Edebiyat dersleri



Edebiyat derslerinin çoğu zaman mükemmel vakit geçirme seansları olduğunu düşünmüşümdür. Gerçekte böyle düşünmemin altında birçok neden var. Bunların başında hiç kuşkusuz edebiyat derslerinin başka alanlara girmeden etkin molalar verebilme olanağı gelir. Zaman zaman dersin durağanlığını, sıradanlığını önlemek için güzel bir şiir okuyabilir, bir yazarın derin tümcelerinden çıkarımlarda bulunabilir, bir sanatçının yaşamından ilginç kesitler sunabiliriz. Yani bir edebiyat öğretmeni, doğrudan dersin müfredatında bulunmayan konuları da genel kültürü doğrultusunda dersin hizmetine katabilir ki yalnız bu saydıklarım bile edebiyat derslerinin etkisini azami ölçüde arttırır.

Lisede bir Sinan Hocamız vardı, edebiyat öğretmenimizdi. Haftada dört saat dersimize giren hocanın derslerini iple çekerdik. Onun koridorda görünmesiyle sınıfın uğultusu bıçakla kesilmiş gibi diner, bir anda her şey dersin hizmetine girer, söz sevgili hocamıza kalırdı. Bizi nasıl bir anda derse bağladığını ancak şimdilerde anlayabiliyorum doğrusu. İşitmediğimiz, değişik soruları vardı ve her dersin başında bizi bu sorularla şöyle bir sarsar, sınardı. Biz farkına bile varmazdık Sinan Hocanın dersi bir su gibi akıtmaya başladığının. Yumuşak başlı, bizi sevdiğini belli eden biriydi. Ama bendeki yerinin bambaşka olması sadece bu insani özelliklerinden değildi. Öyle ki bana sanat sevgisini, dil sevgisini aşıladığından beri Türk edebiyatı derslerini sabırsızlıkla bekler olmuştum.

Neler mi öğretti bize Sinan Hoca? Bir edebiyat öğretmeninin öğretmesi gerekenleri… Dahası hepimizde ciddi bir edebiyat ve sanat sevgisi yeşertmeyi başarmıştı ki her edebiyat öğretmenine nasip olmaz bu başarı. Fuzuli’nin Su Kasidesi’ni ondan dinlemek bir metne aşkla bağlanmakla eşdeğerdi. Karacaoğlan’ı, Yunus’u ondan dinlemek devrin toplumsal yapısını da kavramamız demekti. Hele ki yeni Türk edebiyatı dersleri… Yahya Kemal’in o meşhur dizleri Sinan Hocanın dilinde can bulurdu:

 

Artık demir almak günü gelmişse zamandan, 

Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan.

 

Üç yıl dersimize girdi Sinan Hoca. Birçok şairden, yazardan eserler okuttu ve hiçbiri hakkında ileri geri konuştuğunu, “Şu sağcıdır, şu solcudur,” dediğini, kendi yorumunu dayattığını duymadık. Zaten idealist bir öğretmenin böyle küçük hesaplar peşinde koşması yersiz olurdu. Neler okutmadı ki… Necip Fazıl’ın Otel Odaları şiirini ilk ondan işitmiş ve hayran olmuştum:

 

Kulak verin ki, zaman, tahtayı kemiriyor,

Tavan aralarında, tavan aralarında.

Ağlayın, aşinasız, sessiz can verenlere,

Otel odalarında, otel odalarında.


             Şimdi tam sırasını hatırlayamasam da ya Necip Fazıl’ın hemen öncesinde ya da hemen sonrasında Nâzım Hikmet’le de Sinan Hoca sayesinde tanışmış ve daha o günden bir Nâzım hayranı olup çıkmıştım. Bize okuduğu ilk şiiri yanılmıyorsam Karıma Mektup’tu.

 

Ben, 

alaca karanlığında son sabahımın 

dostlarımı ve seni göreceğim 

ve yalnız 

yarı kalmış bir şarkının acısını 

toprağa götüreceğim...

 

Sinan Hoca şiirlerin hakkını öyle verirdi ki şiiri okumakla kalmaz, yaşar ve yaşatırdı. Yine böyle olmuş, şiirin bitmesiyle sınıfa derin bir sessizlik çökmüştü. Bir kıpırtı tüm büyüyü bozacaktı sanki. Unutulmaz bir andı. Nice sonra kımıldamaya cesaret edip sağa sola baktığımda arkadaşlarımın kiminin gözlerinin dolduğunu, kiminin sessizce ağladığını görmüştüm.



Nereye varmaya çalışıyorum? İnsan, yaşamının kısalığını düşünmeli, eline geçen olanakları iyi değerlendirmeli. Sinan Hoca hızlı geçen lise yıllarımın mükemmel öncüsüydü. Öyle güçlü bir fenermiş ki o yıllarımı aydınlattığı gibi bugünlerimi de aydınlatıyor. Öğretmenliğe tutkuyla bağlılığı, bizlere beslediği olağanüstü güven, sevgi hep aklımda. Sinan Hoca gibi değerli edebiyat öğretmenlerinin var olduğunu bilmek, onları anımsamak edebiyat öğretmenliğini gözümde öğretmenlikten daha kutsal kılıyor!

Engelsiz sanat için


          Sanatsal gerçek bu kez farklı yansıyor fotoğraflardan. Çoğumuzun içinde şu ya da bu biçimde gizlenen bir gerçekten, engelli bireylerin dünyasından seslenilecek bu kez. Önce biraz düşünelim. Engelli insanlarla yaşamımızın farklı anlarında karşılaşınca neler geçer içimizden? Otobüste, dolmuşta, vapurda, merdivende, kitapçıda, lokantada… Acıma mı? Peki engelli birinin dünyaya geliş evresinde anne babanın hissettikleri nasıldır? Verilecek yanıtların kırıklığı, engellilerin yaşamımızda etkin rollere yeterince uygun görülmemelerinden mi kaynaklanmaktadır? O zaman sıkı durun. Toplumdaki rolleriyle öne çıkmış engelli insanları fotoğraf karelerinde görünce içimizden öyle şeyler havalanacak ki salt bu yüzden bile sergiyi kaçırmamalı.
          Serginin adı Yorgan, konusu Yorgan Altında Kimse Kalmasın olarak belirlenmiş. Peki neden “yorgan”, neden daha can alıcı adlar kullanılmamış? Serginin tanıtım yazısı düşüncelerimi değiştiriyor, kesinlikle iyi düşünülmüş her şey! Yeni doğan engelli bebeklerin en başta anne babası tarafından yadırganmayıp yorgan altına saklanmadığı, dışlanmadığı; aksine ortaya çıkarılıp toplumsal varlık olarak algılandığı ileti yüklü bir tümce, serginin konusu.
          Engelli insanlarımızı sanatsal temalarda pek görmeyişimiz de gerçeğin acıtan başka bir yüzüdür. Bugün var, yarın yok etkinliklerin kılıflarına girmeden, hep kanayan sorunlarımızdan da olsa çaresini kimsenin gözünü çıkarmadan işaret eden, son derece incelikle hazırlanmış, rengini sanatla sunmaya çalışan sergi İstanbul’da düzenleniyor. Daha doğrusu önce İstanbul’da sonra diğer kentlerde. Sergiyi Engelsiz Sanat Derneği düzenliyor. Engelsiz Sanat. Adı, girişimi ne kadar hoş! Yorgan altında kimse kalmasın diyen bu içli sesin yansımalarını alkışlamaktan öte geçip görmeli.
          Serginin İstanbul ayağı 26 Kasım Cumartesi günü Yeşilay Kültür Merkezi Sepetçiler Kasrı’nın büyülü ortamında saat 16’da başlıyor. 3-10 Aralık’taysa Cadde Bostan Kültür Merkezi’nde 20 saatlerinde. Verilen adreslerde görüşmek dileğiyle…

Yorgun sevda




Okurken dikkatli olmanız gereken eserlerden Yorgun Sevda. Gelişigüzel zamanların kitaplarından değil, can sıkıntısını yenmek ya da oyalanmak için okunanlarından hiç değil; aksine geniş zamanların derinlikli romanlarından. Kendinizi vererek, bazı yerlerini dönüp tekrar okuyarak ilerlemeniz gerekiyor.

