Aklıyla konuşan virtüöz: Fazıl Say





Fazıl Say’ın Akılla Bir Konuşmam Oldu adlı kitabı bir solukta okunuyor. Akıcı, sıcak anlatımı, açıklığı böylesi önemli bir entelektüelde alçakgönüllülük ve içtenlik gibi kişisel özelliklerle tamamlanınca ortaya sohbet ve deneme türlerine çalan bir eser çıkmış. Alışılanın aksine Say, bu kitabı oluşturacak yazıları önceden sosyal medya aracılığıyla paylaşıp bazı düzenlemelerle kitaplaştırmış. İyi de yapmış; öyle ki hayranlarının, takipçilerinin merakını gidereceği, hoşlanacağı akışkan bir kitap olmuş. Birkaç yerde kullandığı ifadeler  ‘bozuk izlenimi uyandırsa’ bile henüz önsözde “yazar iddiası olmayan bir müzisyenin, yoğun bir şekilde müzik ve fikir paylaşmaya çalıştığı yazılardan oluşan bir kitap olarak görülmeli” sözlerini anımsıyorsunuz.
Kitap dört bölümden oluşmakta: Dünyam, Yüzler, Şairlerim, Çocuklarım. Dünyam’da müzisyen kimliğinden yola çıkarak yazdıklarını, Yüzler’de onda iz bırakanları, Şairlerim ve Çocuklarım’daysa bugüne değin hayata bırakabildiklerini anlatmış.
Kitabın baş tacı kuşkusuz müzik ve müzisyenler. Onların varlığını yadsımadan baktığımızdaysa önemsenen isimlerin başında Ahmet Say geliyor. Birçok olay, tanıklık, şair ve yazar onun varlığıyla anlam kazanmış.
“Şiir bütün yaratıcılıkların anasıdır bence” (s.196) diyebilecek olgunluktaki Fazıl Say sıklıkla Nâzım Hikmet, Metin Altıok, Cemal Süreya, Ahmed Arif, Edip Cansever, Ece Ayhan, Âşık Veysel Şatıroğlu, Turgut Uyar, Can Yücel gibi büyük şairlerimizden söz açıyor. Önemli kısmı, çok değerli anılardan oluşan bu değinileriyle benim edebiyat tutkumu sarmaladıkça sarmalıyor. Çoğunu baba Say’ın sanat aşkıyla var ettiği bu toplantıları bir müzisyenin gözünden doyumsuz bir film tadında seyretmek (evet, gerçekten film gibi) olağanüstü keyifli. Diğer sanat türleri gibi müziğin de dilden doğduğunu, dilsiz müzik yapılamayacağını, dilsizlik dönemlerinde yalnız birtakım anlamsız seslerin olduğunu, dil sayesinde ezginin yolunun açıldığını bilen, kuramsal düşünebilen ve bunu yoğunluğuyla yaşayan akıllı bir sanatçı Fazıl Say.

“130.000 yıl önce ilk insanların, tahtayla taşlara vurarak ritim tutmasından, naralar atmasından, gök gürültüsünden korkup müzik yapmasından günümüze varana kadar bu yolculuğun anahtarları nedir?
Müzikte üç ana unsur vardır:
Melodi
Armoni
Ritim.” (s.35)

Kitapla ilgili o kadar çok not aldım, bunları çeşitli işaretlerle birbirine bağladım ki bunların hepsine tek bir yazıyla değinmemin olanağı yok. Öyle ki müzikle, sanatla, siyasetle ilgili çok sözü var Fazıl Say’ın. Keşke sanatlarını suskunluk içerisinde geçiren tüm sanatçılarımız düşüncelerini onun gibi açıklıkla ve içtenlikle ifade etseler de toplumsal kuraklığımız bir nebze olsa giderilse. Bu kuraklığa inat, kitabında dışa vurduğu hiçbir birikmişinde –suskunlar topluluğu da dâhil- kimseyi incitmemeye gayret etmiş. Öyle incelikli ki bu satırlarda isim verseydi bile (art niyetli olmayan) kimsenin kırılacağına inanmazdım.
