Zıt kutuplar birbirini çeker




Zıt kutupların birbirini çektiği doğrudur. Kutuplar zıt olmaları nedeniyle ya zaten iki tanedir ya da iki ana grup oluştururlar; ama asla üçü, dördü, beşi yoktur. Bakmayın siz insanların çeşitli yerlerde gelişigüzel üçlü, dörtlü, beşli zıtlıklar üretmelerine. Basit önermeler kolaylığındadır kutupların ikiliği. Önceki tümcelerin iddiasını beğenmeyip de büyüklük açısından, yani işin niceliği açısından konuşuyorsanız yüz tane, hatta bin tane bulabilirsiniz. Gelgelelim zıtlıklar açısından bakarsanız yalnız iki yön vardır ve onların yönleri de kuzey-güney kadar, beğenmediyseniz doğu-batı kadar birbirinden ayrılmıştır.

İki yönlüdür yaşam. Her şeyin başı ve sonu vardır. Beslenir, sonra da mecburen boşaltırsın içindekileri. Evin kapısından içeri girdin mi, ölü ya da diri -ki, buradaki zıtlık hayatımızın başını ve sonunu belirtiyor- bir şekilde kapıdan, kapıdan olmazsa pencereden, bacadan çıkarsın. Fark etmez, girdin mi çıkacaksındır.

Duyguların zıtlığı, yukarıda rahat rahat, çocuksu örneklerle anlattıklarımızdan daha farklı ve çetrefildir. Öyle ki girmek-çıkmak, doğmak-ölmek gibi somut örneklerle var olan zıtlığın hangi kanal üzerinden ilerleyip geliştiğini uzun uzadıya anlatmamıza gerek yok, çünkü herkesçe bilinen şeylerdir bu kanallar. Yemek yerken ağzımızı, yemek borumuzu kullanır, midemizde yediklerimizi sindirir, bağırsaklarımızda öğütür, boşaltım organlarımızca dışarı atarız. Böylece zıtlığı sıradan birkaç sözcükle, olmadı bir iki tümceyle ya da şemacıkla somutlaştırırız: girdi-çıktı. Hepsi bu. Oysa duyguların zıtlığı söz konusu olunca, yani somutluk bitip de soyutluk başlayınca, işin içine insan ilişkileri girince işler değişir, formüller biter. Somut durumlarda tek kanallı ya da birkaç kanallı basit anlatım işini görürken soyut durumlar için çoklu kanalları nasıl anlatırsın? Burada duyguları somutlaştırmaya, nesneleştirmeye başlarsın ki karmaşıklık bitsin. “Örneğin,” der, başlarsın benzetmelere, eğretilemelere. Baktın olmuyor, olay içinde yaşatma tekniğini kullanarak hikâye anlatmaya koyulursun. Bilim şurada duradursun, işin ucu sanata varmıştır yüz milyonuncu kez.

Zıt kutupların birbirini ne denli çektikleri doğruysa benzer kutupların da birbirini ittiği o denli doğrudur. Bunu insan ilişkilerinde görmek nedense bizi devamlı şaşırtır. Yaşananlara bir türlü anlam veremez, olayın buralara varacağını hiç beklemediğimizden yarı travmatik ruh haline bürünürüz. Buna en çok kişilik özellikleriyle diğerinin fotokopisi olan çiftlerde rastlarız. Nasıl olup da ayrıldıkları zihnimizde hep muamma kalır bu çiftlerin. Oysa benzerliğin sanıldığı ölçüde insani ilişkileri beslemediğini, geliştirmediğini aksine giderek daralttığını ve körelttiğini anlamak için birazcık konuya kafa yormak yeterlidir.

Benzerliğin ve benzerliğin kadim ve abartılı sonucu olarak aynılığın kaderidir, birbirini itmek. Son derece basittir. Paylaşılacak herhangi bir özgünlüğe hiçbir vakit gebe kalınamayacak ilişkilerin son durağına yolculuk başlamıştır artık. Başta her konuda aynı düşünen, tartışmadan anlaştıkları için övünen bireylerin sosyalliklerinde giderek bir farklılaşma gözlenir: Herkesin gıpta ettiği uyum, parçalanmış dokunun dağılması gibi dağılır. Son durak gelmiştir artık ve yapılacak olan bellidir: itmek, ötelemek.