Yaralısın'ın Derin Sularında



 

1980’ler toplum hayatımızda ciddi değişimlerin yaşandığı, edebiyatımızdaki değişimlerin en çok roman türünde uygulandığı ve gide gide oluşturulmak istenen düzene denk bakış açılarıyla pek çok eserin yazıldığı ideolojik bir dönemdir.

1980’lerdeki Türk romanı, 12 Eylül darbesiyle Türkiye’de yaşanan altüst oluşun siyasal yanına biraz ilgi göstermiş, bunu yaparken de kurulu düzenin yanında yer almıştır; ekonomik-toplumsal yaşamdaki değişimler romanımıza yansımamıştır. (Naci, 2007, s.XXXVI).

Merkezinde tüketme amacının yer aldığı bu yeni eserlerin hiçleştirmeye, yozlaştırmaya, yok etmeye koşullandığı görülmektedir. 12 Mart romanlarının aksine bu romanlarla toplumsal mücadele içindeki muhalif kişi ve unsurlara saldırılmakta, bu kişi ve unsurlar değersizleştirilmekte, kendi bağlamlarından koparılarak anlatılmaktadır. Dolayısıyla 1980 romanı üretirken tüketen romanlardır.

12 Mart ve 12 Eylül’ün getirdiklerine ve götürdüklerine bakınca romancılarımızdaki dönüşüm çok çarpıcıdır. 12 Mart sonrası yazılan romanlarımızda işkence gören, cezaevlerine doldurulan devrimci gençler genellikle sahiplenilmiş ve travmatik ruh hali kültür yaşamımızda uzun soluklu duyumsanmamıştır. Ne var ki 12 Eylül sonrası romanlarımızda işler değişmiştir. Bu kuşağın devrimci gençleri sahiplenilmek şöyle dursun, aşağılanmış, değersizleştirilmişlerdir. (Karahasanoğlu, 2008, s.17)

Sıklıkla bir 12 Mart romanı olarak anılsa da panoramik bakış açısıyla yazılmıştır, Yaralısın. Makine katılığındaki uygulayıcıları, sıradanlaşmış işkenceleri, yerleşmiş zihniyeti, kökleşmiş uygulamalarıyla sadece döneminin değil, geniş zamanların faşizm mikrobuna karşı çıkar Erdal Öz. (Naci, 2007, s. 508) Ki roman gücünü biraz da bu panoramik özelliğinden alır.  

 

***

 

İkinci kişi anlatıcısı edebiyatımızda hâlâ pek kullanılan anlatıcı bakış açılarından değilken bu hususta ilklerdendir Erdal Öz. Yeniye olan ilgisini 1960’ta yayımladığı Odalarda romanından da biliyoruz. Nurullah Ataç’ın Türkçe olmadığını, Türkçenin yapısına aykırı bulduğunu, konuşma dilinde hiç kullanılmadığını söylediği görüşlerinden etkilenerek hiç “ve” kullanmaz. (Öz, 1999, s.10) Edebiyatımızın “ve”siz ilk romanını yazar.

1960’ta yayımladığı Yorgunlar’ın ardından 1973’te ikinci öykü kitabı Kanayan’da okurunu sarsan etkileyici dili, hareketli anlatımıyla 70’lerin devrimcilerini anlatır. Anlatıcı kâh onlardan biridir, kâh onları sahiplenen biridir.

Kanayan’ın ertesi yıl yayımlanacak Yaralısın romanını hazırladığı bugün için bir sır olmasa gerek. Öyle ki kâh öyküsü kâh dili ve anlatımıyla Kanayan’ı anımsatır.

Yaralısın’a bir işkence ve hapishane kitabı demek mümkün. Kurgusu gereği ikisi arasındaki zamansal ve mekânsal geçişlerle okur romana bağlanır. Bir tür sahne yenilemeyi çağrıştıran sıralı geçişlerle anlatılanlar, bir film izliyormuşçasına okurun gözünde canlanır. Elbette romanın görsel yeteneğinin yüksekliğinde roman kahramanın hayatı görerek algılaması çok belirleyicidir. Sonuçta görselin gücüyle merakı kamçılanan okur, bir bölümü okurken diğerinde ne olacağını düşünür.

 

***

 

Dönemin hâkim zihniyetini unutmadan biraz derinlere dalalım.