Şiirsellik, roman gibi uzun soluklu metinlerde hep tedirginlik uyandırır bende. Devrik cümleler, bitmemiş cümleler, çok dizeli tek cümleler… Doğrudan işaret etmek yerine çoğu kez duyumsatan bu anlayış herhangi bir romanda ne kadar yakışıklı durabilir? İyi kotarılırsa yakışacağı kesin. Şiirleriyle kendine genişçe bir okur kitlesi yaratan bir şairimizin kaleme aldığı romanı okuduğumda yukarıda söylediklerimi yine düşünmüştüm. Bu şairimiz, fantastik dünyasında şiiriyle at koştururken zaman zaman roman yazdığını biraz unutuyordu sanki. Şairane cümleler başlarda keyif veriyorken ilerledikçe keyfiyetin sıkıntısına bırakıyordu yerini. Şiirin, şiirli dilin derinliği de gidiyor aslında romanda şairliğin tadını kaçırınca. Şiirin kucağına bırakılan bu eserin dili sayesinde düşünce ufuklarında büyümesi daha doğalken yazar bu ayarı tutturamamış Şairliğine yenilmiş. Oysa İrfan Yalçın’ın Yorgun Sevda’sı öyle mi? Küçük hacminden taşan büyüklüğü okuyucuyu sarıyor, yer yer sarsıyor. Şiirin, şiirli dilinin derinliğiyle kitabının hacmini kocamanlaştırıyor. Her şeyin hazırca sunulmadığı Yorgun Sevda’da, okurun romana kendini vermesini ve o bilinçle dikkatli okumasını bekliyor İrfan Yalçın. Romanın kıvrak cümle yapısına vurulup da biraz daldınız mı ipin ucunu kaçırıvermeniz çok olağan, yazar söylediğini ikinci kez söylemiyor.

Herkesten ve her şeyden uzakken lunaparkta çalışmaya başlamasıyla yeniden hayata tutunan genç kadının öyküsü sunuluyor Yorgun Sevda’da. 1954-1978 arasını kapsayan eser Ankara’da başlıyor, yazları kısacık kışları upuzun süren bir doğu kentinde sürüp İstanbul’a uzanıyor. Romanın baş kişisi Canım’ın (adını epey geç ama şaşırarak öğreniyoruz) iki metre yirmi dört santimetrelik “Afrika Canavarı” Hüseyin başta olmak üzere Baba Cemal, Çingene Nuri, Cüce Hamdi, Dede ile lunaparkta geçirdiği dostluk zamanlarına imrenerek bakarken işler karışacaktır. Bir gün Hüseyin lunaparkta olmayacak, buna karşın o Hüseyinsiz nasıl yapacaktır?

Yazarın anlattığı olayı görmezden gelsek bile onun insanı vuran ifadelerine kayıtsız kalmak olası değil. Öyle incelikli düşünülüp biçimlendirilmiş ki tek yapılabileceğiniz kitabı bir süre sonra yeniden okumak.

Çok beğendiğim birkaç yeri örnek olsun diye alıntılıyorum.

“Küçük kentten ayrılırken akşam, ellerimi seviyor yaklaşıp; az uzağımdaki sarışın kadını gösterip, “Allahaısmarladık de, git de,” diyor babam. “Demem,” diyorum, “onu gördüm mü, annem ağlıyor içimde.” (s.35)

“Bizi uzaklara, dağlara taşısalar; yalnız ikimiz olsak; çoban ateşleri yakıp türküler çağırsak, coşup coşup durulsak,; çimenleri, ağaçları, taşı toprağı öpsek; bize güneş verecek günleri beklesek!” Yüzüne yüzlerce söylesem mi? Hayır, söylemiyorum. Sessiz ve dalgın bakıyor. Uzun gölgesine sarılıp, “İçime gir,” diyorum sanki. “Olmaz,” diyor yüzü, “ben hayvanım!” (s.55)

Yorgun Sevda, yukarıdaki alıntılara benzer usta işi anlatımlarla sürerken romanın yapısı gereği de olsa ilginç durumlarla karşılaşıyoruz. Canım, çok sevdiği Hüseyin’i giderek hayvanı olarak kabul etmiş ama günün birinde onun lunaparktan götürüldüğünü öğrenmiştir. Daha sonra da içini bir cinayet, dolayısıyla ölüm duygusu kaplar. İşte tam da burada Canım’ın romana farklı hayvanlarla ilgili küçücük öyküler, değinmeler kattığına tanık oluruz: Ölmeye Gelen Kelebekler, Kesilmiş Tavuğun Ölüm Yürüyüşü, Köpekbalığının Koparılmış Yüreği, Yaşlı Ayı, Öldüren Güller. Hepsinde hayvanını bulmaktadır.

Giderek bu duyguyu kanıksayacağının öngörüsünü birkaç sayfa sonra kafamızda kesinleştiririz. Bu ilginç önerme Canım’ı romanın sonuna değin hayvanından koparmayacak, nereye gitse onunla olacaktır.

“Yitirmekten çok acı duyduklarımızı, sanki onlar hiç gitmemiş gibi yaşatamaz mıyız içimizde? Onlarla olan eski ilişkilerimizi, duygusal birlikteliğimizi sanal da olsa kurup yokluklarından gelen acıları söndüremez miyiz?” (s.90)

Zıt kutuplar birbirini çeker




Zıt kutupların birbirini çektiği doğrudur. Kutuplar zıt olmaları nedeniyle ya zaten iki tanedir ya da iki ana grup oluştururlar; ama asla üçü, dördü, beşi yoktur. Bakmayın siz insanların çeşitli yerlerde gelişigüzel üçlü, dörtlü, beşli zıtlıklar üretmelerine. Basit önermeler kolaylığındadır kutupların ikiliği. Önceki tümcelerin iddiasını beğenmeyip de büyüklük açısından, yani işin niceliği açısından konuşuyorsanız yüz tane, hatta bin tane bulabilirsiniz. Gelgelelim zıtlıklar açısından bakarsanız yalnız iki yön vardır ve onların yönleri de kuzey-güney kadar, beğenmediyseniz doğu-batı kadar birbirinden ayrılmıştır.

İki yönlüdür yaşam. Her şeyin başı ve sonu vardır. Beslenir, sonra da mecburen boşaltırsın içindekileri. Evin kapısından içeri girdin mi, ölü ya da diri -ki, buradaki zıtlık hayatımızın başını ve sonunu belirtiyor- bir şekilde kapıdan, kapıdan olmazsa pencereden, bacadan çıkarsın. Fark etmez, girdin mi çıkacaksındır.

Duyguların zıtlığı, yukarıda rahat rahat, çocuksu örneklerle anlattıklarımızdan daha farklı ve çetrefildir. Öyle ki girmek-çıkmak, doğmak-ölmek gibi somut örneklerle var olan zıtlığın hangi kanal üzerinden ilerleyip geliştiğini uzun uzadıya anlatmamıza gerek yok, çünkü herkesçe bilinen şeylerdir bu kanallar. Yemek yerken ağzımızı, yemek borumuzu kullanır, midemizde yediklerimizi sindirir, bağırsaklarımızda öğütür, boşaltım organlarımızca dışarı atarız. Böylece zıtlığı sıradan birkaç sözcükle, olmadı bir iki tümceyle ya da şemacıkla somutlaştırırız: girdi-çıktı. Hepsi bu. Oysa duyguların zıtlığı söz konusu olunca, yani somutluk bitip de soyutluk başlayınca, işin içine insan ilişkileri girince işler değişir, formüller biter. Somut durumlarda tek kanallı ya da birkaç kanallı basit anlatım işini görürken soyut durumlar için çoklu kanalları nasıl anlatırsın? Burada duyguları somutlaştırmaya, nesneleştirmeye başlarsın ki karmaşıklık bitsin. “Örneğin,” der, başlarsın benzetmelere, eğretilemelere. Baktın olmuyor, olay içinde yaşatma tekniğini kullanarak hikâye anlatmaya koyulursun. Bilim şurada duradursun, işin ucu sanata varmıştır yüz milyonuncu kez.

