Şarkılarla




Son kez teşekkür ettiğinde henüz kimsenin aklının ucundan geçmiyordu, “teşekkürler” adıyla bir şarkı sözü yazılacağı. Aslında öncesinde de sinyal sinyal üstüne, kadın erkek üstüne, yavuz hırsız ev sahibi üstüne defalarca gelmişti; ama aklın kalp üstüne geleceğini hiç düşünmemişti. Karşısındakinin beyne giden duyargadan sinirleri, onun kalbi titreten duygu telleri öncelikliydi. Her sinir tufanı, her titreyişi; her mantıklı davranış, her duygulanışı alt edecekti. Kader her daim kahpeydi.
Sinirmiş, telmiş derken gelip geçti kışlar yazlar. Kötü anıları kışkışlayarak, karalayıp yazarak, bazısında kızarak bazısında anarak; ama hepsinde eksiksizce koruyup kollayarak nasıl yarım kalınırmış, nasıl eksilirmiş tastamam yaşadı. Kulağına çalındı: “Öyle bir geçer zaman ki.”
Doğa, ona alışılagelmişin dışında bir doğa armağan ettiyse buna çaresiz katlanacaktı. Başka seçeneğinin olmadığını –intihar asla kurtuluş değil, kötü kurgulanmış filmlerin, romanların ucuz ve basit sonudur– er ya da geç, eksik ya da tastamam anlayacaktı. Su katılmamış benliği alaylara konu edilmiş, arkasından söylenen laflar ensesinden çok canını yakmış ne çıkar? Şarkısı bile yazılmamışken “ben böyleyim” diyerek gezerdi zaten.
Çocukluğunda anne babası onu öyle yetiştirmiştir ki yaşlandığını hissetse de yalan söylemeyi, hırsızlık yapmayı, başkasına yan gözle bakmayı, kötülük etmeyi aklının ucundan geçirmezdi. Oysa herkes onun gibi yetiştirilmemiştir. Bazısı vardı, adından çok yalanları söylenir bazısı ufaktan başlayarak varlığına göz dikerdi. Bazısı gönlüne bazısı canına kast etmişti. Sustu, ağır bir film gibi öykünün sonunu bekledi, henüz bestelenmemişken “gönül yareler içinde”.
Annesinin dizine başını koyardı, çıldırmış yaşamın bilinmeyen sayılı molalarında. Onun çizgileriyle hüzünlenirken kadının saçlarını okşayan ellerinin ağrılarını yatıştırdığını hissetmek gücünü tazelerdi. Ki, olanca haksızlığa, sayısız çirkefliğe bu denli vurdumduymaz kalırken şu kadıncağıza daha fazla değer veremez miydim der, hayıflanırdı. İlla profil mi gerekliydi utanmasına, sevgisini, ilgisini doğrudan göstermek için? Sonra ölümden değil, onun başına böyle bir şey gelebileceğinden korkardı. Herkes kadar bilirdi ki “dünyada ölümden başkası yalan”dı.
Önünde arkasında, sağında solunda, elinde avucunda tutunacağı takıntılar tükenince, zamanında özenle bağladığı avuntu demetinin ipi kim bilir ne zaman kopmuştu da o farkına bile varmamıştı, geçmişi içinde tazelerken. Ah geçmiş, aha geçmiş, niye geçmiş diye kırk bininci kez nidalarını sessizce içine akıtırken bekleyenleri tükenmişti. Yalnız tütüne güvendiğini iddia ederdi, arabesk bir rolü kendininkiyle çatıştırarak. Iskalamamak için peşinden eklerdi: Sönüp gitmişti, ateş yarasıyla. Bir de uzatmalı dostum dediği zamanın kucağına bırakırdı varlığını. Oysa almış başını yürümüştü nicedir zaman ve yakalaması imkânsızdı.
Yarım bir adamın yaraları ne denli kabuk bağlarsa elinde kalana o denli bağlandı. Elinde kalan lafın gelişiydi, kimsenin elinde bir şey kalmazdı. İçinde kalan vardı: Kırık, örselenmiş, ayarsız ve parçalanmadan son bir şarkı çalmaya niyetli bir tür akustik gitar: Kalp denen organın tek duygusu: sızı. Her şeye karşın “veda etmem” demekteydi ve kalbini titreten duygu telleriyle bu şarkıyı çalacaktı.  

Kayıp zaman tramvayı





şehrin kıyısında durdum izbedeyim
kurşun gibi bir vakitteyken üstelik
yaralıyım ey gül kokunu çekme üstümden
anla beni ölüyorum hasretinden

şimdi gelir takur tukur
            kayıp zaman tramvayı
kaybettiğimiz yenildiğimiz günlere gideriz
şimdi gelir yorgun argın
düşlediğimiz yarınlara varırız
fakat yaralıyım ey gül çek dikenini üstümden
anla beni ölüyorum hasretinden