Toplum olarak muhafazakârların, laik-Atatürkçülerin ve Kürtlerin (toplumsal kesimleri ayırmada çok yöntemsiz bir bakış açısı bana kalırsa; yine de niyeti öyle iyi ki eleştirmek şöyle dursun, “bence de” diyesiniz geliyor) barıştırılamadığı günümüzde güç sarhoşu muktedirlerin sosyal medyaya bile ayar vermelerinden dem vuruyor. (Nasıl vurmasın, onun ‘Hayyam-retweeted’ davası hâlâ çok taze. Ki başta ceza bile verilmişti) Tam da burada insanların sosyal medyayı önceden bir tür dert dökme defteri (ömrün uzun olsun Adalet Ağaoğlu!) olarak kullandıklarını, bugünse maalesef durumun değiştiğini anlatıyor. Kimse topa girmiyor.
“İnsanlar düşüncelerini yüreklerine gömdüler, en fazla aralarında konuşuyorlar. Sosyal medyada düşündüğünü yazmak hayli azaldı. Çünkü insanlar hayatlarına büyük zararlar verebiliyorlar.” (s. 48)
Aklıyla konuşabilen yürekli virtüözümüzün güzel tespitiyle bitireyim: “Çünkü doğa mükemmel olmadığı için sanat vardır.” (s.130)


* Akılla Bir Konuşmam Oldu, Fazıl Say, Doğan Kitap, 20. baskı, İstanbul, Ocak 2018

Ölmeme Günü





Üniversitedeki ilk günümüzde hoca, edebiyat öğrencileri olan bizlere sormuş ve bizler sanki soru çalışmadığımız yerden gelmiş gibi susmuştuk. Soru zor muydu? Aksine… “Edebiyat nedir?” İyi kötü bir şeyler, kalıp ifadeler kullanmaya hevesli değildi hiç kimse. Sonra bir arkadaşımız söz istedi. Yüzünde gözlerini aydınlatan cesaret ışığıyla “Ya hoca dediğimi beğenmezse”nin ürküntüsü iç içe geçmişti. Harika bir tanımdı. Bunca yıldır değil aklımdan çıkması, her yeri geldiğinde bu olayla birlikte hatırlatırım: “Edebiyat bir devin dünyayı omuzlarında taşımasıdır.”
“Devlerin dünyası” değil, çünkü bir dev kalabalığı olsa hiçbiri diğerinin sırtına ne yüklenmiş diye düşünmezdi. Diğer bir deyişle devler sınırlı sayıdadır, yani azdır ve az olan değerlidir. Nasıl değerli olmasın; kadim insanlık tarihinin çilelerle, isyanlarla dolu serüvenleri başka türlü bugünlere nasıl ulaşabilirdi? Önce sözden söze, dilden dile, kuşaktan kuşağa aktarıldı, sonra yazıya döküldü, okundu, çoğaltıldı, başkalarına anlatıldı, başkalarınca okundu… Dolayısıyla insanın belleği olma görevini yerine getirecekler birer dev gücünde olmalıydılar ve kendileri dışında kimsenin altından kalkamayacağı bu aktarımı yapmak elbette şairlere, yani devlere kaldı.

Bir dev gibi seviyordu dev
Ve elleri öyle büyük işler için
                               hazırlanmıştı ki devin,
yapamazdı yapısını,
                               çalamazdı kapısını
bahçesinde ebruliiii
                               hanımeli
                                               açan evin.

Nâzım Hikmet’in Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri şiirinde kendisi için “dev” simgesini yakıştırması da yanılmadığımı düşündürtür bana.



Şiire hevesli olup da büyük şairlerimizin kitaplarını karıştırmadan, onlar hakkında yazılmış romanları, öyküleri okumadan olur mu? Olmaz… Sadece olmaz değil, olamaz da. Bu minvalde şiir düşünüp şiir yaşarken ve takvim yaprakları gene mart ayında ilerlerken içim kaynamaya başlar. Mart ayıyla silkinen, canlanan, tazelenen doğa; başta erik çiçekleri olmak üzere hayranı olduğum tüm çiçekler; sadece insanın değil, bilcümle canlının kabına sığamaması ve aşkın kendini duyurması… Üstelik takvim yapraklarının Mart ayına vedaya hazırlandığı şu günlerde her zaman ki geç anımsamanın burukluğuyla “26 Mart Ölmeme Günü”ne geliriz.
Peşinen 26 Mart Ölmeme Gününüzü kutlarım. Olur ya, yazının şirazesi filan kayar da unutuveririz. Önce biz unutmayalım, nice anlamlı günden aşağı olmayan bu günü önce biz unutturmayalım ki kimsecikler ‘böyle bir gün mü varmış’ diye şaşırmasın.
