Kapılar nereye açılır?


Bir metaforun peşinde...



“Biz kapı halkı değiliz,” diye başlarsak söze haklıyızdır. Öyle ya, nerde o mal mülk, nerde o şatafat bizde! Tanıdığımız en büyük adam, taşra kentimizin belediye başkanıdır ve çok çok tarafından nikâhımız kıyılmıştır. Zaten olur olmaz zamanlarda kapısında görmek istemez ki bizi, kendini büyük görenler. Belki kapsama gücümüzün sorun çıkarma olasılığının yüksekliğinden, belki itibarsızlığımızdan… Hangi gerekçeyle olursa olsun, kapısında göreceklerinin kapı kulu olmalarını, olmayanlarıysa kapı kethüdası, kapı çuhadarı, hiç değilse kapı oğlanı yapılmaları onların makbulüdür.

Filmlerini izleyenler bilirler, Zeki Demirkubuz’un her daim gıcırdayıp duran pek çok kapısı vardır. Masumiyet’te demirin üzerindeki pası kazıyormuşçasına kulağımızı darp eden kapı gıcırtıları, yankısını günlerce sürdürmüştür içimizde. Üstelik tam kapanmayan bu kapıların aralığından mekânın mahremine saygısız, davetsiz bir baş ne zaman uzanıverecek diye bekleyip durmuşuzdur.

Yönetmenin filmlerini arkadaşlarımla ne zaman konuşsam kapılardan söz etmişimdir. Hiçbir biçimde yaşama tutunamamış, sevgisiz, dolayısıyla kimsesiz insanların yüzlerine kapanır o kapılar, demişimdir. Dışarıda kalan böyledir de ya içeridekinin hâli? Onun vaziyeti başka türlü müdür? Kimseyle ortaklaşamadan, dertlerini kimseye dökemeden, yabancılaşmasının doruğunda yalnızlığını koyultur durur o da. Kapı aralık kaldığındaysa ne içeri girilir ne içeri bakılır. Bunun mümkünü yoktur. Bu, korkunç bir cesaretten daha korkunç bir güç ister. Dolayısıyla o dar ve yüksek, boyası gelmiş kapılar, çağımızın yalnızlık simgeleridir. Yarı açık kozmosundaysa insanı itinayla yabancılaştıran, geçit vermeyen simgesel nesnelerdir.

Yalnızlığa ilacı çarçabuk bulur hâlden bilmezler, hazırcılar! “Mutluluklar paylaştıkça çoğalır” deyiverip geçerler. Bu kolaycıların anlayamadıkları, yalnızlığın bir tercih yahut zorunluluk olabilmesidir. Böyleyken yalnız kişiden neyi kimle paylaşması beklenebilir ki? O, bir kapıdan girerek ya da çıkarak mekânın içinde ya da dışında kalakalmış, yabancılaşmış insancıktır. Bireydir, özeldir, karakterdir. Kuşku sahibi, ayrıntı taraftarı, tekinsiz kişidir. Devasa kalabalıkların intihar filizidir. Elbette yabandır. O kadar sınır tanımaz bir yabandır ki sormayarak, ötesini düşünmeyerek zihinsel egemenliğini devretmiş ehlî insanları kudurtabilir. Ehlî insan aralıklı kapıya sokulmama terbiyesindeyken o, içeri girmeye meyledebilir. Bunun için eşiğe sokulursa derdini dinleyecek bir kapı yoldaşına ihtiyacı var demektir ne var ki onların sayısı o kadar azdır ve yüksek yerlerden o kadar seçilmezlerdir. Giriş emri dileyenlerden, bir kapıdan geçince geldiği yolları unutanlardan değildir o. Kapılara kilit vuranların en sonunda o kilitleri bizzat sökeceklerini bilerek yaşayanlardandır, dolayısıyla zorluk kapısıyla arasındaki uzaklık ciddi bilinç düzeyi gerektirir. Böyleyken yok olma tehlikesi yaşayan özel bir insan türü olarak değerlendirilebilirler de.

 

İnsanlığa kalan olağanüstü mitlerden biri, Tanrıya erişmek için kule inşa eden Babillilere aittir. Babil, “bab” ve “el” sözcüklerinden oluşur. “Bab” kapı, “El” Tanrı anlamındadır ve sözcüklerin birleşiminden “Tanrı kapısı” elde edilir. Babilliler kendilerine yakıştırdıkları yeri, daha açık belirtemezlerdi herhalde.

Budizm’de dört kapıdan geçilen dört mevsim metaforu vardır. Üstelik Zen ustası Chao-chou, “İşin aslı kapının menteşesinin ne tür takıldığıdır. Kapı içeri de açılabilir, dışarı da...” der. Tüm bu tarihi, dini uygarlık merkezlerinin uzağında duran çağımız insancığı içinse her taraf cehennem hükmünde değil mi? İmkânsız güzellikteki cennet, ulaşılmaz bir uzaklıkta duradursun neyse ki sonsuz kötülüğün mekânı cehennem de gayet ulaşılmazdadır. Ya Araf nerede ya biz neredeyiz? Araf, eşiğidir insanın. Kâh sonsuz gözyaşlarıyla kederli kâh sonsuz sevinç kahkahalarıyla neşeli. Araf dünyadan başka neresidir?

Zeki Demirkubuz’un kapılarının bende açtığı bu düşünce dehlizlerini işaret ederek sorardım arkadaşlarıma: “Yönetmenin kapıları bu denli sık ve rahatsız edici kullanmasında benim düşünemediğim hangi alt anlamlar var?”