Zıt kutupların birbirini ne denli çektikleri doğruysa benzer kutupların da birbirini ittiği o denli doğrudur. Bunu insan ilişkilerinde görmek nedense bizi devamlı şaşırtır. Yaşananlara bir türlü anlam veremez, olayın buralara varacağını hiç beklemediğimizden yarı travmatik ruh haline bürünürüz. Buna en çok kişilik özellikleriyle diğerinin fotokopisi olan çiftlerde rastlarız. Nasıl olup da ayrıldıkları zihnimizde hep muamma kalır bu çiftlerin. Oysa benzerliğin sanıldığı ölçüde insani ilişkileri beslemediğini, geliştirmediğini aksine giderek daralttığını ve körelttiğini anlamak için birazcık konuya kafa yormak yeterlidir.

Benzerliğin ve benzerliğin kadim ve abartılı sonucu olarak aynılığın kaderidir, birbirini itmek. Son derece basittir. Paylaşılacak herhangi bir özgünlüğe hiçbir vakit gebe kalınamayacak ilişkilerin son durağına yolculuk başlamıştır artık. Başta her konuda aynı düşünen, tartışmadan anlaştıkları için övünen bireylerin sosyalliklerinde giderek bir farklılaşma gözlenir: Herkesin gıpta ettiği uyum, parçalanmış dokunun dağılması gibi dağılır. Son durak gelmiştir artık ve yapılacak olan bellidir: itmek, ötelemek.

"Bir insanı sevmekle başlayacak her şey"




Yeryüzünde küçücük olmanın derdini tasasını asla ufacık omuzlarımızdan atamıyoruz. Dilimiz aşınıyor ah etmekten, gönlümüz usanıyor feryat etmekten. Kocaman dediğimiz göğsümüzü gere gere yürümenin özlemiyle tutuşuyoruz her seferinde. Yazıktır ki, yeniden eskiye dönmenin yorgunluğuyla yanıyoruz yine. Velhasıl hepi topu kısır bir döngü. Başladığımız yerde biten acılı hıçkırıklardan örülü bir havuz dünyamız. Yanıyoruz, bir vakit sonra sönüyoruz. Yanıyoruz, sonra yeniden sönüyoruz.
Yeryüzünde küçücük olmanın derdini tasasını omuzlarımızda taşıyamıyoruz. Omuzlarımıza bir pamukçuk da konsa, bir demir halat da yüklense bakışlarımız kararıyor. Bazılarımız sancıdan hareketsiz düşerken bazılarımız hangisinden şikayet edeceğini bilemiyor. Görecelidir deyip geçiştiriyoruz, zevkler gibi acı çekmenin de çeşitleri vardır diyoruz.
Gelgelelim ne aşkı, sevdayı ne derdi gamı biliyoruz. Ötede Leyla İle Mecnun okununca dalga geçiyor, Mesnevi okununca burun kıvırıyor, kavgaları için canlarını verenlerin hik­âyelerine kesinkes katlanamıyoruz.
Oysa etten ve kemikten bir varlığız. Altı üstü canlı bir varlık olmanın sıradan sığlığındayız. Düşüncemizle var olmamız gerekirken düşüncemizle kendimize yeni yeni tutsaklıklar inşa ediyoruz. Aklımızın enginlerini rastgele bir kementle bağlayıveriyoruz, daha ilk küskünlüğümüzde.


Aklımıza gem vurunca yüreğimizin sakat kalacağını hiç bilemiyoruz. Dolayısıyla aklımız yüreğimizin sevdalanışında ona özgürlük ufukları açmaktan, bedeni, yüreği uçabilmekten aciz kalıyor. Sınırlandırılmış bir haritanın dışını tanımayan gezgin, dünyayı ne denli tanımaktadır?
Sevmeye ayarlı yüreklerimiz ötekine nasıl sevgi besler? Özgürce kanatlanamadıktan sonra, onu adamakıllı tanıyamadıktan sonra nasıl bir olabilir? Bizden olmayanı, bize benzemeyeni, bizim gibi oturup kalkmayanı, konuşmayanı ya da sözcüklerini bizimle aynı telaffuz etmeyeni, ayrı türküler, şarkılar dinleyip söyleyeni, derisinin rengi farklı olanı, inanışını farklı yaşayanı, inanmayışını özgün yaşayanı nasıl seveceğiz?
Sait Faik’i anarak bitirelim: “Bir insanı sevmekle başlayacak her şey!”

Mum ile pervane





Ufacık bir pervanedir o ve bir böceğin kanatları ne kadar büyük olabilirse onunkiler de o kadar büyüktür. Ufacık bir pervane o, gücü şuncacık; boyu posu ne ki tırnağımızın ucu kadar.
Öyle ufacık ve güçsüz ki püf desek şu duvardan karşı duvara çarpıverir. İki yanından da aynını gördüğümüz kanatları kırılır hemencecik. Hem de ne çelimsiz, gıkı bile çıkmaz, boğazında düğümleniverir.
Bizim pervane, biraz değişik bir pervane. Tüm benzerleri gibi o da mini mini, tırnağımızın ucu kadar var yok, kanatları ötekilerinki gibi şeffaf, şöylesine bir üfürüversek savrulup kırılır her yanı ve gram kanı yoktur aksın. Zavallı, sefil böceğin teki işte. Yine de değişiktir bizim pervane, dillere düşmüş, kimilerince kafayı yemiş kimilerince rüsva olmuştur. Şu kadar aldırmaz… Soylu tutkuların en birincisiyle hemhal olmuştur. Gönlünü zorlu bir dilbere kaptırmıştır ki olanaksız mı olanaksız.
Kanatlarını kısar da zor girer sevdiği mumun eşiğinden içeri… Her seferinde yepyeni heyecanlar ve en ateşli tutkularla gelmektedir. Diyar-ı askın içeri girene bin dert olacağını daha ilk kanat çırpmasından anlamıştır aslında; ama yol yakınken dönüp de gitmemiştir. Çıkarken ise… Çıkması her seferinde tazelenerek gerisingeri gelmek içindir. Aşık olmuş, aşk olmuştur. Muma aşık, muma aşktır.
Pervane sevdiğinin başında nice daireler çizerek uçarken mum, ince hastalığın pençesinde yandıkça erimekte, eridikçe tükenmektedir. İlk görüşte sevdalanmaktır onlarınkisi ve ölümü hiçleştiren sarhoşluk duygusundan hoşnutturlar. Karşılıksız ve bambaşka zamanların sevgisiyle beslenmektedir yürekleri. Ama bu nasıl aşktır ki ikisini de tüketmektedir? Hastalıktan eriyip gitmekte olan mumun ateşi, pervanenin rüzg­ârıyla delirmekte, ateş hep harlanmakta, sonunu hızlandırmaktadır. Mum ise kendine giderek daha fazla sokulan pervanenin kanatlarını ha kavurdu ha kavuracaktır.
Pervane giderek daha yakınına sokulur aşığının ve dört dönmeyi sürdürür başında. Mum da tıpkı pervane gibi arzularının sarmalında kıvranmaktadır. Hem pervane hem de mumun gözleri o değin körelmiştir ve birbirlerine temas etmek için öyle isteklidir ki… Pervane bir kanat vurur muma. Dayanılmaz bir azabın kanatlarından bedeninin her noktasına anında ulaşan acısından pervane neye uğradığını anlayamaz. Pervane bin sarsılır, mum bin titrer. Bu nasıl aşktır ya Rab? “Bu azap, doyumsuzluğun tadından yapılmış olsa gerek” diye düşünürler. Sonra bir kanat daha… Aşktan kör olmuş gözleri, güçsüz düşmüş kanatlarıyla eriyip tükenmesi an meselesi olan mumun ateşten kollarına bırakır bedenini. Bir daha onu göremeyeceğini düşünerek değil, tek olmanın doyulmaz hazzına ve huzuruna kavuşmanın bilinciyle sımsıkı sarılır mum sevdiğine. Pervane kollarında can verirken mumun ateşi de söner; fitili bitmiş, tükenmiştir artık. Dünyanın yokluğuna karşı aşkın varlığına göçmüşlerdir.

