Lars Von Trier kadın düşmanı mı?



Lars Von Trier’in Antichrist filmini (2009) ilk elden ve ivedice “kadın düşmanlığı” üzerine kurduğunu rahatlıkla düşünebiliriz. Zira filmin kışkırtıcı derecede sertliği, yönetmenin yaşamındaki özel dönemle ilişkilendirilince ve bunu sağda solda çıkan yazılarla, haberlerle harmanlarsanız, “Evet, Antichrist  kadın düşmanı bir film” demek son derece kolay olur. Zira 62. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi Haneke’ye kaptırması belki sürpriz değildi, hatta abartılı da sayılmazdı; ancak Antichrist'in ekümenik jüri tarafından “Dünyanın en kadın düşmanı filmi” gibi bir anti-ödülle anılması (filmin başrol oyuncusu Charlotte Gainsbourg’a en iyi kadın oyuncu verilmesiyle tezat oluşturuyor) gerçek bir felakettir.



Lars Von Trier’in bir gazetecinin sorusunu yanıtlarken İsrail’i eleştirmek için Sadece adamı (Hitler’i) anladığımı söylüyorum. O kadar iyi bir herif değil ama onu çok anlıyor ve ona biraz da sempati duyuyorum” demesi, devamında da Nazilerin estetik anlayışıyla ilgili “Hitler’in mimarı Albert Speer’i çok seviyorum, Tanrı’nın yarattığı en iyi kişilerden biri değil belki ama o güzel yeteneğini Nazi rejimi sırasında kendisini ifade etmek için kullanabildi” deyip sonrasından “Tamam ben bir Naziyim" çıkışı Trier’e yeni başlayanları şaşırtabilir de ürkütebilir de. Bir süre sonra “Eğer bu sabah sarf ettiğim sözler birilerini incittiyse, hakikaten özür dilerim, ben ne bir Yahudi düşmanıyım, ne bir ırkçı, ne de bir Nazi” diye yazılı açıklama yapması ortalığı durultmaya yetmeyecek; sevimsiz, itici ve (olağanüstü toplantıyla Cannes’dan atılabilecek kadar) istenmeyen adam  haline gelmesini engelleyemeyecekti. Gelgelelim Trier’in bu farklılığı onun sinemasını izleyicilerin gözünde daha dikkate değer ve ilgi çekici hale getirmekten başka neye yaradı? "Benim işim tahrik etmek çünkü bu şekilde iyi film yaparsınız" demesiyle bu çıkışlarının sinemasına kattıklarının sır olmadığı açık.



Antichrist’e ve kadın düşmanlığı sorununa dönersek, filmde kadın olgusuna dönük herhangi bir saldırı ya da düşmanlıktan bahsetmek ancak niyet okumakla varılabilecek kolay sonuçtur. Kadın karakterin kocasına (Willem Dafoe) dönük kışkırtıcı derecede nefreti (ya da sevgisi) dışında bu yargıyı hangi temele oturtabiliriz merak ediyorum. Trier’in yaptığıysa kadın-cadı dönüşümünü ve kadın katliamını tanımlamaktadır ki bu arada olanca sorumluluğuyla deccal olarak erkeği işaret etmektir ve filmin belleğimize kazınan son sahnesinin alt anlamında da bu yatar. Kadınla cinsel ilişkiye giren erkek üsttedir ve toprağın altı kadın ölüleriyle doludur. Üstelik filmin en başından itibaren psikolog kocanın (aynı zamanda babanın) acı çeken karısının aksine aşırı metanetli, soğukkanlı duruşu ve acıyla arasına duvar örmüş mantığı ve filmin ilerleyen bölümlerinde kadının ilaçlarını kestirmesi ve peşi sıra yaşananlar göz önüne alındığında yaşananların sorumluluğu erkeğin omuzlarına biner.



Elbette filmi hepten erotik, hatta pornografik olarak kabul edenlere sinemadan, sanattan ne anladıklarını sormak isterim. Hadım edilmemişse eğer erkek ve kadın ve dünya nüfusu dayanmışsa yedi milyar insana ve sanatın en basit tanımsal yorumlarından biri yaşamın kullanılan malzemeyle esere dönüştürülmesiyse tartışılacak olanın filmin niteliği değil, bu kişilerin sanat bilinci olduğunu düşünüyorum.