Aradan yıllar geçti, nice filmler çekti Zeki Demirkubuz. Etkinliğin birinde vefalı bir arkadaşım derdime derman bulma niyetiyle sormuş yönetmene: “Nedir bu gıcırdayan, açık kalan kapı sahneleri?” İtiraf edeyim, yönetmenin yanıtı benim adıma tam bir hayal kırıklığıdır! Akışta bir duraksama yaratarak bulunduğumuz durumun ayırdına varmamız için bir tür dikkat sağlayıcı olarak kullanıyormuş, kapıları.

Oya Baydar’ın Erguvan Kapısı romanındaki kapıysa geçilmemesi gereken yere geçmenin metaforudur. Dolayısıyla yok edişi, yönlendirişi, insafsız boyutu çağrıştırır aynı zamanda. 68 kuşağıyla soluklanan, tazelenen yazarın 90’ların, 2000’lerin gençliğine, bu gençlerin heyecanlarına, coşkularına, mücadelesine ısınamadığı görülür. O kapıdan girenler; dışarıya bırakılmayan, iradesiz, tutsak beyinlerdir. Yazarın Sıcak Külleri Kaldı romanında Umut’u devletin katletmesine yüklediği anlamla bu romanın devamı niteliğindeki Erguvan Kapısı’nda Umut’u devletin değil, örgütün katlettiğinin anlaşılmasındaki anlam arasında olağanüstü farklar vardır. Öyle ki yazarın okşayıcı, sağduyuya meyilli kalemi Erguvan Kapısı’nda bir demir gülle olup terazinin kefelerinden birini hoyratça aşağı çeker. Öfkesini kuşanıp kalemini doldurur, Kerem Ali hiçbir yere kaçamaz artık. Onun aidiyet duyduğu yapıyı çeteye, mangaya, tarikata benzetir; “Allah’ın belası” der. Handiyse Ahmet Mithat’ı mumla aratarak “ey kari” diye seslenmediği kalır. Neticede edebiyatın sağduyusunu yok eden bu tek boyutlu, tek yönlü eleştirilerle Erguvan Kapısı’nın kapısı, insanın yeryüzü cehennemine açılan kapılardan olur.

 

Edebiyatın kapısı herkese açıktır. İçerisi sonsuzca geniştir, herkes aradığını bulabilir ama bu evden geçilerek varılan unutulmayanlar diyarına ulaşmak için “unutulmama kapısı”ndan geçmek gerekir ki buradan sadece zamanın onayından geçmiş iyi edebiyatçılara ve eserlerine geçiş hakkı tanınmıştır.

 

Ulusal kimlik, tarihin çeşitli dönemlerinden bin bir çileyle bugünlere taşınan bir bilincin sonucu olduğundan kişisel kimliği de kapsar. Dolayısıyla ulusal bilinç yetersizse kişisel kimlik de yetersizdir. Bu, ulusun geçmişini hepten allayıp pullayalım, öpüp okşayalım gibi kolaycı, basit, ucuz milliyetçi yönelimlerin doğruluğu demek değildir. Geçmişteki büyük insanlarla, başarılarla elbette övünülebilir, bu doğaldır da. Ne var ki geçmişi zerre eleştirmeden toptan kabul etmek ne kişisel ne ulusal ne anbean belirginleşen sınıfsal kimliğe şuncacık katkı yapar! Aksine bin bir çileyle aktarılan bilinci aşındırarak hem kişiye hem kimliğe zararı dokunur. Dolayısıyla geçmişe bilinç penceresinden bakmak gerekir. Bilge Kağan’ın “Titre ve kendine dön!” uyarısını ucuz bir çıkarımla değil, bugüne uyarlanmış gerçekçi biçimde okumalıyız. Kaşgarlı Mahmut’un, Ali Şir Nevaî’nin, Karamanoğlu Mehmet Bey’in çabalarını da…

 

Türk diline kimseler bakmaz idi

Türklere asla gönül akmaz idi

 

Âşık Paşa yüzyıllar evvelinden dile, kimliğe sahip çıkmayı bu biçimde vurgulamış. Öyle ya, kimlik için, bilinç için bunları özümsemek gerekir. Kendimizden kaçtıkça, başka kimliklere sığındıkça aslında kendi kimliğimizi uçuruma sürüklemiyor muyuz? Kimliğimizi bize başkaları bulmayacak, onu geliştirecek atılımları başkaları yapmayacak! Dolayısıyla üzerimizdeki aşağılık duygusundan tez zamanda arınmalı, özgüvenimizi kazanmalıyız. Kaçmak, görmezden gelmek yerine kimliğimizi koruyacak bilince varmalı, sonra onu geliştirecek özgür ruhu oluşturmalıyız.

Kimliğin anahtarı dilse kilidi elbette edebiyattır. Edebiyatın çatısı da eserlerle çatıldığına göre bir toplumun kimliğine ne derece sahip çıktığını anlamanın yollarından biri de o dilde yazılmış eserlere bakmaktır. Nasıl ki bir eser, edebi gücü oranında yaşıyor, yazarını, şairini yaşatıyorsa ait olduğu kimliği de yaşatır.

Edebiyatın en tarafsız ölçütü kuşkusuz zamandır. Her eser, sanat değeri oranında zamanın terazisine çıkar ve ancak onun hassas terazisinden hakkıyla geçenlere unutulmama kapısı açılır. Malzemesi, kilidiyle edebiyattan üretilmiş unutulmama kapısının tek anahtarıysa zamandadır.