Belleklerimizin bin bir deneyimle sınanmasından biliyoruz, toplum olarak anımsama yetimizin yeterince gelişmediğini. Bu nedenle kimine anımsatalım ki bilgilerini tazelesin kimine öğretelim ki bir sonraki anımsatmamıza değin unutmamaya çalışsın. Sözü güzellikle sürdürelim ve soralım güzelden yana: Böyle bir günü kim ya da kimler çıkarır? Siyasetçiler değil elbet! Sporcular hiç değil! İktisat dünyasınınsa böyle eften püften işlerle zaten şuncacık işi olmaz! Bu incelikli gün, elbette ki edebiyat ve sanat dünyamızın, özelindeyse şairlerimizin bir araya gelmelerinin meyvesi,  bir güzel buluşudur. Sanatın ve şiirin serüveninden ve elbette aşktan söz ettikleri bu akşamlarda doğar, “Ölmeme Günü”. Can Yücel, Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Tomris Uyar, Tunga Uyar, Ömer Uluç, Muhteşem Sünter, Salim Şengil, İsa Çelik, Mehmetcan Köksal, Dürnev Tunaseli, Behzat Ay, Nezihe Meriç, Yelda Karaağaç, Bahattin Yücel, Ferhan Şensoy… Bu kadar güzel insanın masasından da olumsuz sonuç değil, ölümsüz sonuçlar çıkar doğal olarak.
Ölmeme Günü’nün doğuşuyla ilgili farklı öykülerin bulunmasını isimlerin “dev” oluşlarına bağlıyorum. Çok bilinen İlk öyküyü o masanın müdavimlerinden fotoğraf sanatçısı İsa Çelik anlatıyor. Yıl 1981, darbe ertesi. Kaçaklar, hapishanelerdekiler… Ortalık sessiz, sessizlik tehlikeli, fena. Tomris Uyar’ın davetiyle bir sanatçı kalabalığı (yandığı için günümüzde bilinmeyen Krepen Pasajı’ndaki) Neşe’nin Yeri’nde buluşur. Yasaklardan, baskılardan bunalmış, rakı içip edebiyattan, sanattan söz eden esrik grup adına Tomris Uyar o günü “Rakı ve Özgürlük Günü” ilan edelim der. Olurdu, olmazdı derken grubun tanıdığı simalardan Tombalacı İsmet içeriye durgun ve bozuk biçimde girince İsa Çelik “İsmet neyin var? Biraz ölük halin var” der. Cevval zekâ sahibi Tomris Uyar, bir büyük şişe rakı ister ve İsmet’e bu şişeyi iyi saklamasını ertesi yıl, gene bu gün, bu şişeyle kutlama yapacaklarını söyler. İsa şişeyi kapar, İsmet’in rakıya dayanamayacağını seneye başka rakı getireceğini bildiğinden üzerini kâğıt kaplayıp getirir herkese imzalatır. Böylece 26 Mart günü Rakı ve Özgürlük günü, ölük İsmet nedeniyle Ölmeme Günü olarak edebiyat tarihimize kaydolur.
Ölmeme Günü’nün ortaya çıkışıyla ilgili ikinci öyküde grubun arasında yer alan ya da gruba sonradan katılan, kimilerinin Destina diye andığı, tanınmayan bir Rum kadın vardır. Herkesi merak ve şaşkınlıkla dinleterek bedenindeki iğneden bahseder. İğnenin kalbine doğru ilerlediğini, her an kalbine saplanıp onu öldürebileceğini söyler. Bunun üzerine Turgut Uyar garsondan bir şişe rakı ister ve gelen şişeyi masadaki herkes imzalatır. Şişeyi bu haliyle Destina’ya uzatarak, seneye bu gün bu şişeyi içeceğiz der ve ertesi sene aynı gün imzalı şişeden hep birlikte rakı içerler. Böylece 26 Mart’ın adı da “Ölmeme Günü” olur.
 Hangi öykü doğru olursa olsun Ölmeme Günü 1981’den Turgut Uyar’ın öldüğü 1985’e değin sürdürüldü. 1985’ten günümüze gelene değin ise Cemal Süreya’nın “Ertesi gün için bir şey diyemem ama rakı içtiğin gün ölmezsin” dizesi eşliğinde şiir sever insanlar bir araya toplanmayı, birlikte imzalar atıp bir sonraki seneyi hedefleyen unutulmaz bir Ölmeme Günü geçirmeyi sürdürmektedirler.