Filmin sersemletici yanlarından biri de alt metinlerde gizlenen anlamlar. Bir karşılaştırma duyumsanır ki Trier bunda Nick’le İsa’yı eşleştirmiştir. Çiftin tek çocuğu Nick’in milyonlarca sperm arasından üstün geleni olduğunu, ama öldüğünü ve bu yüzden çiftin hayatının kâbusa döndüğünü hemen düşündüğümüz gibi İsa’nın milyonlarca insanı doğru yola getirmek için yollandığını, ama öldürüldüğünü ve bu yüzden Deccal’in egemenliğinin geçerli olduğunu pekâlâ biliriz. İki günahsız, iki harcanmıştır Nick ile İsa ve onların ölümünden sorumlu olanların elbette yüzleri gülmeyecektir. Peki ya ceylan, tilki ve karganın görünmeleri? Elbette anlamsız değil. Bebek İsa’nın doğumunu kutlamaya gelen üç kral yerine Deccal’in olumsuzlaştırıcı üç dilenci simgesi yas, acı ve umutsuzluk geçiyor, Antichrist’te. Bu alt anlamdan da Deccal’in kadın değil erkek olduğunu görüyoruz; öyle ki film boyunca bu üç hayvana kadın hiç tanıklık etmiyor. 


Başka Bir Dünya




Son zamanlarda öteleyerek, türlü bahaneler uydurarak, gözümün önünden kaldırarak okunmasını geciktirdiğim kitapları okumaya çalışıyorum. Bahanelerimi düşündükçe pişmanlık duyduğum da olmuyor değil. Nasıl olmasın, öyle kitapları ötelemiş ya da kitaplığımın görünmez köşelerine, izbelerine sokuşturmuşum ki…

Russell Banks’in Başka Bir Dünya (Dost Kitabevi Yayınları, 2000) kitabının adı da, kapağı da bu denli çekiciyken neden ona da aynı muameleyi çektiğimi hatırlamıyorum bile. Belli ki kurunun yanında tutuşmayı bekleyen talihsizlerdendi.

Gel gör ki üç dört gün önce elime alıp –Amin Maalouf’un Uzaktan Aşk’ını henüz bitirmiştim ve bu kitabın havasından çıkmayı bir süreliğine istemiyordum- gelişigüzel karıştırdıktan, arka kapağını okuyup önündeki özenli resmi dikkatlice inceledikten sonra kıyıya vuran bir batıktan çıkarılmış hazine iştahıyla abandım satırlara. İlk cümlenin, ilk paragrafın tadı gerçekten doyumsuzdu:

“Bir köpekti – gördüğüm şey kesinlikle bir köpekti. Ya da gördüğümü sandığım. O sırada oldukça yoğun kar yağışı vardı ve kar yağarken hiç olmayan ya da tam olarak var olmayan şeyler görebilirsiniz ama olan bazı şeyleri de gözden kaçırabilirsiniz. Bu yüzden Tanrı’ya şükür, bir şeyi gerçekten de gördüğünüzde, eğer kafanız benimki gibi çalışıyorsa, ne olur ne olmaz diye, her ihtimale karşı tepki verirsiniz. Bu benim bir şoför olarak terbiyem ama aynı zamanda iki yetişkin erkek sahibi bir anne ve kötürüm bir kocanın eşi olarak mizacım. Bu sayede, yanılsam bile günah benden gitmiş olur en azından.” (Banks: 19)

İki yetişkin çocuğun annesi olan bu kadının – adı Dolores Driscoll’du - genç değildi, hatta geçkindi ve hem kötürüm bir kocanın karısı, hem de şoför olduğuna göre çalışkan olduğu kadar cefakârdı da. Okudukça öğreniyorduk ki kasabada bilinen, güvenilen biri olarak yıllardır okul servisinin şoförlüğünü yapıyordu.