Sokağında


















senin ismin yalnızca benim ismim olsun
başındaki harf baş harfim olsun sonundaki de
sonuma bir dilek olsun isterim

geçerim o izbe sokaklarından hiçbir yer adımlanmamışken
kedilerin en karanlığıyla karşılaşırım her sana gelişimde
ama o tahta kapıya vurmaya korkarım hep
tıkırdatsam kırılacağından değil elbet gürültüden de
yanarım ki nasıl avucumda korlar tutarım sımsıkı
yanar içimin karanlığı ama vuramam gene de tak tak tak

o sokakta sabah geçmez ki öğle olsun
ancak o zaman gözlerine değer güneşin sarısı
çıkarsın merdivenleri sokağa inersin ki bir avuç gök
bir dilim peynir kestirirsin sevdiğimden bir ekmek
yoldan geçermiş gibi yere bozukluklarımı düşürmüş gibi
bakarım aşağıya aşağıdaki dünyanın ta derinine
yalnız beyazcamın solgun ışığını görür bu göz
lakin senin sesini duyarım: bir gün de rahat bırak

hiç gece olmaz mı derim bu çatıda
sanki yüksekte dengeleri farklı mı olur alemin
bir intihar boyu tüterken sigaram beklerim tıpırtını
çıkmasan gitmesen o yerlere iyi ama
az sonra gelir yankılanan kalbime ritimli sesin
bakmaktan başka elimden gelen yok ki
ben asıl buna yanarım senin her gece gidişine değil
terliklerin işler içime tap tıp tap tıp

senin ismin yalnızca benim ismim olsun
başındaki harf baş harfim olsun sonundaki de
sonuma bir dilek olsun isterim

Ruhumun yedi hecesi






yeni bir yüzüm var zamanda
boynumdaki zincir bu oyundan
yerde koyun pisliği mişli geçmiş
ellerinin kokusu dudaklarımı yakar

günlerin ömrü kanla yıllanırdı
bitsin derken kabusun yedi hecesi
mantar tutmuş ayaklarım nasırla ellenir
döşemenin boşluklarında bitler tepinirdi

ışılar yüzün pencerem beyazlar içinde
hangi tabloda vardı bu düzen
göksel umutlarla sürgün aşkım
gözlerin nar çiçekleri

bilindik bir masalın buğusu tüter
yağlı urgan sevişmelerin sonrası
adının uyağı geceden kurulu

İncir Reçeli




Metin ve Duygu korunaklı yaşamlarını aşk için geride bırakacaklardır; ama bu ilişkide gizemli taraf Duygu’dur.
Metin bir talk-show programına yazdığı skeçler dışında sinema sektöründe başarılı olabilmiş biri değildir. Senaryolar yazmakta ve bunları işin ehilleri yerine mecburen maddi yönlerini öne çıkaran kişilere götürmektedir. Aslında filmin gidiş yönünü etkileyen en önemli bölümlerinden biri de bu görüşmede yaşanır. Metin’in senaryosunu beğenmeyen adam, senaryonun üzerinde dürümünü sarar, ayranını içerken üstüne üstlük bir çuval da akıl verir. 80’li yılların kirlenmişliğinin günümüz çirkefiyle bulamaç edildiği o zekâ dolu laflar, iman edilenin yalnız ve yalnız paraya çıktığını işaret eder cinstendir.
“Aşk yok, aşk. Evet birbirini seven iki insan yazmışsın; ama soğuk, anladın mı soğuk. Gerçi aşkın kralını da yazsan bu devirde para etmez. Bak, eğer para edecek bir şey yazmak istiyorsan şöyle sulu bir komedi yaz. Belden aşağı olsun, boş ver. Akıllı ol oğlum, insanlar buna gülüyor. Eskidendi o fakir çocuk, zengin kız ayakları. İnsanların bin tane derdi var artık, ekmek derdinde millet ya, gülecek yer arıyor. Kimsenin aşkı kimsenin s.kinde değil. Bak televizyona elli tane skeç yazıyorsun. Seç aralarından bir tip, yaz şöyle g.tlü göbekli bir senaryo, çekelim ya.”
Piyasanın istediğini yapmalı, para kazanılacak işlerin adamı olmalı diyor. İvedik yaz, olmadı güzel hareketler bul ki çok güzel olsun diyor; ama sakın sanat kaygısına kapılma, karşıma da böyle işler getirme diyor.
Oysa sanatçı doğasına sahiptir Metin. Duygu’yla yeni tanıştıkları günlerde “Çekilmiş bir senaryon var mı?” diye sorunca Metin’in yanıtı durumun hem gerçek hem içler acısı halini ortaya koyar: “Var, hepsi.” Senaryo, yönetmene gitmeden önce senaristin kafasında çekilir.

Yukarıda andığımız yapımcı cinsinden pişkin adamın söylediği “Aşk yok,” cümlesini de zamanın aşklarıyla bağlantısızlığında aramak gerekli. Aşkın kralının bile para etmediği günümüzde para edecek öykülerin salt belden aşağıyı göstermesi yaygın bir anlayış durumuna gelmektedir. Bu gerçeklik, filmle öyle bir tezat oluşturur ki doğrusu ilginçtir. Aşkın gücünü ve değerini yücelten filmimizin cinsellikten mümkün oldukça uzak kalan, öykü gereğince uzak kalmak zorunda duran bir yapısı var. Yani birilerine yaranma, birilerine yalanma derdi olmadan salt düzgün bir iş yapılabileceğinin ince bir esprisidir aynı zamanda, İncir Reçeli.
Film giderayak içli bir aşk öyküsüne evirilirken kendinizi farkında olmadan bırakıveriyorsunuz sessiz ve dingin akıntıya. Zaman geçiyor, hüzünleniyorsunuz. Filmin sonlarına doğru Duygu o haliyle “Ben sana karıştım aşkım,” dediğinde kendinizi daha fazla tutamıyor, çaresizliğin acısını acınız biliyorsunuz. “Karşıtım” demiyor yaşadıkları sıkıntılı günlere rağmen, “karıştım” diyor. Bir olmanın, ayrı gayrı olmamanın en özgün ifadelerinden birini kullanıyor.
Duyarlı sözler peşi sıra kullanılırken duygusal hava bizi şefkatle sarmalıyor. Şiir dünyasının doğal ritmiyle soluklanıyor, Metin’le Duygu oluveriyorsunuz.
Sonra sen geldin. Saklandığım yatağın altına başını uzattın.
Sana dokunmak tüm kelimeleri yakmak gibi.
Sana dokunmak tüm insanları affetmek gibi.

Öyküsü gereği aşkın olumsuz koşullardaki yaşanabilirliğini sorguluyorsunuz. Hiv virüsü taşıyan birini sevmenin ağırlığını Metin’in omuzlarından indiremesek de “Bu çok zor, bu çok zor aşkım” diye yakarmasıyla beraber acılanıyoruz.
İşinde umduğu başarıya o güne değin kavuşamamış Metin’in kendilerini yazdığı son senaryoyla başarıyı yakalaması elbette boşuna değildir. Sevginin değerine ilişkin senaryosu filmin sonlarında çözüm bekleyen bir başka sorunu alt edebilmesini sağlar: Yeteneğini ve aşkının gücünü Duygu dışında herkese kanıtlamıştır artık. Ama sevdiği kadın ortada yoktur, bu yüzden Duygu’nun yerini öğrenmesiyle ona koşması bir olur. Filmin en hüzünlü konuşmasını tam da burada Duygu yapar. Duygu’nun sözleri hem Metin’in işine hem de Metin’in geleceğine yöneliktir.
“Dışarıda hikâyelerini anlatmanı bekleyen binlerce hayat var.  Hepsi de anlaşılmayı bekliyor, benim gibi. Yaz, aşkım. Hiç durmadan yaz. Birbirlerini anlat onlara. Birbirlerine değerek, dokunarak yaşayabilmenin güzelliklerini anlat. Birbirlerine karışmayı anlat. Yaşam savaşı içinde yaşamayı, yaşatmayı unuttuklarını anlat. Sevişmeyi anlat onlara, en zor anlarda bile hiç ayrılmamacasına tek vücut olabilmeyi anlat. Yalnızca ölmek zor, kolayını anlat. Şimdi aç gözlerini aşkım. Söz veriyorum her şey çok güzel olacak. Ben sana karıştım aşkım. Artık daha güçlüsün. Bir gün şoförün aniden camı açabileceğini anlat.”

ACININ KİRACISI BİR ŞAİR: METİN ALTIOK











         İstenmeyen anılardan kurtulmak mümkün mü?

