Açlığın Garip Şiiri

 





I

Üzülme balıkçı kardeş,

Elin boş döndüğünde avda.

Bende beyhude beklemiştim baharı

Bak ne elimde var,

Ne de cebimde.

Bugüne erdiğimize bin şükür.

 

II

Elimde yoksa,

Gönlümde var

Ne çıkar.

Kış gelecekmiş gelsin,

Kar yağacakmış yağsın,

Bizim Allahımız var

Kocaman…[1] (s.57)

 

Verem batağında kıvrım kıvrım kıvranan Rüştü Onur’un bu dizeleri her ne kadar iyimserlik içerse de fatalist bir anlayıştadır. Zaten şiirin adı da Hüvelbaki’dir. Yazgısına boyun eğmiş, tevekküle düşmüş şairin eli boş dönen balıkçıyı manen teselli ettiğini görürüz. Öyle ya, madem ilahi bir güç vardır ve her şey onun iradesiyle belirlenmiştir, o halde insanın alın yazısı da önceden bellidir. Dolayısıyla kimse yazgıyı değiştiremez! Her insan ilahi gücün kendine biçtiği yazgıyı yaşar.




 Rüştü Onur’un şiirlerinde gayet belirgin olan fatalist anlayışın hayatına tam anlamıyla egemen olmadığını biliyoruz. Öyle ki veremin pençesinde çırpınırken kendine çok iyi bakması ve tıbba güvenmesi gerektiğine kuşkusu yoktur. Ne var ki elinde, cebinde yokken kaderin cilvesine güvenmek zorunda kalıyor, belki de bu nedenle maddi sıkıntılarını pek fazla anlatamıyordu şiirlerinde. Onu fatalizme çaresizlik, imkânsızlık sürüklemiştir diyebiliriz. Salah Birsel’e yazdığı tarihsiz mektupların birinde parasızlığın, imkânsızlığın batağında nasıl kıvrandığını bu bağlamda değerlendirebiliriz.

 

“Muzaffer Tayyip’le yan yana yatacağız. Zavallı çocuk bir aydır yatıyor. Beni görünce kimbilir ne kadar sevinecek. Bahtsız iki şair yarın aynı koğuşta yan yana ölümü düşünecekler. Salah her şeyden nefret ediyorum. Biz hastayız. Bakılmak lazım, hani para, hani sanatoryum, hani şefkat? Altı aydır sıra bekliyorum.” (s.74)

 

Veremin asıl şifasının iyi bakılmak, iyi beslenmek olduğunu bilseler de maddi imkânsızlıklarla bu korkunç rüzgâra karşı koymaları mümkün değildi. Evet, onlar sadece yirmili yaşlarında kendilerini veremden koruyamadıkları için öldüklerinde hiçbir belgede ölüm nedenleri için açlık, parasızlık yazmayacaktı. Varsın yazmasın, bugün herkes bu iki şairin şiir aşkıyla tutuşurken nasıl ölüme sürüklendiğini biliyor. Yirmili yaşlarda veremden değil, imkânsızlığa bağlı olarak veremden ölünebiliyormuş. Rüştü Onur’un aksine, Muzaffer Tayyip Uslu’nun daha özgür iradeli şiirlerinde hastalığın öte yanını işlemesi bu anlamda çok değerli.

 

Okulu [Lise öğrenimi kastediliyor. Ü. K.] bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne yazılır. Ancak hastalığı ve yoksulluğu yüzünden Zonguldak’a dönerek İş Mükellefiyeti Dairesi’nde memur olarak çalışmaya başlar. Hastalığı daha çok artar, parasızlıktan tedavi olma olanağı da bulamaz. (Kalyoncu, 2011, s.401)

 

2000 yılında şairin bir arkadaşı şunları söyler: “Muzaffer iki günde bir uğrardı. Elinde reçeteler ile eczaneye gelirdi. Parası da yetmezdi. Ben arkadaşım olduğu için verirdim. Çok yoksuldu. Çok zaman dertleşirdik. Bana hep açlıktan, sefaletten bahsederdi. Çok kez cebine harçlık koyardım.” (Kalyoncu, 2011, s.407) 

 

(…) benim sanatoryum işi arap saçına döndü. Ben işleri yoluna koydum diye sevinirken, az evvel, dairede şöyle bir tebligatta bulundular. ‘Sen iki seneyi doldurmadığın için, biz sana ancak 200 lira kadar bir yardımda bulunabiliriz. Halbuki sanatoryumda üç ay yatacağına göre 900 lira kadar para lâzım. 700 lira verirsen, seni sanatoryuma yatırırız.’ Bu acaip, bu antika tebligat karşısında şaşırıp kaldım. Ne yapacağımı bilmiyorum.