Bir efsunlu tarih: Fuat Sevimay'ın Kapalıçarşı romanı






Kristof Kolombus’un zevk-i sefa peşindeki ağabeyi Frederico tüm parasını döküntü bir mavnaya vererek evden, babadan, Ceneviz’den kaçmış, Marmara Adası’nın iskelesinde boş boş durmaktadır. Adanın mermer bezirganı Hristo –kendisi cimrinin önde gidenidir-, Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği İstanbul’un Kapalıçarşı inşaatı için yüz adet mermer götürecektir ve sevkiyat için bu köhne mavnayı haddinden ucuza ayarlayınca macera başlar. Mermerler İstanbul’da Nazar Usta’ya ulaştırılmak üzere yol çıkar. Ancak çıkılan bu olaylı yolculuğun sonucunda bu yüz mermerden yalnızca biri ulaşır. Güzellikte emsalsiz bu taşı gören Nazar Usta bir ses işitir: “O benim” diye. “Pir’in getireceği kitabı oku. Kitaptaki taş benim. Adımı sen koy.” Horasan’dan geldiğini söyleyen yaşlı Pir, ceylan derisi kaplı kitabı ona verir. “Taşın sırrıdır,” der. “Taşı taş zanneden bizden değildir.” yazılıdır kitabın ilk cümlesinde. Nazar Usta taşın adını ‘Aras’ koyar. Kitabın tarifine göre mermerleri çoğaltır, yüze tamamlar. Alınlıklarına asılacağı bu mermerler sayesinde dükkânlar; bereket, dürüstlük, namuslu kazanç ve bollukla dolacaktır; ne var ki iksire Püssük adlı kedinin üç damla çişi karışınca mermerlerin akıbeti farklı gelişir.
Baba İlyas geleceği okuyan efsanevi ve bilge kişisidir romanın. Otuz sene sonra Kristof Kolombus’un Amerika’yı ve tütünü keşfedeceğini, atmış sene sonraysa Fatih’in torunu Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı alacağını bildirir.
Sefere çıkan Osmanlı ordusunun mimarbaşı Hayreddin Ağa, Edirne’de otağ kurulunca Atik Saray’ın süslemecisi Osman Aga’yı çağırtır. Ona “Fatih Han ister ki Stinpoli’ye yedi düvelin halkı, bilgini, âlimi, tüccarı, zanaatkârı, bezirgânı, velhasıl ilim ve ticaret ehli kim var ise gelsin. Şehir, sefaletinden, harabetinden bir an evvel kurtulsun. Ahiler postlarını sersin, ellerini, kapılarını, bellerini bağlasınlar. Zanaat ehli kalfalar, çıraklar yetişsin. Kıssadan hisse şehir şenlensin. Bu ancak imarla, imar da mimarla olur.” (s.42) der. Ayrıntılara girdikçe yapılması düşünülen Kapalıçarşı’nın boyutlarının o güne göre olağanüstü büyüklüğü ortaya çıkar. Üstünün kapalı olmasıyla birlikte yirmi iki kapısının, yüz sokağının, bin dükkânının, çift bedesteninin olması ve hanıyla hamamıyla müteşekkil göz kamaştırıcı bir projedir Kapalıçarşı. Osman Aga’dan iki bedestenin değirmi alınlıklarını en güzel mermerlerle süslemesini ister.
Pir, Nazar Usta gibi Hüseyin Aga’nın da karşısına çıkar ve Hüseyin Aga da taşın sırrını anlatan kitaptan öğrendiği şekilde taşlara ve özellikle de karşısında duran alımlı taşa gönül gözüyle bakar. Sevgilisini hatırlattığından ona Meriç adını koyar.
Çalışmalar bedestenlerden başlayacak, önce onlar ayağa kaldırılacaktır. Bizans’tan kalma eski bir kalıntı üzerine sekiz sütuna on beş kubbeli, dört kenarlı yapı olacaktır, İç Bedesten. Sandal Bedesteni’yse limana daha yakın konumda, ortada geniş sahanlık, etrafına dükkânlar gelecek biçimde inşa edilecektir. Her ikisi de filayağı üstüne konuşlandırılacak, beden duvarlarında ahşap ve taş, alınlıklarında mermer kullanılacak, duvarların ağırlığı hatıllara bindirilecektir. Bedestenlerin etrafına yollar, bitişik nizam dükkanlar, loncalar, hanlar yapılacak, Arnavut bacaları sayesinde hiçbir köşe gün ışığından mahrum kalmayacak, sokak ağızlarına füruşlar işlenecektir.