 

Yıllar önce tanıştım Metin Altıok şiiriyle, bu nedenle şanslı sayarım kendimi. Şiirlerini çarpılırcasına okuduğum o günler hâlâ aklımdadır. Yüksek sesle ve tekrar ederek okuyordum. Öyle etkilenmiştim ki bir yandan üzerimdeki izdüşümünü gösteren bir yazı yazmak istesem de o ezgili, duyarlı dizelerini “burada acıları şu bakış açısıyla ele almıştır, şurada şöyle bir yöntemi izlemiştir” gibi “donuk, tarafsız” bir gözle yapamayacağımı hissediyordum.

Günler böyle geçiyor, kitaplar karıştırıyor, yazılar okuyor; ne yapsam, hangi kaynağı okusam olmuyor, aklım Sivas’a kayıyor, televizyon ekranlarından izlediğim alevler içindeki Madımak Oteli gözlerimin önünden gitmiyordu. Ateşler içinde bir bina, göğü sarmış kapkara bir duman ve nerden bittiklerini bilemediğim çoğu şalvarlı, sarıklı adam…

            Kaçınılmazdı. Mutlaka yazacaktım. Kaynak araştırması yapmaya, eski gazete kesiklerini, dergileri yeniden yeniden okumaya koyuldum. Olmuyor, içimin ateşi sönmüyor, istemsiz biçimde “yanma, yakılma” maddeleri için ansiklopedilere bakıyordum. Derken gözümden kaçan bir yazı fark ettim: “İstenmeyen anılardan kurtulmak mümkün mü?”  Ya mümkünse, diyerek okumaya başladım,

 

Harvard Tıp Fakültesi ruhbilim uzmanlarından Roger Pitman, beynin duygusal açıdan derin etkiler yaratan ve insanı zedeleyen anıları, doğal olaylardan farklı bir biçimde ele aldığını, bunların beyne kazınarak daha uzun süre anımsandıklarını belirtiyor. Evrimsel açıdan bakıldığında, duygu yüklü olaylara özel önem verilmesi, yeniden benzer bir olay yaşandığında ona daha sağlıklı bir tepki vermemize olanak tanıyor.

Ne var ki kimi zaman insanlar bunun karşılığında bir bedel ödemek zorunda kalıyorlar. Bu türlü duygusal bir olayla yüz yüze gelenlerin yaklaşık üçte birinde travma sonrası stres bozukluğuna –TSSB- tanık olunuyor.

(…)

TSSB belirtileri taşıyan insanlar sürekli olarak geri dönüşlerle aynı korkuları yeniden yaşadıklarından sağlıklı bir yaşam sürdüremiyorlar. Bu rahatsızlığa çözüm getirmek amacıyla uygulanan yöntemlerin tümü kimi sakıncaları da beraberinde getiriyor. Geleneksel tedavilerde hastaların yarıdan çoğunda birtakım olumlu gelişmeler olmakla birlikte, çok azı tümden iyileşiyor ve çoğunda yöntemlerin hiçbir işe yaramıyor.

(…)

İşte Pitman bir süredir anıların oluşum sürecine doğrudan müdahale etmek suretiyle bu rahatsızlığa çözüm getirmeye çalışıyor. Beta- önleyici propranolol denilen ilacın korku önleyici etkisinin ortaya çıkması anıların engellenmesi, hatta silinmesi olasılığını gündeme getirdi. Ayrıca başka bir çalışmada septik şok hastalarına verilen hidrokortizonun da hastalarda TSSB’nin olasılığını azalttığı gözlendi. Üstelik beta-önleyiciler yalnızca TSSB’nun önüne geçmekle kalmayıp, hastalığın ortaya çıkmasından sonra bile soruna çözüm getirebiliyor.

           

            Gelgelelim bu mümkünlük hali, yazının sonunda uçuveriyor, belleğimden çıkmayan Madımak görüntüleri gene gözlerimin önüne yerleşiyordu.

 

Ne var ki propranolol, duygu yüklü anıları duygudan yoksun, sıradan anılara dönüştürebiliyor. Bu da ciddi bir tehlike oluşturabiliyor. Kaliforniya’daki Bilişsel Özgürlük ve Etik Merkezi uzmanlarından Richard Glen Boire, insanların kendi anılarını denetleme hakkına sahip olmaları gerektiğine inandığı için anılarla oynanması fikrine sıcak bakmıyor. Bunlardan biri de Nobel ödüllü bilim adamı Eric Kendel: “Geçmişi yeniden yazmaya kesinlikle karşıyım. Bir insanın yaşadığı karabasanlar onun daha iyi bir birey olmasına katkıda bulunur. Bu tür ilaçların bizleri daha kötü yapacağına inanıyorum.[1]

 

            Sivas’ı belleğimden silmem bir işe yarayacak mıydı? O yazı yazılacaktı, hatta içimdeki Metin Altıok, Behçet Aysan sevgisi temmuz ayı yaklaştıkça isyanla bana yenilerini yazdıracaktı ama bir korkunç bir eksiklik, tamamlanamama içimi hep deli rüzgârlara açık hale getirecekti. Kâh onları anmanın ılıklığı içimi soğutacak kâh böylesi vahşi, trajik, ibretlik bir olaydan sonra bile toplumun silkinmemesine, yeterli bir duyarlık oluşturmamasına kızıp kahrolacaktım.

 

            Karanlığın Zebanileri’nde; palalar, pompalı tüfekler, geniş ağızlı kasap bıçakları, uzun ve dar dönerci bıçakları, şişler, mızraklar, kasaturalar, mızraklı ilmihaller, dinamit lokumları, benzin tenekeleri, zift bidonları, kaldırım taşları ve mancınıklar vardı.

            Kuğularda; kalemler, dolmakalemler, divit uçları, resimler, notalar, renkler, sazlar, ağız mızıkaları, resim fırçaları, dizeler, şiir kitapları, öyküler, romanlar, sevgi sözcükleri, tümceler, yazılar, düşler, izlenimler, anılar, tarihe bırakılacak notlar, yaratıcılık düşünceleri bulunuyordu.[2]

 

            Bir yanda Karanlığın Zebanileri öteki yanda kuğular. Hep mi böyle olurdu? Hep böyle mi olacaktı? Hiç ummadığımız anlarda mı yitirecektik en değerlilerimizi? En değerlilerimiz hep yitirecek miydik? İnsanı, hem de insanın aydınını yakarak… Onların boşluğunu doldurabildik mi? Doldurabilir miyiz? Bu boşluğu doldurmak olası mı? Sanmıyorum. Değerlerini bilelim hiç değilse.

 

            Şair Metin, merdiven basamaklarından birine oturmuş, elindeki ince değnekle bekliyordu barbarları. Karikatürist Asaf’ın ağız mızıkası karanlığın içinde ışımaktaydı. Telefon başında telaşlı insanlar görülüyordu. Ankara’ya ulaşmaya çalışıyorlardı. Yaşama sevincinin üzerine benzin tenekeleriyle, çıralarla, kibritlerle, dinamitlerle, ateşli silahlarla yürüyen zebanilerin yakımı, yıkımı ağırdı, daha da ağırlaşacağı anlaşılmaktaydı. Eskiden de yaşanmıştı. Zebani her defasında sürülerle saldırmıştı, işte yine öyle yapmaktaydı. Kapıya doğru korkuyla bakan Tanrıça duruşlu bir genç kız ağlamaktaydı. Dudakları kıpır kıpır oynarken, karabatakların saldırısını durdurup sürüyü dağıtması için sessizce yakarmaktaydı.[3]

 

            Olmadı, görüntüleri gözyaşları ve hınçla seyrettik durduk. Defalarca, defalarca izledik. Maalesef onları yaşatmayı başaramadık! Gözden ırak olanın gönle ıraklığı malumken yitirdiğimiz değerin kıymeti bu çorak ortamda pul olmaya mahkûmdu! Birileri sürekli belleğimizle oynadı sanki ve durmadan unuttuk. Hâlâ unutuyoruz. “Unutursak kalbimiz kurusun” derken unutmaya başlıyoruz. Bir topaç olmuş reflekslerimiz. Azıcık hoyratlığa maruz kalmayalım, sanki sel sularına kapılmışız da pis dereler paçalarımızdan gitmiyormuş gibi kendi içimize gömülüyoruz.