Oktay ağabey işittiğime göre ‘Yardım Sevenler Cemiyeti’ ve ‘Kızılay’ benim vaziyetimde bulunanlara yardım ediyormuş, acaba oradan bir şey yapılamaz mı? (Kalyoncu, 2011, s.401)

 

Başka bir çıkış yolu bulamayan Muzaffer, böyle dert yanar Oktay Rifat’a (Yedek subaylığını Zonguldak’ta yapan Oktay Rifat’ın karısı da veremden ölmüştür.[2]) mektubunda. Tıpkı Rüştü gibi onun da eli kolu çaresizlikle bağlıdır.

Rüştü’nün şiirleri, Muzaffer’inkilere kıyasla nesnel gerçekliği daha fazla bozmakta, bambaşka bir dünyanın kapılarını zorlamaktaydı. Muzaffer’se fatalist bakış açısından uzak, tevekküle düşmeden “Ve ceplerimi arasanız / metelik bulamazsınız” diyeceği dünyevi bir şiirin peşindeydi o ve bu nedenle soluğunu sürekli hissettiği ölüme cepheden saldırıyordu.

 

“Ben veremden öldüm                                                                 

“Belki ölmezdim

“Sıkıntım olmasaydı

“Paradan yana.”[3]  (s.20)

 



Şairlerimizin Zonguldak’ta yaşamalarına rağmen Türk şiirine fırtına gibi girdikleri bilinir. Bu, 1940’larda ve İstanbul’dan bu kadar uzakken hiç de kolay olmasa gerek. Varlık, Değirmen, Kara Elmas, Doğu, Ocak gibi dergi ve gazetelerde çıkan şiirleriyle adlarından söz ettirirler.

Rüştü’nün Salah Birsel’e yazdığı bir başka tarihsiz mektupta “Evet artık ben Garip’im. Süleyman Efendiyle akrabalığımız anadan geliyor.” (s.71) demesi, genç şairlerin Garip şiirinin etkisine girdiklerini, bu şiiri coşkuyla alkışlayacak kadar onun temsilcisi olduklarını gösterir. Ta ki hayat, bu iki arkadaşı çarçabuk oyun dışına itene dek.

Muzaffer Tayyip’in sözcük seçimleri dünyevidir. O yaşamını şiire yansıtırken somuta bağlı kalmayı tercih etmiştir. Rüştü’nün nesnel gerçekliği nispeten kıran, bozan dizelerinin aksine o nesnel gerçeğe bağlı kalma tarafındaydı. Dolayısıyla yazmadan duramadığı şiirleriyle her seferinde özüne dönen, “Parasız kalmışım / Aç kalmışım sonra” (s.32) diyendir.

 

Yazık diyecek

Hatıra defterimi okuyan

Ne talihsiz adammış

İmanı gevremiş parasızlıktan (s.37)

 

En fazla şairanelik ettiği yerlerde bile şiirle yaşama bağlanmayı nesnel gerçeklerden ayrılmadan sürdürür.

 

Seni düşündük

Aç karnına

Sen bir dilim ekmek kadar aziz

Ve bir bardak şarap kadar leziz

Sen yürümesini bilen güzel kız. (s.51)

 

Ağlamadan, sızlamadan, bir manzara betimlemesi yaparcasına, olağanüstü bir rahatlıkla anlatır hastalığını. Ağzından gelen kanla öleceğini anladığında bile taviz vermez bu anlayışından. Üstelik dizelerine kattığı görsellikle handiyse sinematografik bir tarzla en iyi şiirlerinden birini yazar.

 

Önce öksürüverdim

Öksürüverdim hafiften,

Derken ağzımdan kan geldi

Bir ikindi üstü durup dururken

 

Meseleyi o saat anladım

Anladım ama, iş işten geçmişola

Şöyle bir etrafıma baktım,

Baktım ki yaşamak güzeldi hâlâ.

 

Meselâ gökyüzü,

Maviydi alabildiğine

İnsanlar dalıp gitmişti

Kendi âlemine (s.47)

 

Ölümün tüm korkunç belirtilerini gördüğünde bile tevekküle düşmez, fatalizme meyletmez, aksine bir tokat gibi göstere göstere çarpar açlığının şiirini yüzümüze. Üstelik bunu toplumcu şairlerimize nispet yaparcasına ve yarattığı yüksek söylem gücüyle parmak ısırtarak yapar. Şair bu gücü bizzat kendi yaşamından damıtmaktadır. Veremin kıskacında anbean mum gibi erirken “sarı saçlı kız”a nasıl şiir yazsın? Ne var ki yaşının getirdiği toyluğun önyargısından olsa gerek, serbest nazmın memleketimizde vakitsiz yayılmasına öfkelenir, hiçbir şairimizin bu anarşist cereyana kapılmamasıyla avunur. (s.72) Gelgelelim o dilediği kadar serbest nazma kızadursun aşağıdaki şiir örneğinde olduğu gibi basbayağı serbest nazımla, üstelik toplumun can damarından beslenen şiirlerle toplumcu değilse bile toplumsal şiirler yazar.