Romanın başkahramanı olan delikanlı neden ağır işkenceler görür? Salt kitaplarından dolayı mı? Hâlbuki ne vakittir beklediği polislerin evinde suç teşkil edebilecek hiçbir şey bulamayacağını bilir. Polisin biri kucak kucak kitaplarını, dergilerini yığdığında bile yasaklanmış tek yayın bulamayacaklarının rahatlığındadır. Polis içinse yığılanların tamamı yasaklıdır. Elbette o da sever okumayı ve boş zamanlarında hep okur. Hatta tam iki bin yedi yüz seksen dört kitap okumuş; gene de onlar gibi zehirlenmemiştir. Dahası yüksek okulda aynı kitapları okumuşsa bile görüldüğü üzere kafası sapasağlamdır. Bu esnada olanca gücüyle tekmelediği bir kitap duvarda patlar. Ya bu kafayı değiştirirsiniz ya da kafanızı koparırız, (Öz, 2018, s. 27) diyerek çuvallara doldurdukları kitaplarla onu götürürler.

Gördüğü ağır işkencelerde kendinden başka verecek tek bağlantısı yokken neden direnir? Direncinden dolayı mı önemser polisler onu? Neredeyse köksüz, bağsız bir adam değil midir? Bunca yabancılaşmış olmasına, salt şimdiyle ilgilenmesine karşın işkenceye direnmesi romanın edebi gerçeğini zedeleyen bir soyutluktadır. Bir davaya inanç düzeyinde bağlanmamış, herhangi bir örgütsel aidiyeti bulunmayan, sadece onca kitap okuyan, aydın karakterli bir adamın gösterdiği direnç neyin nesidir?

Delikanlı çıkarıldığı mahkemece tutuklanır. Bir davaya adanmışlığı, örgütsel herhangi bir ilişkisi yokken tutuklanmasının tek dayanağı, yasak yayın bulunmayan çuvallardır. Erdal Öz bu neden-sonuç ilişkisiyle kahramanına bulanık bir benlik oluşturur. Salt düşünsel bir yön belirlediği delikanlının geçmişi bir beyaz kâğıttan farksızdır. Ailesiz, kökensiz, neredeyse inançsız bir adam… Birçok yönüyle on dört yıl önce yayımladığı Odalarda romanının isimsiz kahramanının özelliklerine sahip. Dünü olmayan, hep şimdiyi yaşayan, yarını pek düşünmeyen bir kahraman var karşımızda. Belli ki yazar olaylara yakından tanık olan biri gibi yazmamış, kendini epey ötede konumlamış. Fakat bu şimdiki zaman sığlığı, romanı yapaylaştırır. Adamın geçmişi, bir defaya mahsus ve gayet kısa erimli olarak cebinden çıkan sinema biletleri dolayısıyla sevgilisi için aydınlatılır. Başka yok. Oysa gerek modern bir anlatım tekniği olması gerekse kahramanın kişilik gelişimini göstermesi bakımından geriye dönüşlerle desteklense bu yapay tat pekâlâ kaybolabilirdi.

Erdal Öz’ün bulduğu ama sarılmadığı çıkış yolları var elbette. Bu bağlamda dokuz yıldır içerde olup sekiz mahpushane dolaşmış adamı “yaşlı bilge” diye anması boşuna değil. Sizler okuduğunuz için suç işlersiniz, bizler okumadığımız için. Sizin bilginiz bizde, bizim görgümüz sizde olsaydı, gör bak neler olurdu o zaman. Ne siz böyle içeri düşerdiniz, ne biz. Bir araya gelemedik. Bizi kolay kolay bir araya getirmezler. Eh işte, ancak böyle mahpushane köşelerinde buluşabiliyoruz. Ne yapalım, bu da bir başlangıç. (Öz, 2018, s. 146) Böyle diyerek gayet çetrefil bir konu olan mahkûmlar arasındaki farkı, bilgi-görgü tespiti yaparak bilgece çözümletir. Ne var ki anlatıcının beğendiği bu sava delikanlı tutunmaz, hatta alacağı intikamın hayaliyle yaşayan adamın anlattıkları delikanlıda geçmişe dair hiçbir gölgeyi yine aydınlatmaz. Neden? Kişilik gelişimini göremediğimiz delikanlıya bir dün çizilmediğinden mi? Bundan mı hayatının bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmesi gereken anlarda bile geçmişini düşünmemesi? İşkencelerde direnen, tek kalem çözülmeyen delikanlı bu başarısını bir geçmişinin olmamasına mı borçlu? Peki, böylesi dirençli birinin romanın sonunda tüm adli mahkûmlar gibi Nurileşmesi neden? Nurilerle dolu koğuşun siyasi mahkûmu oluşuyla bir o farklıyken ve günler, haftalar süren işkence seansları bitmişken… Hapishanedeki ikinci gününde diğerleri gibi olacaksa onca acıya, aşağılamaya neden, nasıl katlandı bu delikanlı? Derdi zoru neydi?

Yazar kahramanının ağırlığını daha fazla taşıyamadığından mı, yoksa bu değişimi bir yazgı olarak gördüğünden mi romanı böyle bitirir? Hangisi olursa olsun, derin suları yeterince düşünülmemiş bir roman Yaralısın.  