 

            Sonunda televizyonlar yangına ve kurbanlara ilişkin haberleri kesti. Spor karşılaşmaları, diziler, gece filmleri, televoleler yeniden izletilmeye başladı. Ülkenin herhangi bir yerinde hiçbir kötülük yaşanmamıştı ve beyazlara bürünmüş yanık kuğuların sessizliği birdenbire her yana egemen olmuştu…[4]

 

            Acısı ve hüznüyle Metin Altıok şiiri

 

1.      Metin Altıok, ayrıksı şiirleri dışında, “acı”nın ve “hüzün”ün şairidir.

2.      Metin Altıok, şiir yaşamı boyunca, biçimsel denemelere yönelerek, sürekli kendisine en uygun “ses”i arayan şairdir.

3.      Metin Altıok, duyarlığını okura yansıtma ustalığına ermiş bir şairdir.

4.      Metin Altıok, “acıdan başka paylaşacak” şeyi olan bir şairdir: şiiri…”[5]

 

Şiir yazmaya lise yıllarında başlayan Metin Altıok (1941-1993) ilk kitabı Gezgin’le (1976) adını duyurur. Bir ilk kitap olmasına karşın kitaptaki oturmuşluk, neyi ne şekilde söyleyeceğini bilir hali şairin belli bir yetkinliğe eriştiğinin belgesidir aynı zamanda. Şair, kendi sesini bulmadan okuyucu karşısına çıkmamıştır.

Gezgin’de şairin izleği, gezginin amacı gitmektir. Öyle ya, gezgin sürekli gider. Şairin bütün şiirlerinin toplandığı “Bir Acıya Kiracı” kitabındaki “kiracı” benzetmesi yine bu doğrultudadır. Yeri yurdu olsa bile mülkü olmayan kiracının kaderidir zoraki gezginlik. Şair daha ilk şiirden bu yola düşer.

 

Nereye gitsen bu kent,

Seni peşinden izler.

Ama gitmektir benim

Yenilmezliğim dünyada.

Ve ben durmaz giderim,

Bu can tende durdukça.[*]

 

Gezginin peşine her yerde acı ve hüzün düşecektir. Peki, bu ikilinin kaynağı, modern zamanda mı yoksa bambaşka bir durumun içsel veryansınlarından mı kaynaklanmaktadır? Şairin dizelerinde 1970’lerin yakıcı toplumsal çatışmaları öyle belirsizdir ki toplumsal acıya ve hüzne doğrudan rastlamak güçtür. Fakat acı ve hüzün, gezginin yol arkadaşları, yakıcı dostlarıdır ve gezgin, çok çekse bile onlardan vazgeçmeyi düşünmez. Acının ve hüznün odağında şiirler yazan şair, hangi zamanın acılarını ve hüznünü yazar? Tam da burada güncelden etkilenen şair buradan aldığını geniş zamanların, uçsuz bucaksız bozkırların, sonsuz vadilerin şiirine dönüştürür.

 

“Her ne kadar şair duygu ve düşüncelerini genel ve evrensel bir konumda dışa vuruyorsa da, bu onun bugünden kopuk olduğunu göstermez. Tersine şairin şiirsel duyarlığını besleyen kaynak güncelden doğar. Şair içinde yaşadığı dönemi iyi okuyan ve değerlendiren kişidir. Çünkü şair duyarlı bir insan olarak yaşadığı dönemin çalkantılarından daha çok etkilenir. İşte onun bu yeteneği trajik mutsuzluğunun temelinde yer alır. Şairin mutsuzluğu insanın yüceliğine olan inancıyla, dönemindeki insan erozyonu arasındaki çelişkiden kaynaklanır. Çünkü şair ne insana olan sevgisinden ve inancından vazgeçebilir ne de somut durumun kötülüğünü görmezden gelebilir. İçinde yaşadığı insan kirlenmesinin yine insanla aşılacağını ve çarenin insanın iç değerlerinde olduğunu bilir. Ama o canı tez biridir. Kaybolan zamandan sorumlu olduğu duygusuna kapılır. Tarihsel akışın yalpalamaları onda derin yaralar açar ve şair ancak bu yaraları kanatarak bir ölçüde teselli bulur. Denilebilir ki mutlu şair yoktur. Çünkü o çağdaş bir Mesih gibi olanın bitenin kefaretini ödemek isteğiyle herkes adına acı çeker. Şairin çektiği acılar elbette şu ya da bu şekilde şiirine yansıyacaktır.”[6]

 

            Gidenle acının ve hüznün sırdaşlığı (ya da düşmanlığı) bilinçli bir birlikteliktir. Giden kişi yol alırken zamanın bütün tedirginliğini bu duygularla yaşar. Bazı şiirlerinde ise gidenin acısına ve hüznüne buğulu bir aşk eşlik eder.

           

            Görüyorsun bir acıyı gidiyoruz seninle,

            Örselenmiş söz yığınları bırakarak

            Kırık tekerlekler gibi ardımızda.

            Ve üstümüzde döneniyor çaylak sürüsü,

            Doyabilmek için yaralı bir aşkla.

    

            Gezginin biraz olsun yerleşik hayata kiracı olmasıyla şairin tutumunda da bir farklılaşma sezilir ki bundan sonra acı ve hüzne ortaklık etme konusunda aşk daha ağır basmaya başlar. Gayet doğal ki bu da şairin özel hayatının çalkantılarını acı ve hüzünle aşka ortak etmesinden kaynaklanır.

           

            Aşk ve acı yüreğimde

            İkiz badem içidir

           

            Gezgin’de yer alan Sis şiirini okurken etkilendiğimi, üzerine bir şeyler yazmayı tasarladığımda şiirin beni içine çektiğini, ürperdiğimi anımsarım. Hâlâ değişen bir şey yok! Şair, varlığından bilgi sahibi olsa da tam olarak tanımlayamadığı aşkı anlatırken sanki geleceğinden -bu nasıl olabilir?- kesitler sunmaktadır:

 

Özenle boyadım ipliğini sevginin,

Gidip de bulamamanın incinmiş rengine.

Sisi gümüş bir rüzgârla tepelerden eğirdim,

Dokudum yalnızlığın bu serin kumaşını,

Sesime ayrılıklardan bir gömlek diktim.

Ölümü tastamam ezberledim de geldim,

Dilimde bu buruk türkü tadıyla

Bilmem ki buradan nereye giderim.

 

Sonunda kendime bir top yangın edindim,

Soluğumla besledim dudağımın ucunda.

Ömrümün külüydü savrulan hep ardımda,

Örterek yavaş yavaş bıraktığım izleri

Yanmış bir günün sürüklenen kanatlarıyla.

Koştum, durmadan koştum o küçük yangınımla,

Adımın çaresiz kıyılarında kendi göğümü bulmaya.

 

Gezgin kişi özenle aradığı sevgiyi bulamayınca incinir ve kendine başka türlü bir sevgi arar. Gönlünde özel bir yere sahip olan rüzgârla ortaklık kurar, yalnızlıkla kumaş dokur, ayrılıklardan gömlek diker. Kiracı gezginin yalnızlıkla sırdaş olması, dilinden sürgünü düşürmemesi boşuna değildir. Öyle ki yalnızlıkla ayrılık onun alınyazısıdır. Bu iki duygunun bir sonraki adımı olan ölümü bu sayede öğrenmiş, hatta ezber etmiştir.

Şiirdeki önsezi okurun tüylerini diken diken etmeye yeter. Ama onun şair duyarlığı düşünülürse anlattığının beynimizin ürettiği biçimde olamayacağı akla daha yakın gelecektir. Öyle ki bir yazısında şunları söyler: “Şiir insanların duygu dünyaları arasında bağ kurarak bu öznel dünyaların ortak bir duygu acununda birleşmesine yarar. Şiir insanın sınırlı yaşam boyutlarını aşarak yücelmesine ve enginleşmesine yarar. Şiir insanın hayatla olan tarihsel savaşımının ürünü olan duygu birikimine sahip çıkmasına yarar. Şiir insan soyunun evrensel tınısı olarak kişinin her türlü yabancılaşmadan kurtulmasına yarar. Şiir insanda atavik bir kalıntı olan kötülüklerden arınmaya yarar ve son olarak şunu da söyleyeyim ki, şiir insanları sevmeye yarar.”[7]

            1978’de ikinci kitabı Yerleşik Yabancı’yı yayımlar. Daha kitabın adından başlayan karşıtlık okuru düşündürür. Hiç yerleşik yabancı olur mu? Olursa nasıl olur?

