dünyaya tuttuğu aynayla değerli. 

Düşlerimiz dağılmıştı verandaya



















düşlerimiz dağılmış verandaya
kapıları açık bırakmışsın
her yanda rengârenk kanatları dünün

bir rüzgâr sert ve soğuk
o güleç yüzün hatırımda

mektuplarımız kızgın resimlerimiz üşüyor

topladım hepsini anıların

Yersiz yurtsuz





İnsanın varlığını oluşturan düşüncelere birtakım durumların, olayların, elbette mekânların özellikleri siner. Korunaklı, dört köşe dükkânlar, uçsuz bucaksız bozkırlar, halka açık bahçeler, heybetli caddeler, insana tenha sokaklar, sidik kokan, çöp kokan viraneler, yoksulluk taşan kondular, salaş meyhaneler, ışıklı vitrinler, teknolojik ürünlerle donatılmış mağazalar, özgürlükle sarmaş dolaş meydanlar, rengârenk ormanlar… İnsanın nerede bulunduğu, nasıl yaşadığı elbette önemlidir; ama insanın yaşamasına anlam katan nedenler sanırız hepsinden daha önemlidir. Bilinçli olarak mı oradadır kişi? Zorlanmış mıdır birilerince? Rastlantı sonucu mu oradadır? Oradaki insanlarla ne kadar kader ortaklığı yapmaktadır? Ortaklıkla paydaşlığın farkının farkında mıdır? Paylaşmakta mıdır yaşamı yoksa salt bir kavram olarak mı kalmıştır atalarımızın “bir elin nesi var, iki elin nesi var” sözü?

Kimi vatan kimi yurt demeyi seçer. Konuştuğum, anlaştığım dille düşünmeyi, açıklamayı sevdiğimden ben ikinci gruptanım. Vatan sözcüğünü kullananlara uzun boylu itirazım yok. Yakındığım nokta bu sözcükten türetilen sözcüklerin, bu sözcükle kurulan bazı tümcelerin aşırıya kaçtığını düşünmemden kaynaklı. Yoksa ben yurttaşlıktan da yurtseverlikten de mutluyum, varsın onlar vatandaş olsunlar, vatansever olsunlar.

 Bizi bir arada tutan yahut tutamayan kültürün nerede başlayıp nerede bittiği sorunu, ne denli tartışmalıysa ortaklığımız yahut paydaşlığımız da o denli tartışmalı. Kültür ortaklığımız kuramsal açıdan su götürmez gibi dursa bile uygulamada insanımızın kültür ortaklığı mı kültür paydaşlığı mı yaşadığı tartışmalıdır.

 Buradan hareketle yaşamımızı kitap, türünü de roman kabul edelim ve zihnimizde canlandıralım romandaki yerimizi. Biliriz ki bu yerler, kişilerin başlarından geçecekleri göstermek için yazar tarafından bilinçli seçilmişlerdir. Örneğin Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi romanındaki Anadolu Kulübü farklı toplumsal konumları bir araya getirmek için tasarlanmış bir yerken, Peyami Safa’nın Yalnızız romanındaki Simeranya bambaşka, masalsı, ütopik bir yerdir ve Samim’in sıkıldıkça kaçtığı kurtuluş yeridir. 

İnsanın yurdu kültürle var olur ya da yok olur. Her insan kimliğini yurdunda kazanır ya da kaybeder. Ortaklık ya da paydaşlıksa insanın kendini ne derece oralı, diğer bir deyişle o yurdun bireyi, yani yurttaş hissetmesiyle ilgilidir. Yeri gelir, 72. Koğuş’un Ahmet Kaptan’ı gibi yarınsız ve hesapsız bir dürüstlükle penceresiz koğuş bile yurdunuz olur, yeri gelir Doğu’nun Limanları’ndaki İsyan kadar yersiz yurtsuz kalabilirsiniz.

Yersiz yurtsuz yaşayan insanların bile beğenmedikleri; gelgelelim zaman tükettikleri, geceledikleri bir yer vardır. Her ne nedenle olursa olsun yaşamın ilerlediği bir yer, bir mekân mutlaka olacaktır; hiç yersiz, mekânsız yaşanır mı?