 

Kaynakça

Öz, E. (2018). Yaralısın. İstanbul: Can.

Öz, E. (1999). Odalarda. İstanbul: Can.

Naci, F. (1999), Yüz Yılın 100 Türk Romanı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Karahasanoğlu, Ü. (2008) Sanatçının Özgünlük ve Özgürlük Sorunu. Koridor dergisi, Güz (7), 16-21.

Onat Kutlar'ın Kediler'i




           Marquez’in adını bile duymadığımız yıllarda (Sanırım o yıllarda Kolombiya’da da tanıyanı pek yoktu!) yirmi yaşlarındaki Onat Kutlar, Türkiye’de büyülü gerçekçiliğin (O yıllarda bu terim de bilinmiyordu!) ilk örneğini veriyordu. (Naci, Oğlak, 1998, s.133)

Fethi Naci ilk baskısını 1959’da yapan İshak için böyle dese de yeni kuşaklar için büyülü gerçekçilik, fantastik edebiyat, bilim kurgu alışıldık şeyler. Marquez, Huxley, Eco, Tolkien gibi önemli yazarlara rahatlıkla ulaşıldığından bu yazarların ciddi okuyucu kitleleri oluşmakta, hatta dönem dönem bazı eserleri çok satanlar listelerinde yer almaktadır. Salt bizim değil, dünyanın yoğun ilgisi, bu eserlerin dev bütçeli sinema uyarlamalarını izlememizi de sağlıyor.

Bugün itibariyle ne büyülü gerçekçilik ve giderek postmodernizme evrilen edebi anlayışlar ne de bu anlayışların çeşitli teknikleri günümüz için yeni sayılır. Bu çığırdan Türk edebiyatı da epey etkilendi, temsilciler çıkarıp eserler verdi. Dolayısıyla ortada bugün için bilinmeyen bir durum yok. Gelgelelim 1959 baskısı İshak’ta Onat Kutlar’ın yaptığı olağanüstü zor ve yenidir. Edebiyat sahasında olsa da bizim gibi geleneğe tutkuyla bağlı toplumların kolayına yeniliklere, değişimlere razı gelmediğini çeşitli deneyimlerimizden biliyoruz. Eskiyi aşmak, sıradanı yıkmak için maziyle kurulan bağların aşılması gerekir ki buna meyleden öncülerin yadırganmayı, horlanmayı göze aldığını tahmin etmekse hiç zor değil. İshak’ın ikinci baskısının ancak on sekiz yıl sonra yapılmasından hareketle Kutlar ve eserinin en iyi olasılıkla görmezden gelindiğini söyleyebiliriz. Ne var ki o yıllarda burun kıvrılan İshak, bugün öykümüzün serüveninde dönüp dönüp okuduğumuz değerli bir eser.




Geleneksel öykümüzü aşmaya çalışan Onat Kutlar’ın İshak’ta gerçekle gerçek olmayanı birbirine katıştırarak ortaya kurmaca bir bütün çıkardığını görürüz. Gerek öykülerin sıra dışı atmosferinde gerek gerçeğin yansıtılmasında yazarın özgün, yenilikçi duruşu hep hissedilir.

Üstkurmaca gereği İshak okurlarının oldukça dikkatli, hatta etkin olmaları edebi bir zorunluluktur. Öyle ki öykünün neresinin gerçek neresinin kurmaca olduğunun giderek belirsizleştiği bir dünya tasarımıyla karşılaşırız. Öykü dünyası ile rasyonel dünyamız arasındaki silik, geçişken izler, değiniler, gerçeğin nerede başlayıp nerede bittiği gibi kafa yorulması gereken hususlar nitelikli okuru diri tutar.

Kediler öyküsünde bir sürü ölmüş kedi ile beraber yaşamayı seven eski bir dosttan bahseden ve altı gündür bu şehirde ipsiz bir deve gibi başını istediği deliğe sokabilmekten memnun bir adamla karşılaşırız.

Merakımız baştan kamçılanır. Ölmüş kedilerle yaşayan bu adam kimdir, o şehirdeki altı gününde ya da öncesinde neler olmuştur? Derken o gün, nasılsa bir dostundan mektup gelir. Bir dostu ona “Başında fötr şapka. Ayağında kıl potur ve uzun konçlu postallar vardı. Bıyıkları da kocaman. Sırtında doksan üç savaşından kalma bir martinle” (Kutlar, YKY, 2019, s. 36) adresini bilen garip bir adamın geldiğini, bir dostunu işkenceyle öldürdüğü için onu ertesi gün belirttiği yer ve saatte bir hesabı görmek üzere bekleyeceğini yazmıştır.