Bedesten’lerin alınlıklarını süsleyen o mermerler… Ah o mermerler… Marmara’dan beyazlar, El Aziz’den vişneler, Germiyan ilinden yeşiller, Trak dağlarından pembeler…
Meriç’le Aras’ın aşkı içimizi ılıtırken Püssük’ün işediği o üç levhanın uğursuzluğunun ilk işaretleri çalınmışken kulaklarımıza Mimarbaşı’nın adamı Mirza, İç Bedesten için on iki alınlık almaya gelir. Meriç ve Aras’ın dışında gri damarlı kem gözlü mermer de vardır. İki aşığa  “Sevginiz yalandır” diye fısıldayan bu mermer, şans bu ya, İç Bedesten’de Aras’la Meriç’in arasına yerleştirilir.



1461’de Kapalıçarşı ayağa kalkmış, açılış için padişahın seferden dönmesi beklenmektedir. Seferden dönen Fatih hem açılışı yapar hem de ad konulamayan çapraz bir sokağa “Kahraman Kavaf Kavalalı Arif Efendi Sokağı” adını koyar.
Kimsenin bilemediği kahraman Arif kimdir? Osman Aga’yla Makedon güzeli Sameda’nın bin bir güçlükle gerçekleşen vuslatlarının düğününde karşımıza çıkar. Düzenbaz ve hilekâr nitelikleriyle düğüne sızar. Orada Sameda’nın kız kardeşine sarkınca dövülür. Sığındığı evin tek tekesini kesip yer, kaçar. Günlerce yürüyüp Beyazıt’a vardığında konuşanlardan millete çarık dayanmadığını işitir. Söz sahibi yaşlı kavafın duygularını anlamıştır. “Aradığın çırak ayağına geldi ustacığım,” der. Sahtekâr olduğu oranda beceriksizdir Arif; ama ustanın kesesini aşırmayı, kızına sarkmayı layıkıyla başaracak tabiattadır. Ustanın tüm öfkesine karşın ağlaya ağlaya kendini affettirmeyi başarır ve çok geçmeden bir aylık koyun derisi ve manda köselesinden has çarıkların tümünü satar. Yaşlı kavafın hışmından ancak Trebizon seferine çıkmak üzere olan yeniçerilere karışarak kurtulur. Canını kurtarmış, kırk gün süren yol boyunca yenilip içilmesinden çok hoşnut kalmıştır Arif; ne var ki Trebizon’a varıp da cenk vakti gelince savaşmanın değil, sıvışmanın yollarını arar. İstemeden lağımcılığa ayrılır ve Sefer Ağa’nın emrine verilir. Birbirimize güvenimiz tam olmalı diyen Sefer Ağa onu kara ölüm düğümleriyle kendine bağlar. İşten kaytaramayan Arif Trebizon Hisarının batı ucunun mahzeninde istemeden kendini patlatınca bir türlü gerçekleşmeyen fethin önünü açan kahraman olur.
Nitekim romandaki birçok hikâye gibi bu hikâye de uydurmadır; Kapalıçarşı’da hiçbir zaman böyle bir sokak olmadığı gibi bu uydurma hikâye de bir iftar sonrası feci mide zafiyeti geçiren kişinin Arif adında bir adamdan dinlemesinden ibarettir.
Hristo’yu İstanbul’a taşıyan Frederico’nun mavnasında yolculuk eden iki kardeşin büyüğü Giovanni Müslüman olup adını Civan yapar. Hızla kendini geliştirip Yeni Çarşamba Camii’nin imamlığına yükselir. Vaazlarıyla ünlenen, cemaati camiye sığmaz olan Civan, bugünkülere ilham verecek bir yasakçıdır.
