Ütopyadan distopyaya Zülfü Livaneli'nin Son Ada romanı




Zülfü Livaneli Son Ada’yı ilk cümlesinden itibaren ütopik bir eser olarak örmeye başlar. “O” bir gün çıkagelene kadar “en iyi korunan sır”la huzurludurlar. Anlatıcının tabiriyle burası son sığınak, son insani köşede yaşamaktadırlar. Bu harika iklime ve harika doğaya sahip adada ağaçların arasında sadece kırk evdirler ve çam fıstığı toplayıp satarak kendi kendilerine yetebilmektedirler. Aslında bu yaşamın güzel olduğunu dahi bilmeden, buna alışmış biçimde yaşarlar ve belki sorulsa eksiklerinden dem vuracaklardır. Örneğin modern zamanların olmazsa olmazı televizyon yayınlarını bile alamazlar ve gazete derseniz ancak haftada bir uğrayan vapurdan (derme çatma iskeleye vapur yanaşamaz, eşyalar, yolcular motorlarla taşınır) temin edilir. Yine modern zamanların olmazsa olmazı adım başı alışveriş merkezleri burada akla bile gelmez; öyle ki iskelenin yanındaki küçük bakkal ve onun yanında yine bakkalın işlettiği deniz mahsulleri satan dükkân onların tüm ihtiyaçlarını görmeye yeterlidir.
Adanın “en iyi korunan sır”la huzurlu olmasında bütün anakaralara uzaklığı, bir hafta evvelinin gazetelerinden insanların arsızlığını, savaşlarını, yoksulluğunu, yolsuzluklarını ve bunların önüne geçilemediğini görmek, gözden uzak olan gönülden de uzak olur hesabı, onları diğerlerine karşı biraz bencilce de olsa ilgisiz kılmaktadır.
Yıllar önce zengin bir iş adamı emeklilik hayalleriyle bu adayı satın alıp kendine yaptırdığı malikânede hizmetçileri ve uşakları dışında insan yüzü görmeden, balık tutarak, öğle sonlarını hamağında uyuyarak geçirir. Zamanla yalnızlıktan sıkıldığından birkaç tanıdığını adaya yerleştirir. Kırk hane olduktan sonra adaya kimseyi kabul etmez, ev yapımını durdurur ve emeklilik yılları böyle akıp gider. Zengin baba ölünce oğlu 1 Numara da (romanda özel isimler yerine evlerin sıra numaraları kullanılmaktadır) aynı doğrultuda yaşamını sürdürür.
“O” bir gün çıkagelene kadar çizilen ada portresi, kişi ve kurallar olmadan da iyi ve doğru yönetilebilen, barış içinde, çıkar gözetmeden yaşayan ideal bir topluluk görünümündedir, dolayısıyla tam bir ütopyadır. Tarihsel seyir içerisinde ideal düzen betimlemelerinin devlet yönetimleri ve dini eğilimlerin harmanlanmasıyla oluşturulduğu düşünüldüğünde, Son Ada’nın devlet ve din ihtiyacı duymaması modern zamanların ütopik yaklaşımlarıyla ilişkilendirilebilir. Dolayısıyla ütopyaların cenneti önermesi, modern zamanlarda illa mutluluğun öteki dünyada arzulanması anlamına gelmemektedir, cennet mutluluğu, yeryüzünde de aranabilir. Ki, gelmiş geçmiş tüm devletlerin asıl ve asil görevi insanlarının mutluluk anlarını çoğaltmak değil midir? Son Ada’da kişi ve kurallara dayalı bir egemen yapı hissedilmese işleyiş bu düşünce üzerine kuruludur. Zaten romanda adanın asıl sahipleri binlerce yıldır burada yaşayan martılar olarak gösterilmesi ve adaya yerleşen insanlarla martılar arasındaki uyum da herhangi bir devlet aklını gereksiz kılmıştır.
İyi ve doğru biçimde korunan sırları, ritimleri bir ev satılınca ve evin yeni sahibi tepedekilerin tepesindeki kişi –ne şanssızlık-, memleketi yıllarca demir yumrukla yönetmiş eski devlet başkanı olmasa işler çorap söküğü hızıyla kontrolden çıkmayacak, belki eski günlerinden uzaklaşmayacaklardır. Olan olmuş, Başkan beyaz pantolonu, tiril tiril beyaz gömleğiyle iskeleye ayak basar basmaz adanın tarihi ve talihi değişmiştir. Kaçınılmaz biçimde o güne değin var ettikleri dostluk, kardeşlik iklimi giderek solacak, zamanla onların yerini öfke, şiddet ve kin iklimi alacaktır. Gelgelelim yalnız bir kişi olan bitenin farkındadır. Suskun, yalnız yaşayan ve bundan şikâyet etmeyen, gülse bile dertli görünen, sadece edebiyat konuşurken canlanan ve anlatıcımızın edebi ürünlerini insafsızca eleştiren bu kişi Yazar’dır. “Evet, dedikleri doğruydu; ne yazık ki mor dağları, derin uçurumları, mavi denizleri ve barışçı halkıyla ünlü anayurdumuz, yıllardır bir türlü sonu gelmeyen iç çatışmalarla sarsılıyor, şiddetin önü bir türlü alınamıyordu. Haftada bir gelen gazeteleri okuduğumuz zaman içimiz burkuluyor, bu şiddet tutkusunun nasıl bütün ülkeyi kapladığını anlamakta güçlük çekiyorduk. Çocukluğumuzun o sakin, huzur dolu, güzel ülkesinde, çeşitli etnik gruplar, mezhepler, silahlı örgütler, bölgesel güçler hem devlete hem de birbirlerine karşı çarpışıyordu.
Bazen bu gruplardan biri devletle yakınlaşıyor, askerlerle birlikte hasmına saldırıyor, sonra bir değişiklik oluyor ve devlet başka gruplarla ittifak kuruyordu.
Binlerce kişinin tutuklu olduğu hapishanelerden sık sık işkencede ölüm haberleri geliyordu. Yabancı basın ülkemizdeki insan hakları ihlallerini sürekli olarak gündemde tutuyor, iş başındaki ihtilal hükümetini kınıyordu. Eskiden barış içinde yaşayan insanların nasıl olup da böyle kanlı düşmanlara dönüştüğünü anlayamıyorduk ama artık grupların tekrar dost olabilmesinin, bir arada yaşamasının mümkün olmadığını da kavrıyorduk.”
Adalılar itiraf edemedikleri bencillikleriyle belalardan uzakta, bu cennet diyarda Tanrı’nın şanslı kulları olarak yaşarlarken onların nazarında Yazar’ın bu değerlendirmelerinin hiçbir karşılığının olmaması doğaldır. Yazar’ın başka bir sohbet sırasında saf, iyi düşünceli anlatıcıya “Oyun daha yeni başlıyor” demesi Başkan’ın gelişiyle Son Ada’nın da düşeceği önsezisini içerir. Devlet aklına ihtiyaç duyulmayan adada gerçek yalandan, eğri doğrudan ayırt edilemez hale getirilirler. Medeniyet demek devlet, devlet demek düşmanların korkulu rüyası demektir; neyse ki o güne değin medeniyetle tanışmamış, düşmanlarını tanıyamamış adalıların Başkan’ı vardır ve onunla beraber korku, güvensizlik, huzursuzluk iklimi kara bir bulut olup çöker evlerin üzerine. Bu yeryüzü cenneti, geçmişinden arındırıldıkça ütopya distopyaya dönüşür.
Son Ada, gün gün mezarını kazıp da içine girmeye hevesli bir intihar sevdalısıdır. Yeşil düşmanlığıyla başlar her şey ve bakkalın sakat oğlunun dövülmesiyle sürer. Gür sesli itiraz işitilmedikçe durum fırsata çevrilir ve evlere habersiz girmeme, belli saatler içinde malzemelerin dağıtılması, ağır biçimde cezalandırılma kuralları adalıların hayatına sokulur.
Muktedir olmanın geri adım atmamak demek olduğunu vaktiyle epey sevilmeyen üretmiş, suikastlardan kıl payı kurtulmuş Başkan’ın silahıyla ateş ettiği gece –hep korkudan- gerginliği daima üst seviyede tutacağını anlarız ve o geceden sonra Başkan’ın iki kesin düşmanı olmuştur: martılar ve Yazar.



Gecenin sabahında acil toplanan ada komitesi martıları bitirmeyi tartışır. Yazar’ın ‘genel kurulun kararı daha doğru olur’ biçimindeki manevrasıyla kırk ev yeniden toplanır; ancak toplantı sunumunda ‘plajlar konusunu tartışacağız’ oyunuyla martılar dolaylı biçimde tartışılır. Yerinde konuşmalarla martı katliamı kararı çıkmayacak gibiyken başkanın karısının adanın tek sahibinin 1 Numara olduğunu, diğer herkesin sadece ev sahibi olup arazi sahibi olmadığını belirtmesi ve ‘ Ya, evini kaldırıp başka yere götür derse?’ gibi kadim bir korku türünü adalının içine düşürmesi işin rengini değiştirir. Ada demokrasisi al gülüm, ver gülüm hesabı, usta işi verkaçlarla adalılara golü atar. Golün ortasını elbette “Bu cennet koylara beş yıldızlı oteller, lüks kumarhaneler, diskolar, eğlence merkezleri yapılabilir ve bu milyarlarca dolardan hepimiz nasiplenebiliriz” diyerek Başkan yapmıştır.
Korkuyla fakirleştirilen insancıklar avuntu paranın kiriyle semirmeye kalkışınca o güne değin kurulan tüm dostluk, kardeşlik bağları onarılamaz biçimde yok olur. Sadece saatler sonra, ‘geri dönülemeyecek hatadan vazgeçilsin ve martılar öldürülmesin’ diye apar topar yazılan karşı bildirinin bir şiirle tamamlanması ütopik tarafın ne derece romantik davrandığının kanıtıdır. Karşı bildiriye Başkan’ın hiddetli tepkisi ise devletçi aklın katı gerçekçiliğidir: “Toplumun huzurunu bozmak isteyen bütün bozguncular, teröristler, anarşistler böyle bildirilerin arkasına sığınır.”
Katliamın ilk perdesi kanlı biçimde kapanınca karısına gidilir Başkan’ın, bir kadının, bir annenin bu kanlı oyunu durdurabileceğine inanarak. Oysa devlet aklının cinsiyeti erkektir ya da erkeğe göre konumlandırılmıştır, kadınlarsa ancak aşağı konumları kabullenerek bu yapıya dâhil olabilirler. “Hayatım boyunca bu yalvarmaları kaç kere duyduğumu biliyor musunuz? Hem de kuşlarla değil, insanlarla ilgili olarak!” Devam eder başkanın karısı: “Tutukluların eşleri, anneleri; idam mahkûmlarının aileleri; kayıp çocuklarını arayan kadılar; yani bir sürü ricacı.”
Derken ada tarihinde ilk kez camları patlatan, kiremitleri kıran, sahilden taşıdıkları büyük taşları çatılarına bırakan örgütlü martı hücumu yaşanır. Görev paylaşımları şu şekildedir: Bir kısım kiremit kıracak, bir kısım insanlara saldıracak, bir kısım intihar saldırısı yapacak. Hiçbir insan kapıdan dışarı çıkamaz, kafasını uzatan saldırıya uğrar.
O günün sonrasında bir daha martı hücumu yaşanmasa da martılar, insanlardan gördükleri kötülüğü sineye çekmemişler ve fırsatını düşürdükçe intikamlarını almışlardır: Gezintiye çıkan adamın iki uzvunun kırıldığı, şakağında kocaman bir yaranın açıldığı yaralama vakası ve sandalıyla denizlerine açılma cesareti gösteren adamın öldürülme vakası.
 Savaş kızışsa da adalılar, martı sayısında istedikleri azalmayı sağlayamazlar. İşte tam bu sırada köpekbalığı Başkan’ın (anlatıcının yakıştırdığı hayvan) düşmanın karşısına bir başka düşman çıkarma stratejisi devreye sokulur ve tilkiler getirtilir adaya.
Ancak bu hamleyle hiç ummadıkları, tehlikeli düşmanlar kazanmışlardır: yılanlar. Tilkilerin martı popülasyonunu azaltmasıyla ekolojik denge bozulduğundan birdenbire çoğalmışlardır. Adanın egemen aklı elbette böyle düşünmez; üstelik tüm kararlar demokratik biçimde alınmıştır ve çetin mücadelelerde beklenmedik sonuçlar her daim görülebilir. Önemli olan pes etmemektir ve Başkan da pes etmez. Yılan ilacı, uzman, siyanürle zehirleme gibi yollar denenir; hiçbiri çare olmaz. Tilki avında da başarılı olamayınca kontrollü orman yangını çıkarırlar; ancak o kadar tilkilere odaklanmışlardır ki kontrol kaybedilir evleri bile yanar.
Martıların gökyüzünde özgürce uçtukları o gün, tüm ada kül olmuş ve Başkan tek bir özeleştiri cümlesi bile sarf etmeden teknesine binip gidecektir. Sonrası… Hiç hesapta olmayan, martıları bile dehşete düşüren çığlıkla…


·         Zülfü Livaneli, Son Ada, Doğan Kitap Yayınları, 100. Baskı, İstanbul 2017
(Görür görmez heyecanlandığım "ifadeli martı" fotoğrafı için Gaye Özçelik'e teşekkürlerimle...)