Bir hesaplaşma anının hemen öncesinde kahramanının gelgitli ruh halini başarıyla veren, okuru ne olup bittiğine dair çıldırtan bir merak içinde bırakan yazar, roman türü için hayli kullanışlı olan geriye dönüş tekniğiyle Kediler öyküsünde harika bir doku oluşturur.

Dokuz yıllık memur olan öykü kahramanının rasyonel dünyamızın tekdüzeliğinden fazlasıyla bıkıp usanması nedeniyle aniden hayatını değiştirmek istediğini görürüz. Bu nedenle işe gitmesi gereken bir sabah, kedilerle bir arada yaşamayı seven dostunun mekânına gider. Otoritelerle, iktidarlarla ve onların koyduğu düzenlemelere bağlı olarak yönetilen tekinsiz dış dünyayla neredeyse ilgisiz arkadaşı, dışarıda kedilerine yer olmadığından oracıkta, iktidar gerektirmeyen dünyasında kedileriyle yaşayıp gitmektedir. Dolayısıyla dokuz yıldır düzen değirmeninde günbegün öğütülen memurun bunaldığı dünya ile sonrasında karşılaştığı dünya arasındaki keskin farklar öykünün temel çelişkisini oluşturur. Kimseye ihtiyacı olmadan kedileriyle yaşayıp giden adamsa olsa olsa toplumun delilerinden biridir. Başka türlüsü İshak için mümkün değildir. Kediler’deki kedi sevdalısı adam da, Çatı’daki Güleç Osman da otoriteye, güce delilikleriyle karşı gelmekte, yahut deli olduklarından bir otorite, iktidar aramadan yaşayabilmektedir. Fakat dediğimiz gibi düzenin değirmeninde öğütülmüş, yontulmuş dokuz yıllık memurumuz her ne kadar hayatını değiştirmek istese de arkadaşının düzen dışında oluşturduğu kedili dünyadan hoşlanmaz. Ut çaldıkça dökülen kedi tüyleri, saldırgan kediler alıştığı yaşam biçimine uygun değildir. O rasyonel dünyanın, herkesçe bilinip kabul gören sıradan gerçeklerin, kuralların, kontrol edilmenin, emir almanın adamıdır. Arkadaşının kedileriyse öyle bilindik, alışıldık kedilerden olmayıp fazla özgür ruhlu, bambaşka yaratıklardır. Dahası uçabilir, dokunulduğunda dağılıp yeniden eski biçimlerini alabilir, yabancıların varlığında canavarlaşabilirler. Bu fantastik, gerçeküstü, Kafkavari kedileri bir punduna getirip yere, rasyonel dünyaya indirir. Bunu da en birincil ihtiyaç üzerine kurar ve aralarındaki uyumu bazılarını çok yedirerek bozar. Arkadaşının masalsı dünyası, korunaklı limanı bir anda gerçekler dünyasının acımasız hışmına uğrar. Aralarında çıkan peşi sıra kavgalarla kedileri tek tek öldükçe arkadaşı da çaptan düşer. Son kedi de öldüğünde arkadaşının dünyasını tamir edilmeyecek biçimde yok etmiştir. Böyleyken onu hasta yatağında bırakıp G.’ye gelir. Bir masal iklimini, bir ütopyayı politik denebilecek yöntem ve yönlendirmelerle yok edip düzenin bir başka kentine sığınır. Altı gün boyunca kentin kenar mahallerinde, sessiz sokaklarında, pis çamurlu dere boyunda hâlinden memnun gezinir.

Memurumuz bunaldığı düzenin bozulmasına katlanamayan, kopamayacak kadar alıştığı için kirli yöntemlerle de olsa onu sürdürmeye çalışan bir başına buyruk; kedici adam dışarıya kapattığı küçücük dünyasında kedileriyle yaşayıp giden, otoritelerden, iktidarlardan bağımsızlaşmış ütopik bir deli; mektupta tarif edilen bir hayal zamanından fırlamışçasına farklı görünümü, söylemi ve doksan üç savaşından kalma mavzeriyle hesap sormaya gelen adamsa yine deliliğin bir çeşidi olarak o ütopik dünyanın silahlı hesap sorucusudur. Gerek kılığı, gerek mavzeriyle yersiz yurtsuz, zamansız bir tür deli/derviştir o da.

Bir olay üzerine yaslanmayan, geleneksel öykü bağlarının tamamen dışında, farklı kurgulanmış öyküleriyle İshak yol göstermeyi sürdürüyor.

 

Kaynakça:

Naci, F. (1998), “Kıskanmak”, İstanbul: Oğlak

Kutlar, O. (2019), İshak, İstanbul: YKY