            Ertesi yıl, Kendinin Avcısı’yla, 1982’de ise Küçük Tragedyalar’la okurun karşısına çıkar. Bu kitabın zamanla çok da ünlenecek ilk şiiri, tragedya yapısındaki Öndeyiş’tir.

 

Bedenim üşür, yüreğim sızlar.

Ah kavaklar, kavaklar!

 

Beni hoyrat bir makasla

Eski bir fotoğraftan oydular.

 

Orda kaldı yanağımın bir yarısı,

Kendini boşlukla tamamlar.

 

Omuzumda bir kesik el,

Ki hâlâ durmadan kanar.

 

Ah kavaklar, kavaklar!

Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.

 

            Öndeyiş’te gezginin bir yerlere yerleştiği anlaşılsa da özlem çekmekte, üşümekte, sızlamakta, oyulmakta, ah etmektedir. Yer değişir, acılar değişir ama şairin değişik yerlerde acı çekmesi değişmez.

Buradaki acının izini sürdüğümüzde şairin kişisel tarihindeki bir acıya rastlarız. 1979’da Bingöl Lisesi felsefe öğretmenliğine atanan, mecburen görev yerine gidecek olan şair, eşi Füsun Akatlı’dan ayrılmıştır. Boşanmanın yıkımına bir de bu taşra görevi eklenince zaten duygusal bir yapıda olan şair otobüse binerken çocuklar gibi ağlar. Epeyce sarhoş ve perişandır. Aklında yukarıda andığı o eski fotoğrafın anısı, içinde acısı ve hüznü vardır. Zayıf bacaklarına uygun biçimde zayıf adımlarla yürür ve o gün, istemeye istemeye on bir yıl sonra döneceği o otobüse biner. Yollarda, kendini boşlukla tamamlamaktadır gezgin.

            1987’de İpek ve Kılabtan basılır. En güzel, en dokunaklı şiirlerinin yer aldığı kitaplarından biriydi İpek ve Kılaptan. Gerçekten şiirinin ipeğini eğiriyordu artık Metin. Şairliğinin olgun çağında yol alıyordu. Şiir üzerine düşünen, yazan; şiirlerindeki insani kazanımlarını topluma aktarmayı önemseyen bilinçli bir duruşu örnekliyordu.[8]

             

1990’da Gerçeğin Öteyakası ve Dörtlükler ve Desenler yayımlanır. Altıok kendi  desenlerini de kitabına katar.

            12 numaralı dörtlük şöyledir:

 

Hapishaneler insan dolu kum gibi.

Dışarda bir buruk özgürlük zakkum gibi.

İçerde de dışarda da zor iş yaşamak

Hem varım hem yokum gibi. 

 

Dörtlükler arasında konu bakımlarından organik bir birlik olmamakla birlikte, bunları birbirlerine yine imge düzeni ve “hüzün”le, artık şiirlerinde ara sıra da görülen “alaysılama” bağlamaktadır. Alaysılama, öyle olmaması gerektiği halde, garip bir biçimde “hüznü” yaratır. [9]

 

            1991’de okurunun karşısına Süveydâ ile 1992’de Alaturka Şiirler’le çıkar. Şairin son kitabı1993’te çıkan Hesap İşi Şiirlerdir. Bu kitaptaki 1 numaralı sone şöyledir:

 

Sevgilim bak, geçip gidiyor zaman;

Aşındırarak bütün güzel duyguları.

Bir yarım umuttur elimizde kalan,

Göğüslemek için karanlık yarınları.

Ağzımda ağzının silinmez ılık tadı,

Damağımda kösnüyle gezinirken;

Yüreğimde yılkı, aklımda ölüm vardı,

Dışarda rüzgâr acıyla inilderken.

Unutulmuyor ne tuhaf dünya işleri,

Seninle bir döşekte sevişirken bile.

Düşünüyorum hüzünlü genç anneleri,

Çarşılarda pazarlarda, ellerinde file.

                        Bu kekre dünyada yazık ki geçit yok aşka;

                        Bir şey yok paylaşacak acıdan başka. 

 

Siyaseti insan olan, insandan yana olan, insana karşı olan her şeye karşı çıkan şairin son yıllarda yayımladığı şiir kitaplarına, poetik yazılarına bakınca üretkenliğinin doruğunda olduğunu görerek bir kere daha kahredebiliriz.

“Üretkenlik” ve “yazma” hakkında şunları söyler: “Ne var ki olanı biteni düzeltecek sihirli değneği yoktur şairin. Onun yapabileceği tek şey ancak yazmaktır. Çünkü o ancak yazarak insanı sarsalayacağını, böylece insana kendi değerlerini ve yüceliğini anımsatacağını bilir. Bunun için yazmak eylemi şairin vazgeçemeyeceği bir boyun borcudur. Şiirin insanın kendi özüne dönmesinde etkili olduğu göz önünde tutulursa, yazma eylemi daha da önem kazanır. Çünkü insanın duyarlığı ile düşünce yapısı arasında sıkı bir bağ vardır. İşte bu bağ nedeniyledir ki, şiir dolaylı olarak insana bir dünya görüşü ve bu görüşe ilişkin bir eylem biçimi önermeye elverişlidir. Önemli olan bu olanağın yok edilmemesidir.”[10]

 

İyi ama neden her seferinde acıyı, hüznü kullanır şair? Başka çıkar yolu yok mudur şiirinin ya da başka türlü dile getiremez mi şiirini? Bu soruya tutarlı bir cevap almadan onun şiirini yeterince anlayabileceğimizi sanmıyorum.

 

“Neden bu kadar çok acı var şiirlerinde?” diye soruyorlar bana. Bu sorudan da anlaşılacağı gibi fazla ve gereksiz buluyorlar şiirlerimdeki acıyı. Bense acının yurdumuzda var olan somutlaşmış acıyla tam olarak örtüşmediğine inanıyorum. Çünkü bırakın insan olmayı, şair olarak bile yetişemiyorum bütün acılara. Eğer yetişseydim belki de yaşayamazdım. Dostoyevski “Acı, insanı olgunlaştırır” diyor. Üstat dalından düşmeyi de düşündü mü acaba bunu söylerken! Yani ne kadar acı, ne kadar olgunluk? Galiba bir dozaj söz konusu burada. İşte bunun için bendeki, herkesin fazla bulduğu acı aslında küçültülmüş bir acıdır. İyi ki böyledir. Kaldırabileceğim kadardır yani. Zaman zaman bunun böyle olmasında bir savunma işlerliğinin rol oynadığını sezmişimdir kendimde. Eh, her şeye karşın yaşamak bir ödev olduğuna göre doğal karşılanmalıdır bu da.

(…) Acı, duyarlı insan için çağdaş bir gereklilik olarak çıkmaktadır karşımıza. Sorumlu ve duyarlı insan, içinde yaşadığı olumsuzlukları bir başına ortadan kaldırmak elinden gelmediğine göre, olup biten karşısında hiç olmazsa acı duymak zorundadır. Bu onun payına düşen bir kefaret ödemedir. Yeterli değildir ama gereklidir. Hem bunca olumsuzluk içinde iyimser ve umutlu olarak da aslında temelsiz ve metafizik bir konudur. Dahası bir çeşit kirliliktir. Ne yazık ki acının namus olduğu günlere gelinmiştir.

(…) Aslolan, acıyı bir sıçrama tahtasına; bir eylem zembereğine dönüştürebilmektir. Yani kişi kendisine acı veren olumsuzluklara başkaldırabilmelidir. İçinde duyduğu acı ancak böyle anlamlanır ve bir değer kazanır. İşte bu noktada örgütlü ve bilinçli bir mücadele sorunu çıkmaktadır ortaya.[11]

 

            Günün dünyasında duyarlığını yitirmekten kaçınan Altıok, şiirin ve sanatın para etmediğini bilse de aydın tavrını korumayı bilir.