Fakat 27 Ocak 1990 günü, karlı bir sabah onun kullandığı okul otobüsü yoldan çıkarak, feci bir kaza yapacak ve çok sayıda çocuk ölecektir. Tam bir facia! Çocukların boşluğu ailelerde asla doldurulamayacak yaralar açar elbette; ama işin içine sonraki bölümlerde ihmal davaları uzmanı, işinin piri bir avukat girer ve ölen çocukların ailelerinin kafasını çelmeye, yaşananın bir kaza olmadığını, hatta hiçbir zaman kaza diye bir şey olamayacağını, ciddi ihmaller sonucunda bu olayın yaşandığını sayar döker ve aileleri ikna etmeyi başarır. Giderek görürüz ki aileler günlük yaşamlarındaki maddi açmazlarını doldurmak için çocuklarının yokluğunu değerlendirme niyetlenirler. Kazada beli kırılan Nichole’nin ailesi de bunlardandır ve onların mazeretleri elbette daha anlaşılır türdendir. Çünkü Nichole’ün bakım isteyen yaşamı, her zaman madden güçlü olmalarını gerektirmektedir. Davaya inanmayan tek isimse kazada ikizlerini kaybeden Billy Ansel’dir.

Dava süreci, Nichole’ün davaya yaklaşımı yüzünden avukat Mitchell Stephens’in umduğu, planladığı biçimde ilerlemezken, şoför Dolores’in romanın sonlarına doğru içinden geçenlerse insanın içini acıtacak türdendir.

“Nichole Burnell, Bear Otto, Lamston’ların çocukları, Sean Walker, Jessica ile Mason Ansel, Atwater ve Bilodeau’ların çocukları, otobüste olan ve ölmüş olan ve ölmemiş olan çocuklar ve ben, Dolores Driscoll – biz tam anlamıyla yapayalnızdık, her birimiz. Yalnızlığımızın paylaşılmışlığı bile onun basit gerçekliğini değiştirmiyordu. Ve ölmemiş bile olsak, önemli ölçüde ölü sayılırdık, öyle ki bu durum beni artık hiç şaşırtmadığı ya da korkutmadığı için, artık karşı koymuyordum da.” (Banks :252)

Oysa insan hayatı uzun süren kördüğümleri kaldıramaz, bir şekilde düzlük arar, buna da mecburdur. Kazadan yedi sekiz ay sonra kasabada düzenlenen panayır eğlencesinde ikizlerini kaybeden, ancak davaya başından beri muhalif olan Billy Ansel’in dava sürecini hiç mi hiç takip etmeyen Dolores’e o süreçte yaşananları anlatmasıyla her şey aydınlanır. Suçlu inkar edilemeyecek biçimde Dolores’tir. Ama kazanın şoförü nedense kendini hafiflemiş hissetmektedir.

Jilet Sinan




Okumak istediğim kitaplardan liste yapmışlığım ve kitapçılara, sahaflara bu listelerle gitmişliğim çoktur. Ama insan -klasikler dışında- kendi yazarlarını böyle bulamaz. Aynı kitapçılara hiçbir bağlayıcım olmadan uğradığımda yeni yazarlar, bilinmedik eserler, farklı düşünceler peşinde saatler geçirdiğimi, adını sanını işitmediğim, kimsenin önermediği, belki entelektüel azınlık dışında kimseciklerin tanımadığı isimlerle evin yolunu tutardım.
Okuma hızım doğrultusunda kitaplığımın hızlı takviyelerle güçlendirilmesi gerekir, bazense yavaşlığıma koşut aylarca beni idare edecek kitabım hep halihazırda dururdu. Okuma açlığı… Bir çeşit beslenme. Sevdiği yemekleri yeniden tatmak isteyenlerin iştahıyla başucu eserlerimi yeniden okumuşluğum da az değildir doğrusu.
Kitaplığıma gireli çok uzun zaman olduğunu kestirebildiğim Jilet Sinan’ı nedense bugüne değin okumamış, sıkışık rafların genelde gerilerine itmiştim. Gelgelelim borç gibidir okunmamış kitap; kitapseveri rahatsız eder. Bir süre sonra mutlaka okunması gerekir. Böyle duygularla gerilere ittiğim, okunmamış kitaplarımı okumaya kararlıyım bugünlerde. Önce Şiir Erkök Yılmaz’ın Abdullah’ın Ablası’nı, şimdi de Gönül Kıvılcım’ın Jilet Sinan’ını okudum. Kırık yaşamlar, yoksulluk, bozuk düzenin bozuk sonuçları, insanlığımızın savruluşları…
Metin Kaçan’ı andım çokça, Jilet Sinan’ı okurken. Aynı yoğunlukta değildi belki, belki yazarın ilk romanı olmasındandı; gelgelelim şuramda buruk bir tat bırakmayı başarmıştı. Nasıl bırakmasın, hiç yol tutamamış ve besbelli ki tutamayacak yaşamların içgüdüsel bir çabayla bugüne tutunması… Çok etkileyici…