Bir gün, bir kefere gelip de Civan’a “Beni hatırladın mı?” diye sorana değin her şey süt liman sürmekteydi. Elbette hatırlamıştır. Mavnanın sahibi Frederico’nun dokumacı babası, kendininse vaftiz babasıdır. Oğlunun kazadan bir iki gün sonra bir kervanla Tibet’e huzur bulmaya gittiği yalanını söyler. Ona bir mektup bırakan adam bunu gittikten sonra okumasını ister. İşte o gece ilk kez namaz kaçırır Civan, Yasin okuyup İstavroz çıkarır. Derken Hurufi Mirza yanında biter. Aklını karıştırır. Sakalını kesmesi icap ederse İmrahor’daki köse berbere gitmesini salık verir. Derken Pir gelir ve oracıkta epeydir takip ettiğini söylediği kefali yakalar. Sudan çıkan balığa “özüne dön” deyince balık, otuz beş yaşlarında bir adama dönüşür. Giovanni’yi Ceneviz’deyken “Seni Kudüs’e götüreceğim” diye kandıran mavna sahibi, yani ağabeyi Frederico’dur.
Sonra İmrahor’daki berberi bulur. İzbandut herif kör usturayı boğazına dayadıkça canından can gider. Koca sakalını köpürtmeden “Kerbela’dakileri düşün, acıyla kardeş ol” sözleriyle keser. Tıraş bittiğinde herifin yerinde Mirza durmaktadır. Ona şöyle seslenir: “Acıya dayanıklıymışsın. Hoş geldin aramıza. Hayatın nimetleri dışarıda seni bekliyor. Paradan, puldan, servetten değil kastım. Bunlardan uzak dur, kendini sakın. Bir çulla döşek yeter bize, aksi takdirde peşinden koşturduğun seni esir alır. Sesleri ve sözleri takip et. Güzel sözlerden medet um. Haramdan sakın, sunulan nimetiyse geri tepme. Yoksa Allah’ın gücüne gider. Şimdi dışarı çık ve aşkı ara.”
Osmanlı ülkesinde Hurufi avının devam ettiği o günlerde imamı olduğu Çarşamba’ya yasakladığı biçimlerde hem sakalsız hem de cübbesiz dönen Civan, eski müritlerinden fena bir dayak yer. Bırakıldığı yerde hayatında duyduğu en latif sesli kadın imdadına yetişir. Kendisini korur, kollar, sağaltır. Çok ihtimam gösteren yirmi dokuz yaşındaki kızıl saçlı, güzel sesli ve önceden Kavalalı Arif’in sıkıştırdığı bu kadın Latife’dir. Civan’ın damdan düşercesine yaptığı ve kabul gördüğü evlilik teklifine annesi ancak bir kese sultaniye altını ve bir de çeyiz sandığı geldiği takdirde razı olacaktır. Mirza’nın üstün gayretiyle tamamlanan sandığı götürdükleri sırada Arif’in tek koyununu kesip perişan eden köylünün midyecilik yaptıklarını görürler. Civan bunlardan birini tadarken ağzına sert bir şey gelir; ama yutuverir. Ardından cırcır olur, dışkı bulaşan iç donu şanssızlıkla çeyiz sandığının içine girer. Bu haliyle sandık açılıp da ortalığa bok kokusu yayılınca niyetler değişir. Sokağa fırlatılan sandıktaki boklu donu, donun içindeki inciyi – ki Osmanlı’daki en büyük inci olacaktır- yoldan geçen berduş Hristo bulur. İşte bu inci sayesinde Kapalıçarşı’da “Hristo Aftendi” adıyla dükkân açacaktır.
Latife hâlâ Civan’ı sever sevmesine ama yaptığı terbiyesizliği de affetmez bir türlü. Tel bağlamaya gider. Orada rastladığı Pir’in “Bir yıla kalmadan evleneceksin, iki yıla kalmadan anne olacaksın, yirmi yıl sonra da nine olacaksın. Çeyizini hazırla,” sözlerine sevinir.
Kavalalı Arif’in Trebizon seferinden önce, Osman Aga’nın Edirne’deki düğününden önce Filibe’de fingirdek kızın kanına girmiş, ondan bir oğlunun doğacağı gün can vermiştir.
