Burka: Gerçeğin kaybolması




Kendime kızdığım anlardan biriydi, yayımlanalı on beş yılı aşmış Çador’u* ne zamandır kitaplığımda tutup da bu kadar geç okumam. Savunma mekanizmam ise bahanenin bir adım ötesindeydi. Öyle ya, Murathan Mungan’ın sonsuza doğru evrilen külliyatını takip etmek çok zordu.
Çador, Mungan’ın sözü kullanma gücünü hissettiren, şairce yazılmış, derinliğiyle sarhoş eden kitaplarından. Hiç âdetim olmadığı hâlde kitabı, elimde hazır beklettiğim bir kurşun kalemle birçok yerine “evet” yazıp altına çift çizgi çekerek okudum. Mecburdum; insanın zor duygularını, düşüncelerini öyle kolay tarif ediyordu ki mest olmak dışında tek yapabildiğim sağını solunu çiziktirip bu saf edebiyata, bu has edebiyatçıya şapka çıkarmaktı. Müslüman coğrafyasının günbegün nasıl kan kaybettiğine, savaşın sadece sınırları yıkmakla kalmadığına, insanlığın neden çağlar öncesine koşturduğuna dair son derece nazik değerlendirmelerineydi bu tepkilerim. Böyle olunca bu sanat cümbüşünü nicedir ertelediğime kızmam haksız değildi.


Akhbar yıllar sonra ülkesine binaların yanı sıra elektrikli tel örgüler, altında mayın olduğunu düşündüren kabarmış toprak parçaları, gözetleme kuleleri, hendekler, siperler; geniş çukurlar içinde ne için yapıldıkları anlaşılmayan her biri bir oda kadar olan küçük kulübeler inşa edilmiş sımsıkı korunan sınırdan girerek döner. Tedirginliğinin asıl kaynağıysa yıllar sonra ülkesine dönmesinin kuşku uyandırabilme olasılığıdır. Yoksa Akhbar hükümetin devrilmesinden çok daha önce yurtdışına çıkmış olup hiçbir dönemde siyasi işlere bulaşmamıştır. Kimsenin işine karışmayan, kendi hâlinde biridir o. Fakat memleketin durumunu bildiğinden ve yıllar sonra kuşku uyandırabilecek dönüşünden, elbette ki haksız yere kurban seçilme korkusundan bakışlarını kaçırmıştır Akhbar.
Sokağını, evini kolayca bulur. Kapıya çıkan burkalı kadına annesi Fatima’yı aradığını söyler. Annesi taşınmış olmalıdır.
İnine çekilmiş gibidir, ülkesinin şimdiki kadınları burkanın gizinde. Işığa burkanın kalın ibrişimle örülü kafeslerin arkasından değer gözleri.
Annesini, ablasıyla eniştesini, erkek kardeşini, eski sevgilisini arar. Ablasının oturduğu eve başkaları yerleşmiştir ve galiba ablasının oğlu bu evde ölmüştür.
Başta pek bir şey değişmemiş, herkes onun dönmesini beklermiş gibi hissederken çok geçmeden her giden gibi anlar yanıldığını. Ondan sonra geçmiş içini acıtmaya, kanatmaya başlar. Her şey savaş nedeniyle değişmiştir. Komşu ülkelerle, sonra kendileriyle yıllarca süren savaş, onları herkese küstürmüştür. Bütün bunlar olurken o, yıllarca yurtdışında yaşadığından aradığı insanlar pekâlâ ölmüş ya da kaybolmuş olabilir. Üstelik onları bulsa bile o insanların aynı insanlar olmayacağını anlar.