“Bokumuzu donduran soğuğa rağmen hepimizi ayakta tutan güç, bizi sokağa atanlardan alacağımız intikamın hesabı. Kimimiz tinere, kimimiz ineri ağzımıza sürenlere. Zehirli elmayı yedirmeseler hızlı viteste geçeriz hepsini. Hayat bilgisi dersinde toplarını attırır, ipi fazlalarımızla göğüsleriz: bir-iki jilet kesiği, sayısını unuttuğumuz karakol ziyaretleri, tecavüzün yırttığı anüslerimiz ve birikmiş uykusuz gecelerimiz.” (Kıvılcım 2002: 38)

Saçma sapan bir sokağa itilmedir Sinan’ın başına gelen. Terk edilmiştir. Baştan söylemeyişi yazarın, merakımızı diri tutturmak için. Okuyunca aklınıza çevrenizden, olmadı gazetelerden, televizyonlardan benzer örnekler geliveriyor. Benzerlikler arıyor, karşılaştırmalar yapıyorsunuz.

“Matematik – orta, fen – orta, Türkçe - orta; Jilet ne işe yarayacağını bilemediği ilkokul diplomasıyla bir koşu eve varıp kapıyı çaldığında ev bomboştu. Evdeki eşyalar, üvey annesi, dargınlıklar ve odalar dolusu yoksulluk çekip gitmişti. Babası üvey annesiyle üvey kardeşinin başına bu kez deniz manzaralı bir ev kondurmuştu. Komşuların anlattığına göre büyük oğluna yer yokmuş orada. Anasının ateşli hastalıklarla yok olduğu gibi o da el çekmeliymiş en iyisi bu dünyadan.
-          Baban gitti, dediler. Başının çaresine bak bundan böyle.” (Kıvılcım 2002: 99-100)

Her dünyanın zorluğu oralılara, her insanın derdi kendine kocaman gelir. Daha fenası yoktur. Öznelliği içinde doğrudur da. Özneler o derdi halletmeden huzur bulamıyorlarsa o dert elbette ki göreceli bir zorluk, dahası melanettir.
Gelgelelim sevginin gücü tüm zamanların kişilerinde olduğu gibi toplumla olan ilişkilerinin aksayan ritminde onların akciğerleri oluyor. Sevgiyle soluyabiliyor insan ancak. Sinan’ın Gül’ü de bu irinleşmiş dünyanın tazecik, kıpkırmızı çiçeği.

“Gül duruyor, gözlerimin ta içine bakıyor.
-          Burası İstanbul, Gül. Yalnız sen değilsin yolunu kaybeden, diyorum; ve oracıkta, Gül,    gece ve ben hiç ayrılmayacağız diye geçiriyorum içimden.
Yalvarıyorum:
-          Ödünç yeminler dünyası bu. Bir yemin et. Terk etmeyeceğim de.
Gül Susuyor.” (Kıvılcım 2002: 40)



            Roman ilerledikçe Sinan’ın Gül’e olan aşkı, bağlılığı artar ve ister ki Gül de aynı duyguları kendisi için beslesin; ama kötücül dünyalarının sonu belli Sinan’ını bilerek beslesin.

 “– İşte böyle Gül, dedi Jilet. Bizde haftanın yedi günü şeytanla pişti oynanır. Son elde bacağı çıkaramayan kalbini Azrail’e vermeye mecburdur. Onun için beni sevmeden kartlarına iyi bak!” (Kıvılcım 2002: 102)

Oysa hayatta kalmak zordur. Sokaklar özellikle geceleri çok tehlikelidir romanın bana kalırsa en başarılı yanı bu tehlikelerin anlatıldığı öykücüklerde saklıdır. Kanınızın donduğunu duyumsuyorsunuz. Bakıyorsunuz ki Jilet Sinan’ın başından geçen belalar, dertler sizinkilerden kaç kat büyük! Vicdanınız, dertlendiğiniz dertlerinizin sandığınız kadar büyük olmadığını size bildiriyor.