Mimarbaşı Hayreddin 1475’te Nazar Usta’nın tezgâhından çıkan iksirli mermerlerle kaplanan Gedikpaşa Hamamı’nı açar. Islanan peştamalları toplamak, müşteriyi havluyla kurulamak, geceleyin hamamı paspaslamak, ortalığı toparlamak üzere tellak kalfası olarak Danyal (Diangelo) işe alınır. Baba İlyas’tan iş isteyince limana girmek üzere olan gemideki 365 çuvalı taşıması yanıtını almıştır. Açlıktan fenalaşmak üzere oldukça akşama nasılsa karnım doyacak diye işe sıkı sıkıya sarılır ve Baba İlyas tüm dediklerini yapmasına rağmen umduğunu bulamayıp yediği öğütle yetinir. Çaresizlikten bir köpeğin ağzından aldığı kemikle kadınların çamaşır için kaynattıkları kazanı çalıp kemik suyuna çorba yapar. Ertesi sabah günümüzün kahveleri gibi işletilen bir mekânda ayakkabıcı olan adamdan iş istemeyi düşünürken mekân sahibi onu yanına çağırır. Aşını paylaşır, ona fırfırlı bir mintan verir. Zamanla dil öğrenen, bedenine kan can gelen Danyal, adam kendisine sarkıntılık edince oraya bir daha gitmez. Bu olaydan sonra düzgün insan olmayı bilerek ve isteyerek bırakır. Üstelik kendi bile bilemez Osmanlı’nın çöküşe geçmesine neden olacağını.
Danyal yemin etmiştir, rüyasına evliyalar girip de kendisine yalvarmadıkları sürece hiçbir işte çalışmayacaktır. Zaten ona göre iki türlü iş vardır:
1.         İşinden memnun olup kendinden memnun olmayanlar
2.         Kendinden memnun olup işinden memnun olmayanlar.
Külhanbeyi havalarıyla Kapalıçarşı’yı haraca bağlama denemesi, esnafın püskürtmesiyle fiyaskoya döner. Başarısız girişimin akabinde yanına gelip ağzı bozuk ve ölçüsüz manisiyle kendisine ayar veren ak sakallı adamı kovalasa da tam on iki yıl sonra ilk kez bir rüya görür. Rüyasına giren Pir ondan dört şey ister:
1.         Adam gibi çalış, harama el uzatma.
2.         Yarın hamama gelecek kızıl saçlı, çilli kızla evlen.
3.         Kalenderi olup pirini bil, onun adını hayırla an.
4.         Tulumbacılık yap.
Önce hamamda tellallığa başlasa da daha ilk dakikasında anahtarı kubura düşürür, almak için eğildiğinde penisi Püssük’ün işediği kötücül taşlardan birine değer. Bin bir güçlükle anahtarı almışken bu sefer de yanlışlıkla kadınlar kısmına dalar ve otuz bir yaşına girmiş, kızıl saçlı, çilli Latife’yi çırılçıplak görür. Çıkardığı patırtıyla kapı dışarı edilip peştamalla ortada kalsa da Pir’in öğüdünden çıkmayıp kızla anasını takip eder. Yaşlı kavafın dükkânına girdiklerini gözler ve onlar çıktıktan sonra dükkâna girer, adama hikâyesini dolandırmadan anlatınca bir çikolata al gel cevabıyla oradan ayrılır. Kapalıçarşı esnafından asırlık çınar Tuğrul Beye yakararak uslandığını, külhanbeyliği yanlış anladığını, adam olmaya meylettiğini söyleyerek kız istemede ona eşlik etmesini ister. Çikolatanın ne olduğunu kimse bilmediğinden istemeye istemeye efsanevi kişi Baba İlyas’a gider. O da henüz icat olunmadığını belirterek lokum almasını salık verir.
Pir’in Latife’ye söylediği kehanet gerçekleşir ve evlenirler. Zeki, yetenekli, Tuğrul Beyin göz bebeği olacak Mircan fırlaması doğar. Büyüyüp kapıkuluna girer Mircan; ancak sıcaklardan hoşlanmıyorum diyerek seferlere katılmaz, bunun yerine Balkanlarda delikanlı devşirir.
Adı Rüstem konacak bir Arnavut çocuğunu da devşirir Mircan. Zaman içinde çocuk Rüstem büyür, kocaman olur, o kadar kocaman olur ki sonunda Diyarbakır’a da vali olur. Herkesten rüşvet alır, Osmanlı’da rüşveti âdet haline getirir. Osmanlı’yı en güçlü zamanında çürüten, çökerten adam, Danyal’ın oğlunun devşirdiği Rüstem’in yükselişi sürer, sadrazam olur. Hürrem’e diyet borcunu ödemek için Şehzade Mustafa’nın idamını hazırlar ve ayyaş Sarı Selim’e tahtın yolunu açar.