 

Zira “açlık” da bir kelime

Cümleye gelmez sarı saçlı kız gibi

Ah elbet dolaşırsa ölüm sık sık dilime

“Öleceğim, ölüyorum, öldüm”

Diyeceğim bir gün. (s.58)

 

Bu devingen dizelerden sızan ölümün salt bireye özgü olmadığı aşikârdır. Şair onu ince ince kemiren veremi yoksulluğuyla yenemediğinden aslında toplumsal bir sorunu da işlemektedir. Ki, şairin açlık ve neticesindeki ölüm için “cümleye gelmez sarı saçlı kız gibi” demesinden de yaşamın onu böyle bir şiire zorladığı anlamını çıkarabiliriz.

Şairin “serbest nazımcı anarşist cereyan”a duyduğu kızgınlığı Guillaume Appolinaire’yle sürdürmesi hayli ilginç doğrusu. Garip’i çağrıştıran ilkeleriyle Fransız şiirini şairanelikten kurtaran, basit ifadelerle güçlü dizeler oluşturan bu yenilikçi şairin sürrealist metodundan yakınmakta, sonuç itibariyle de tüm bu şairlerin primitif anlayışlarını eleştirerek çareyi Garip’te bulmaktadır.

“Şair harcıâlem şeylere teşbih ve mecazlarla lâyık olmadığı bir değeri vermek için çabalıyan bir sahtekâr değil, bulanık düşünceleri berraklaştıran hakikat arayıcısıdır. (…) Eski şiirin yıkılması ve okuyucunun alışılmış şeylerden şüpheye davet edilmesi lâzımdı. Orhan Veli ve arkadaşları bunu yaptılar. Şimdi onlardan sonra gelenlere yeni hakikatlar bulmak için çetin yolda yürümek düşüyor. Unutmıyalım ki sanatkâr orijinalitesini yapmak için her şeyi yeni baştan öğrenmek ve inşa etmek zorundadır. Sanatkâr için mükemmeliyet gibi ezbercilik de yoktur.” (s.72)

 

Hem şiirleri hem yazgıları birbirine benzeyen, özellikle ölüm imgesini anlatmada çok şaire yâr olmayacak çarpıcılıklar bulan iki şair arkadaştan Muzaffer Tayyip Uslu 1946’da, Rüştü’den dört yıl sonra düşer toprağa. 

 

Verem mikrobu, vücudunda kemirmedik yalnız kemiklerini ve derisini bırakmıştır. 3 Temmuz 1946 günü, sağlık koşulları uygun olmayan havasız ve karanlık baba evinde, abdesthaneden yatağına getirilirken anasının kucağında, yirmi dört yaşında iken hayata gözlerini kapar. (Kalyoncu, 2011, s.402)

 

Orhan Veli’nin apansız ölümüne hâlâ ne çok yanıyorsam, yirmili yaşlarında veremle sefaletin korkunç pençesinde can veren Rüştü’yle Muzaffer’e de o kadar yanar ve düşünürüm. Acaba Orhan Veli o çukura düşmeseydi, Rüştü’yle Muzaffer veremi yenseydi ne olurdu? Sahi düşündünüz mü siz de? 

 

Kaynakça

Tığ, İ. (2011) RÜŞTÜ ONUR Yaşamı Sanatı Eserleri. Ankara: Kurgu Kültür Merkezi.

Yalçın, İ. (2008) İçimdeki Zonguldak. İstanbul: Heyamola Yayınları.

Uslu, M.T. (2018) Şimdilik. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Kalyoncu, H. (2011) Güler Yüzlü Hüzün: Muzaffer Tayyip Uslu. Edebiyatta Zonguldak Bienali Bildiriler Kitabı. Zonguldak: ZOKEV

 



[1] Rüştü Onur’un şiirlerinden, mektuplarından yapılacak alıntılar şu kitaptandır: Hazırlayan İbrahim Tığ, RÜŞTÜ ONUR Yaşamı Sanatı Eserleri, Ankara: Kurgu Kültür Merkezi Yayınları, 1. Basım, 2011.

 

[2].İrfan Yalçın, İçimdeki Zonguldak, İstanbul: Heyamola Yayınları, 1. Basım, 2008.   

[3] Muzaffer Tayyip Uslu’nun eserlerinden yapılan alıntılar şu kitaptandır: Muzaffer Tayyip Uslu, Şimdilik, İstanbul: YKY, 7. Basım, 2018.