“– Boş ver, sen soru sorma, dinle, dedim. Bi akşamüzeri dev çınarların ve duvarların kuytusuna sığınarak yürüdüm. Kar kim bilir hangi kilisenin bağışı olduğunu unuttuğum kadife ceketimden içeri giriyordu. Ceketin yakasını kaldırmıştım. Kaldırıma yapışmış yerden bitme dilencinin önünden geçiyordum. Az ilerde sigarasının koruna baka baka ayın sonunu hesaplayan sebatkâr memur, yolun üstünde fosforlu çorabına yapışacak sinekleri bekleyen fahişe… Tedirgin adımlarla tenhalarına sığınacağım hayır duaları aradım. Tecavüz sokağın kanunudur Gül. Korkularım da arkadaşlardan işittiğim tecavüzlerin izleri… Neden kat kat pantolon giyeriz bilir misin? Oğlanların kokusunu on metreden alan köpek burunlulardan kaçabilelim diye. Pantolonun birini indirdiklerinde diğerini bulurlar altta. Fırsattan istifade tüyebilirsen ne mutlu. Ama bazen bir düzine pantolon giysen de bana mısın demezler! Bak işte! Açık kalmış bir apartman kapısından içeri soktuğum başıma siyah yün bereyi geçiriyorlar. Cebimdeki kelebeğe davranayım diyorum. Taak! Onlar benden önce çekiyorlar usturayı. İnlete inlete düzüyorlar sahanlıkta. Haftalarca tuvalete çıkamıyorum prensesim. Kim olduğunu biliyorum. Sesinden tanıyorum onu. Tuvalete oturunca nefesinin kokusu geliyor burnuma. Kanıyorum.” (Kıvılcım 2002: 102-103)

Bunca pisliğin, tehlikenin, çaresizliğin ve pek tabii umutsuzluğun kol gezdiği sokaklar uyuşukluk olmadan çekilir mi? Bellek ki durmaksızın hatırlatacak size o dehşet anlarını… Oysa en iyisi unutmaktan, yani tinerden geçer.

“– Soğuğun cilası. Keser hemen. İnsana tinerliyken herkes hayalmiş gibi gelir. Kimseyi takmazsın kafana. Yanından geçer giderler…” (Kıvılcım 2002: 50)

Böyle bir dünyada hiçbir ışık, hiçbir güzellik kök salmaz. İnançları da öyle görür Sinan. Kaybedilenler hepsi birden kaybedilmiştir. Dünyasını kaybeden inançlarını da kaybeder. İnanmaya değecek hiçbir şey tanımamaktadır.

Oysa ben böyle miydim ya, diye düşündü Jilet. Yaşamı merak ederdim. Akşamları birahanelerin taburelerine tüneyenlerden masalara sinek kolu kanadı kırık düşleri, sokağa çömelmiş lavanta satan Çingene’nin paketlediği aşk öykülerini, üçüncü sınıf otelin merdivenine tünemiş esrar çeken on sekizlik tazenin, bekâretini bozan otel müşterisinin hikâyesini… her şeyi, her boku merak ederdim. Şimdi uyuştum, değil merak etmek, nefes almayı unutucam nerdeyse.” (Kıvılcım 2002: 59)

Sonlara doğru bir aksiyon filminin hızına erişerek bitmesinden çok bende bıraktığı kırıklıklarla değer kazanıyor, roman. Öyle ya umutsuzluk da her duygu kadar koşullarla ilgili ve her duygu kadar koşulları içinde anlamlı. Gönül Kıvılcım’ın Jilet Sinan’ı horladığımız, görmezden geldiğimiz, yanı başımızdaki bu acımasız dünyaya tuttuğu aynayla değerli. 

Düşlerimiz dağılmıştı verandaya



















düşlerimiz dağılmış verandaya
kapıları açık bırakmışsın
her yanda rengârenk kanatları dünün

bir rüzgâr sert ve soğuk
o güleç yüzün hatırımda

mektuplarımız kızgın resimlerimiz üşüyor

topladım hepsini anıların