            …siyasi iktidarların gittikçe ağırlaşan yaşam standartlarına karşın takındıkları umursamaz tavırdır. Bu tavır karşısında insanlar, tek çıkar yol olarak yaşamlarındaki bazı bölmeleri kapatmak zorunda kalmışlardır. Kapatılan bu bölmeler sadece ekonomik kısıtlamalarla kalmamış, kültürel küçülme de insan için kaçınılmaz olmuştur. Bugün dünyanın en az kâğıt tüketen ülkelerinden biri olmamız, yurdumuzdaki kültürel küçülmenin en belirgin kanıtıdır. Kültürel küçülmenin bir başka nedeni de, kültüre karşı takınılan düşmanca tavırdır. Düşüncenin suç sayıldığı bir ülkede, kültürel etkinliğin gelişmesi düşünülemez. Böyle bir ortamda kültürsüzler, doğal olarak kültürsüzlüklerine şükredeceklerdir.

            (…) Şiir bugün rahatsız edici bir konuma getirilmiştir. Yaşamı sığlaştırmak zorunda kalan insanın karşısına neredeyse bir hasım gibi konulmuştur. Artık şiir çıldırtıcı sesler çıkaran sirenler gibi insanları enginlere çağırıp boğmaya çalışan yarı insan yarı balık bir yaratık olmuştur. Mitologyada dendiği gibi bu yaratığa kim yaklaşırsa ve onu kim dinlerse yok olup gidecektir. Bütün bu koşullar içerisinde insanlarımızdan mutsuzluklarının, acılarının derinleşmesi pahasına şiiri sevmelerini, şiir okumalarını nasıl isteyebiliriz! Özgürlük ve refahın olmadığı, yarın endişesinin kol gezdiği bir ülkede şiir kendi yalnızlığında, kendi sesiyle avunacaktır elbet.

            Ey şiir okumayan, şiire kulak tıkayan okur, haklı olan sensin. Sana saygıyla karışık bir öfke duymaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Ama şunu iyi bil ki, şiirle zıtlaşman yarar sağlamayacak sana. Çünkü şiirin yalnızlığı senin de yalnızlığındır ve bu yalnızlık şiirin değil senin sonun olacaktır. İnanıyorum ki sen günün birinde Anka gibi kendi külünden yeniden doğacaksın. İşte o gün gelene kadar benim sana diyeceğim; ateşin bol, tükenişin çabuk olsun.[12]

           

            şiir insanları sevmeye yarar

 

Bir yanı kırık bugün okurun acıyla ve hüzünle ama öteki yanı  “dördüncü maymun” olmamanın avuntusunda. İlk şiirlerinden son şiirlerine değin bu iki duygunun eşlik ettiği ölümü hissettirir okura. Ölüm, kâh bir tabut olur kâh boş bir mermi kovanı. Ölüm, illa yaşamın somut olarak tamamlanması biçiminde karşımıza çıkmaz. Şair, dilinde çokça gezdirdiği “yangın”ı ölümcül olmasının dışında arındırıcı bir nitelik olarak da kullanır ki bu, ölümün bir yönüyle temizlenme olduğunu da düşündürür. Öyle ki Metin ölse bile şair Metin ölmeyecektir. Divan şiirindeki gibi sinesine oklar saplayacak, pervane olup âşık olduğu ateşin etrafında döne döne yanacak, yandıkça daha çok âşık olacak, tüm acı ve hüzünlerinin birleşiminde kendi göğünü arayabileceği özgürlüğe kavuşabilecektir. Ne var ki modern zamanın kirlenmişliğinde çaresiz kalan filozof gezginimizin dilindeki yangın imgesi hepimizi irkiltecek bir önsezi durumunu almıştır. Sis şiirinde ölümü ezberleyen şair, kendine bir top yangın edinerek, yangına koşarak neyi arıyordu?

 

Ankara’daki değişik zamanlarda buluşmalarımızın, karşılaşmalarımızın görüntüleri gözümün önünden gitmiyor o gün bugündür. Duruşu, bakışı, sesi, davranışları… Sonra, otel merdivenlerindeki hali… Şiirleri dökülüyor belleğimden. Gerçek ipeği ayırt edebilen şairlerden birisi.

Heybesinde yılan işaretleri

baldıran zehri yüzüğünün içinde

ve yanda kav taşıyan ben

tekinsizim size göre

ibret için yakılması gereken

demişti bir şiirinde. Yalnızca bu şiir nedeniyle bile yakabilirlerdi onu. Yakıldı ama sönmedi asla; hâlâ yapıtıyla aydınlanıyor dünya. Yakıldıkça sivrilmişti aydın bilinci. Bir daha hiçbir insan, hiçbir zaman, hiçbir canlıyı yakamasın diye. “Ilımlısı” değil, ılımsızı ve vicdansızı bile yakamasın diye insanı. Şiirlerini Anadolu halkına okumak için gittiği yerde benzinle tutuşturuldu gövdesi, dumanla dolduruldu ciğerleri ama kararmadı beyin ışığı; pırıltılı bir yıldız olduğu bozkır göğünde. Hâlâ yanıyor elindeki mum. Yetiştirdiği karanfiller kanıyor. Ölüm kadar uzakta, bilinç kadar yakında, varlığımızın mayasında. Öldüğü hiç inandırıcı gelmiyor: Varlığı, söze ve görüntüye dönüşüyor, ışığa, çiçeğe, belleğimizde. Başını ellerin arasına almış, bir karanlıkta ışıyıp dururken Jan Dark’ı, Bruno’yu düşünüyor. Bir yandan da şiirleri ışıldıyor başının üzerinde:

            Birini bulurum mutlaka,

            Yangınımı körükleyen birini.

            Biri mutlaka vardır.

            Zonguldak’ta, Sivas’ta…[13]

 

Akıp giden yıllar, iyi bir şairi unutturmaz, aksine şiirini daha da besler. Onun güçlü sesinin dünden, bugünden, gelecekten alacakları elbette olacaktır.

Şair Metin Altıok yarım bıraksa da acının ipliğinden ördüğü şiir dilini okuruyla, sevenleriyle, sırdaşlarıyla, dostlarıyla, arkadaşlarıyla bir artık. Ve böyle tamlanıyor herkesin belleğinde yarım kalan şiir atlasının dizeleri. Bu kırık ve kırgın tamlanma duruyorken başköşesinde acının ve hüznün, bizlere de bir teselli kalıyor: aynı koridorları adımlamak, aynı afişlerin gölgesinde çay içmek, aynı dersliklere girmek, aynı bahçenin ağaçları altında oturmak, şiirden ve insanlıktan bahsetmek. Haliyle bazıları bilmese de biz iyi biliyoruz: “Şiir insanları sevmeye yarar.”

 

 



[*] Metin Altıok’un şiirleri,  Yapı Kredi Yayınları’nın Ocak 2006 tarihli Bir Acıya Kiracı, kitabından alıntılanmıştır.



[1] “İstenmeyen Anılardan Kurtulmak Mümkün!”, Özetleyen: Reyhan Oksay, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, 26 Mayıs 2006, s.12

[2] Burhan Günel, Ateş ve Kuğu, Alkım Yayınları, Mayıs 2004,  s.50

[3] Age s.51

[4] Age s.58

[5] Kemal Bek, “Metin Altıok Şiirlerinde Konu Ve Biçim Özellikleri”, Şiirden Eleştiriye, Bordo Siyah Yayınları, Nisan 2004, s.178

[6] Metin Altıok, “Şair ve Güncel Yaşam”, Şiirin İlk Atlası, Yapı Kredi Yayınları, Eylül 2004, s.67

[7] Age s.41

[8] Burhan Günel, Ateş ve Kuğu, Alkım Yayınları, Mayıs 2004, s.213-214

[9] Kemal Bek, “Metin Altıok Şiirlerinde Konu Ve Biçim Özellikleri”, Şiirden Eleştiriye, Bordo Siyah Yayınları, Nisan 2004, s.174

[10] Metin Altıok, “Şair ve Güncel Yaşam”, Şiirin İlk Atlası, Yapı Kredi Yayınları, Eylül 2004, s.68

[11] Age s.103-105

[12] Age s: 51-52

[13] Burhan Günel, Ateş ve Kuğu, Alkım Yayınları, Mayıs 2004, s.214-215