 Hangi mekânda olursa olsun bir insanın dünyamızda kaplayabileceği alan en fazla ne kadardır? Bunu fiziksel açıdan belirlemek oldukça kolay. Kollarınızı iki yana açmanız yeterli. Peki ya zihinsel açıdan? Okuduğu kitap sayısı, halk kütüphaneleri kullanıcı sayısı, yayımlanan eser sayısı pekâlâ ölçüt olabilir bize.

 

***

 

 UNESCO, DİE, Fransa Milli Eğitim Sendikası (SNE) gibi kurumların verilerine dayanılarak hazırlanan “Dünya Kültür ve Aydınlanma Haritası”na göre Japonya, İngiltere, İspanya, Rusya, Kazakistan gibi ülkelerde kitap üretimi ve dağılımı oranı % 53; İskandinav ülkeleri, Fransa, Almanya’da % 22,7; Çin, ABD, Kanada’da % 12,8; Latin Amerika ülkelerinde % 7,4; Orta Avrupa ve Balkan ülkelerinde % 1,9; Avustralya’da % 1,5; Kuzeydoğu Afrika hariç tüm kıtada % 1,3’ken Türkiye, Afganistan, Pakistan, Suriye, Mısır, Irak, İran, Yemen, Kuveyt, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerdeyse % 0,9.

 TÜİK’in 2013 verilerine baktığımızda bir başka şaşırtıcı tabloyla daha karşılaşıyoruz. Buna göre ilköğretimde 1998-1999 eğitim döneminde okullaşma oranı % 84,74’ten 2012-2013’te bu oran %98,86’ya çıkmış; ama okul sayısı 47365’ten 29269’a düşmüş. 18096 okul buharlaşmış. 4+4+4 eğitim sistemi kapsamında ayrılan ortaokulları topladığımızda bile (16987) hesap tutmuyor, 1109 okul eksik kalıyor.

   Oysa bu düşüşü TÜİK’in “Güvenlik birimine suça sürüklenme ile gelen veya getirilen çocuk sayısı” anketindeki yükselişle bağladığımızda çok acı bir tabloyla karşılaşıyoruz. Buna göre 2008’de güvenlik birimine suça sürüklenme ile gelen ve getirilen 62430 çocuk varken bu oran 2012’de 100831’e çıkıyor. Yani 4 yılda karakolla tanışan çocuk sayısı 38401 artıyor.

   TÜİK’in 1997 hükümlü tutuklu sayısı verileri de sersemletici. 1997’de 60843 olan toplam hükümlü ve tutuklu sayısı 2011’de 128253’e fırlayarak tam 67410 kişi artıyor.

  Fakat benzer artışları kültür verilerinde bulamıyoruz. TÜİK 1990’da halk kütüphaneleri kullanıcı sayısını 18748495 olarak belirlerken 2011’de bu sayı  18826715’te kalıyor. Artan nüfus, artan üniversite mezunu sayısı nedense bu sayıya yansımıyor.

   İnternette dolaşan başka istatistikleri de paylaşayım. Dünyada bir yılda ders kitapları dışında basılan kitap sayısında ABD 72000 ile zirvede yer alırken Almanya 65000, İngiltere 48000, Fransa 39000, Brezilya 13000 iken Türkiye yalnızca 6031’de kalıyor.

    Japonya’da bir yılda kişi başına ortalama 25 kitap, İsviçre’de 10 kitap, Fransa’da 7  kitap düşerken Türkiye'de ancak 6 kişiye 1 bir kitap düşüyor ve bu verilere göre Türkiye'de okuma alışkanlığına sahip olan kişi sayısı ancak 40 bin kişide kalıyor.

  7 milyon nüfuslu Azerbaycan’da bir kitap 100 bin tirajla basılırken bizde bu oran 2000-3000’i nadiren geçiyor.

  Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2011’de hazırladığı “Türkiye Okuma Kültürü Haritası”na göre, nüfusumuzun %30'u okuma yazma bilmiyor, düzenli kitap okuyanların oranı yalnızca %0.01.

 

  Yerlerde sürünen bunca veri zihinsel çapımızın küçüklüğünü, cahilliğimizin yüksekliğini göstermez mi?

     Söz bitti, öz başladı. Yorum sizin.