Sonra, tiyatronun aslında ilk kez bu dönemde Kapalıçarşı’daki Şark Kahvesi’nde on iki kişilik bir oyuncu grubu tarafından oynandığını okuruz. Romanın başından beri okuyageldiğimiz bu kişilerin dışında kim olduğunu henüz bilmediğimiz, 30 yaşlarında, sakallı, elinde samur fırça, önünde şövale ile beyaz tuval olan, tek seyirci Vinçili Leonardo Beye oynandığı için dört beş yüzyıl daha beklemiş, yaygınlaşmamıştır.
Oyundaki en önemli rol Pir’indir. Burada toplanmamızın nedenleri var der, sıralar:
1.         Vinçili Leonardo İsa’nın son akşam yemeği resmini tasvir edecek.
2.         Yarın öleceğim için size bir baş gerekecek.
3.         Aranızdan biri haindir. Yarın sabah Fatih Sultan Mehmed’in canına kast edecek.
Üç perdelik oyunun ilk perdesi bu sözlerle kapanır. İkinci perde Leonardo’nun coşkulu sözleriyle canlanırken on iki kişinin tamamı çeşitli sözlerle birbirini itham eder. Hekimbaşının sefere gitmek için kalkmasıyla bu perde de sonlanır.
Son perdede Pir tartışmalara, ithamlara kızar. ‘Yıkılın karşımdan’ der, hepsi çıkar, oyun biter. Oyun sonlansa da Leonardo’yla konuşması sürer Pir’in: “Geleceği inkâr edecekler. İyiliği savunuyoruz diyerek, iyiliği savunuyoruz diyenlerle savaşacaklar. Birbirlerinin kanını akıtacaklar. Kazandığını sananlar kaybedecek. Kaybettiğine üzülenler de kaybedecek. ‘Düzen’in sürmesi için öldürecekler. Küçük insan olmak peşinde koşacaklar. Dinin, ahlakın, aidiyetin, çalışmanın büyük gerçeğine değil de küçük yanlışlarına kapılacaklar hep. Kimisi parada ve hırsta, kimisi aylaklıkta, kimisi insanın aslını unutup herkesi eşit tutmada, kimisi sahte dindarlıkta, bazısı iktidarda, bazısı bayrakta arayacak mutluluğu. Oysa iyilik ve mutluluk insanın kalbinde, senin ve karşındakinin kalbindedir. Durup hayattan keyif almak yerine, acıya ve kör bir inatla boş işlere tutunacaklar. Kendilerine ve birbirlerine ihanet edecekler. Gerçeğe ihanet edecekler. İhanete bulanacaklar. Göremeyecekler. Üzüntüm bundandır” der. (235)
Pir ertesi gün mermerlerle, dükkânlarla helalleşir ve kendinden vazgeçip mermerlere karışır. İki gün sonraysa Fatih zehirlenerek can verir.
Beş yüz otuz sene sonra İngiltere’den İstanbul’a Miriam ve Matteo adlı iki sevgili gelir. Kapalıçarşı’yı anlatan ünlü Heart of İstanbul – Tale of Grand Bazaar (İstanbul’un Kalbi – Kapalıçarşı Masalı) romanını okumuş, kitapta aradıklarının peşine düşmüşlerdir. Karşılaştıkları ve bir türlü istediklerini satmaya yanaşmayan Nazar Usta’nın on sekizinci kuşaktan torunu Ohannes’le rastlaşıp Baba İlyas’ın torunuyla da tanışırlarken, tesadüf bu ya, orada yazar Latife Tekin de bulunmaktadır. Mirza çayları, ıhlamurları getirir. Latife sorar misafirlere: “Sizce Pir kim?” Matteo “Jesus İsa” der. Mirza soya çekim gereği itiraz edince Ohannes de aynı bilimsel ilke gereğince “Sıradan kişi nasıl çarşının ruhuna karışacak. Dedelerin gibi sen de inkâr ediyorsun” der.
Baştan sona özenle kurulmuş, ayrıntılarında bile nice hünerler sergilemiş Fuat Sevimay’ın Kapalıçarşı romanını tarihin değişmezleriyle değil de düşle gerçeğin harmanlandığı geniş zamanların mest eden efsunuyla okursanız elinizden bırakamazsınız.

    
     Fuat Sevimay, Kapalıçarşı, Hep Kitap, 1. Baskı, Mayıs 2017, İstanbul