“Koca şehir bir hapishane avlusu gibiydi. Belki de Akhbar’ın adımlarına volta ritmini veren buydu.”
Eski zamankilerden çok daha fazla dilenci görür sokaklarda. Eli ayağı kopmuş erkeklerin paçavralar içinde yerlerde sürünürken avuç açmalarındaki korkunç insanlık dramı soluğunu keser. Öte yandan kolluk görevlilerinin uzun, kalın sopalarla, gruplar halinde gezip sert yöntemlerle asayişi sağladıklarına tanık olur. Sesi yüksek çıkan bir kadın, namaz vaktinde sokakta bulunan bir erkek bu yöntemlerden nasibini alır.
Akhbar’ın yüzünde, ifadesinde, çizgilerinde insanın kelimelerini emanet edebileceği bir derin anlam varken şimdilerde sözcükler kimselere bir mana söylememektedir. Fotoğrafsa sureti tekrarladığı, dolayısıyla yaratanı taklit ettiği için günahtır.
Neyse ki erkek kardeşiyle gururlanabileceği söylenir. İslamın Askerleri’ne katılan kardeşi savaşta ölmüş, adı şehitler kütüğüne geçmiştir. Bir şehit ağabeyidir artık.
Yıllar boyunca yakılıp yıkılan ülkesinin kalbi ölülerle dolu insanlarından uzakta yaşaması, yarısını özgürleştirirken yurdunda kalan yarısını kurtaramaz. Burada kalıp hiçbir yere gidemeyen bu sancılı yanı, bir cerahat gibi zonklar durur zamanın kıyısında. Üstelik yıllar sonra ülkesine dönmüş yabanıl bir adam olarak fark eder ki kolluk kuvvetlerinin uyguladığı şey; sadece yasalar değil, aynı zamanda rastlantılar, olanaklar ve fırsatların keyfiliğidir. Anlar artık keyfi uygulamalarda bulunabilme olanağının gücü sürekli ve sonsuz kıldığını.
Burkaya giden yolu çador açmıştır. Çador kadınlarının geleneksel ve masum başörtüsü olmakla birlikte kafalarındaki köprüymüş aynı zamanda. O köprüden hep beraber geçildiğindeyse örtünmek bir ahlak hâline getirilmişti bile. Ondan sonrası günün batıp akşamın gelmesi, derken gecenin karanlığa gömülmesi gibi hızla gelişmişti. Artık örtünmenin sonu yoktu ve kadınlar kefene girene kadar örtüneceklerdi.
Kadın bedeninin burkanın içinde kaybolması, gerçeğin kaybolmasıydı. Bu işaret, bu ima her şeyi dönüştürmüştü. Örtü bir ima, çador bir ima, burka bir imaydı. İma güçlenirken, mecaz güçlenirken, görünmezlik kutsanırken gerçekler kayboluyor ve her şey, Allah kadar görünmez kılınmak isteniyordu. Görünenlerse görünmezlerin işaretleri yerine kullanılan mecazlardı.

“Kendi mağarasına ancak bir burkayla kapanabilirdi.”
Kimi kimsesi yokken, aradıklarının izini bulamamışken, vurulup öldürülen burkalı delikanlıyı görmesiyle burkanın içine girmeyi düşündü Akhbar. Burkanın içinde fark edilmeyeceğinin heyecanlı çelişkisiyle anında karar vermişti.

Yüzü yalnızlığının bir parçasıydı ve burka mağarasının içinde yapayalnızdı artık. Mağaranın girişinden vuran ışık bile bölünerek, süzülerek azalmıştı şimdi. Hayatı boyunca otoriteyi hiç üzmeyen, memleket meselelerinden hep uzak duran, hayatını yurtdışında sürdüren Akbar için en büyük tehlike her zaman olduğu gibi dışarısıydı ve burka onun korunağıydı.

Alıştı burkasına. Güvende duydu kendini. En büyük heyecanının hemen öncesindeyse giderek rahatladı adımları, genişledi, hızlandı. Sınıra yakın toplama noktasına yaklaşıyordu ki o sırada yanından geçen arabadaki adam ona dikkatle baktı, baktı…

* Murathan Mungan, Çador, Metis Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2004

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder