Engelsiz sanat için


          Sanatsal gerçek bu kez farklı yansıyor fotoğraflardan. Çoğumuzun içinde şu ya da bu biçimde gizlenen bir gerçekten, engelli bireylerin dünyasından seslenilecek bu kez. Önce biraz düşünelim. Engelli insanlarla yaşamımızın farklı anlarında karşılaşınca neler geçer içimizden? Otobüste, dolmuşta, vapurda, merdivende, kitapçıda, lokantada… Acıma mı? Peki engelli birinin dünyaya geliş evresinde anne babanın hissettikleri nasıldır? Verilecek yanıtların kırıklığı, engellilerin yaşamımızda etkin rollere yeterince uygun görülmemelerinden mi kaynaklanmaktadır? O zaman sıkı durun. Toplumdaki rolleriyle öne çıkmış engelli insanları fotoğraf karelerinde görünce içimizden öyle şeyler havalanacak ki salt bu yüzden bile sergiyi kaçırmamalı.
          Serginin adı Yorgan, konusu Yorgan Altında Kimse Kalmasın olarak belirlenmiş. Peki neden “yorgan”, neden daha can alıcı adlar kullanılmamış? Serginin tanıtım yazısı düşüncelerimi değiştiriyor, kesinlikle iyi düşünülmüş her şey! Yeni doğan engelli bebeklerin en başta anne babası tarafından yadırganmayıp yorgan altına saklanmadığı, dışlanmadığı; aksine ortaya çıkarılıp toplumsal varlık olarak algılandığı ileti yüklü bir tümce, serginin konusu.
          Engelli insanlarımızı sanatsal temalarda pek görmeyişimiz de gerçeğin acıtan başka bir yüzüdür. Bugün var, yarın yok etkinliklerin kılıflarına girmeden, hep kanayan sorunlarımızdan da olsa çaresini kimsenin gözünü çıkarmadan işaret eden, son derece incelikle hazırlanmış, rengini sanatla sunmaya çalışan sergi İstanbul’da düzenleniyor. Daha doğrusu önce İstanbul’da sonra diğer kentlerde. Sergiyi Engelsiz Sanat Derneği düzenliyor. Engelsiz Sanat. Adı, girişimi ne kadar hoş! Yorgan altında kimse kalmasın diyen bu içli sesin yansımalarını alkışlamaktan öte geçip görmeli.
          Serginin İstanbul ayağı 26 Kasım Cumartesi günü Yeşilay Kültür Merkezi Sepetçiler Kasrı’nın büyülü ortamında saat 16’da başlıyor. 3-10 Aralık’taysa Cadde Bostan Kültür Merkezi’nde 20 saatlerinde. Verilen adreslerde görüşmek dileğiyle…

Yorgun sevda




Okurken dikkatli olmanız gereken eserlerden Yorgun Sevda. Gelişigüzel zamanların kitaplarından değil, can sıkıntısını yenmek ya da oyalanmak için okunanlarından hiç değil; aksine geniş zamanların derinlikli romanlarından. Kendinizi vererek, bazı yerlerini dönüp tekrar okuyarak ilerlemeniz gerekiyor.

Şiirsellik, roman gibi uzun soluklu metinlerde hep tedirginlik uyandırır bende. Devrik cümleler, bitmemiş cümleler, çok dizeli tek cümleler… Doğrudan işaret etmek yerine çoğu kez duyumsatan bu anlayış herhangi bir romanda ne kadar yakışıklı durabilir? İyi kotarılırsa yakışacağı kesin. Şiirleriyle kendine genişçe bir okur kitlesi yaratan bir şairimizin kaleme aldığı romanı okuduğumda yukarıda söylediklerimi yine düşünmüştüm. Bu şairimiz, fantastik dünyasında şiiriyle at koştururken zaman zaman roman yazdığını biraz unutuyordu sanki. Şairane cümleler başlarda keyif veriyorken ilerledikçe keyfiyetin sıkıntısına bırakıyordu yerini. Şiirin, şiirli dilin derinliği de gidiyor aslında romanda şairliğin tadını kaçırınca. Şiirin kucağına bırakılan bu eserin dili sayesinde düşünce ufuklarında büyümesi daha doğalken yazar bu ayarı tutturamamış Şairliğine yenilmiş. Oysa İrfan Yalçın’ın Yorgun Sevda’sı öyle mi? Küçük hacminden taşan büyüklüğü okuyucuyu sarıyor, yer yer sarsıyor. Şiirin, şiirli dilinin derinliğiyle kitabının hacmini kocamanlaştırıyor. Her şeyin hazırca sunulmadığı Yorgun Sevda’da, okurun romana kendini vermesini ve o bilinçle dikkatli okumasını bekliyor İrfan Yalçın. Romanın kıvrak cümle yapısına vurulup da biraz daldınız mı ipin ucunu kaçırıvermeniz çok olağan, yazar söylediğini ikinci kez söylemiyor.

Herkesten ve her şeyden uzakken lunaparkta çalışmaya başlamasıyla yeniden hayata tutunan genç kadının öyküsü sunuluyor Yorgun Sevda’da. 1954-1978 arasını kapsayan eser Ankara’da başlıyor, yazları kısacık kışları upuzun süren bir doğu kentinde sürüp İstanbul’a uzanıyor. Romanın baş kişisi Canım’ın (adını epey geç ama şaşırarak öğreniyoruz) iki metre yirmi dört santimetrelik “Afrika Canavarı” Hüseyin başta olmak üzere Baba Cemal, Çingene Nuri, Cüce Hamdi, Dede ile lunaparkta geçirdiği dostluk zamanlarına imrenerek bakarken işler karışacaktır. Bir gün Hüseyin lunaparkta olmayacak, buna karşın o Hüseyinsiz nasıl yapacaktır?

Yazarın anlattığı olayı görmezden gelsek bile onun insanı vuran ifadelerine kayıtsız kalmak olası değil. Öyle incelikli düşünülüp biçimlendirilmiş ki tek yapılabileceğiniz kitabı bir süre sonra yeniden okumak.

Çok beğendiğim birkaç yeri örnek olsun diye alıntılıyorum.

“Küçük kentten ayrılırken akşam, ellerimi seviyor yaklaşıp; az uzağımdaki sarışın kadını gösterip, “Allahaısmarladık de, git de,” diyor babam. “Demem,” diyorum, “onu gördüm mü, annem ağlıyor içimde.” (s.35)

“Bizi uzaklara, dağlara taşısalar; yalnız ikimiz olsak; çoban ateşleri yakıp türküler çağırsak, coşup coşup durulsak,; çimenleri, ağaçları, taşı toprağı öpsek; bize güneş verecek günleri beklesek!” Yüzüne yüzlerce söylesem mi? Hayır, söylemiyorum. Sessiz ve dalgın bakıyor. Uzun gölgesine sarılıp, “İçime gir,” diyorum sanki. “Olmaz,” diyor yüzü, “ben hayvanım!” (s.55)

Yorgun Sevda, yukarıdaki alıntılara benzer usta işi anlatımlarla sürerken romanın yapısı gereği de olsa ilginç durumlarla karşılaşıyoruz. Canım, çok sevdiği Hüseyin’i giderek hayvanı olarak kabul etmiş ama günün birinde onun lunaparktan götürüldüğünü öğrenmiştir. Daha sonra da içini bir cinayet, dolayısıyla ölüm duygusu kaplar. İşte tam da burada Canım’ın romana farklı hayvanlarla ilgili küçücük öyküler, değinmeler kattığına tanık oluruz: Ölmeye Gelen Kelebekler, Kesilmiş Tavuğun Ölüm Yürüyüşü, Köpekbalığının Koparılmış Yüreği, Yaşlı Ayı, Öldüren Güller. Hepsinde hayvanını bulmaktadır.

Giderek bu duyguyu kanıksayacağının öngörüsünü birkaç sayfa sonra kafamızda kesinleştiririz. Bu ilginç önerme Canım’ı romanın sonuna değin hayvanından koparmayacak, nereye gitse onunla olacaktır.

“Yitirmekten çok acı duyduklarımızı, sanki onlar hiç gitmemiş gibi yaşatamaz mıyız içimizde? Onlarla olan eski ilişkilerimizi, duygusal birlikteliğimizi sanal da olsa kurup yokluklarından gelen acıları söndüremez miyiz?” (s.90)