Okurken dikkatli olmanız gereken eserlerden Yorgun
Sevda. Gelişigüzel zamanların kitaplarından değil, can sıkıntısını
yenmek ya da oyalanmak için okunanlarından hiç değil; aksine geniş zamanların
derinlikli romanlarından. Kendinizi vererek, bazı yerlerini dönüp tekrar okuyarak
ilerlemeniz gerekiyor.
Şiirsellik, roman gibi uzun soluklu metinlerde hep
tedirginlik uyandırır bende. Devrik cümleler, bitmemiş cümleler, çok dizeli tek
cümleler… Doğrudan işaret etmek yerine çoğu kez duyumsatan bu anlayış herhangi bir
romanda ne kadar yakışıklı durabilir? İyi kotarılırsa yakışacağı kesin.
Şiirleriyle kendine genişçe bir okur kitlesi yaratan bir şairimizin kaleme
aldığı romanı okuduğumda yukarıda söylediklerimi yine düşünmüştüm. Bu şairimiz,
fantastik dünyasında şiiriyle at koştururken zaman zaman roman yazdığını biraz
unutuyordu sanki. Şairane cümleler başlarda keyif veriyorken ilerledikçe keyfiyetin
sıkıntısına bırakıyordu yerini. Şiirin, şiirli dilin derinliği de gidiyor
aslında romanda şairliğin tadını kaçırınca. Şiirin kucağına bırakılan bu eserin
dili sayesinde düşünce ufuklarında büyümesi daha doğalken yazar bu ayarı tutturamamış
Şairliğine yenilmiş. Oysa İrfan Yalçın’ın Yorgun Sevda’sı öyle mi?
Küçük hacminden taşan büyüklüğü okuyucuyu sarıyor, yer yer sarsıyor. Şiirin,
şiirli dilinin derinliğiyle kitabının hacmini kocamanlaştırıyor. Her şeyin
hazırca sunulmadığı Yorgun Sevda’da, okurun romana kendini vermesini ve o
bilinçle dikkatli okumasını bekliyor İrfan Yalçın. Romanın kıvrak cümle
yapısına vurulup da biraz daldınız mı ipin ucunu kaçırıvermeniz çok olağan,
yazar söylediğini ikinci kez söylemiyor.
Herkesten ve her şeyden uzakken lunaparkta çalışmaya
başlamasıyla yeniden hayata tutunan genç kadının öyküsü sunuluyor Yorgun Sevda’da.
1954-1978 arasını kapsayan eser Ankara’da başlıyor, yazları kısacık kışları
upuzun süren bir doğu kentinde sürüp İstanbul’a uzanıyor. Romanın baş kişisi
Canım’ın (adını epey geç ama şaşırarak öğreniyoruz) iki metre yirmi dört
santimetrelik “Afrika Canavarı” Hüseyin başta olmak üzere Baba Cemal, Çingene
Nuri, Cüce Hamdi, Dede ile lunaparkta geçirdiği dostluk zamanlarına imrenerek
bakarken işler karışacaktır. Bir gün Hüseyin lunaparkta olmayacak, buna karşın
o Hüseyinsiz nasıl yapacaktır?
Yazarın anlattığı olayı görmezden gelsek bile onun insanı
vuran ifadelerine kayıtsız kalmak olası değil. Öyle incelikli düşünülüp biçimlendirilmiş
ki tek yapılabileceğiniz kitabı bir süre sonra yeniden okumak.
Çok beğendiğim birkaç yeri örnek olsun diye
alıntılıyorum.
“Küçük kentten ayrılırken akşam, ellerimi seviyor
yaklaşıp; az uzağımdaki sarışın kadını gösterip, “Allahaısmarladık de, git de,”
diyor babam. “Demem,” diyorum, “onu gördüm mü, annem ağlıyor içimde.” (s.35)
“Bizi uzaklara, dağlara taşısalar; yalnız ikimiz
olsak; çoban ateşleri yakıp türküler çağırsak, coşup coşup durulsak,;
çimenleri, ağaçları, taşı toprağı öpsek; bize güneş verecek günleri beklesek!”
Yüzüne yüzlerce söylesem mi? Hayır, söylemiyorum. Sessiz ve dalgın bakıyor. Uzun
gölgesine sarılıp, “İçime gir,” diyorum sanki. “Olmaz,” diyor yüzü, “ben
hayvanım!” (s.55)
Yorgun Sevda, yukarıdaki alıntılara benzer usta işi
anlatımlarla sürerken romanın yapısı gereği de olsa ilginç durumlarla
karşılaşıyoruz. Canım, çok sevdiği Hüseyin’i giderek hayvanı olarak kabul etmiş
ama günün birinde onun lunaparktan götürüldüğünü öğrenmiştir. Daha sonra da
içini bir cinayet, dolayısıyla ölüm duygusu kaplar. İşte tam da burada Canım’ın
romana farklı hayvanlarla ilgili küçücük öyküler, değinmeler kattığına tanık
oluruz: Ölmeye Gelen Kelebekler,
Kesilmiş Tavuğun Ölüm Yürüyüşü, Köpekbalığının Koparılmış Yüreği, Yaşlı Ayı, Öldüren
Güller. Hepsinde hayvanını bulmaktadır.
Giderek bu duyguyu kanıksayacağının öngörüsünü birkaç
sayfa sonra kafamızda kesinleştiririz. Bu ilginç önerme Canım’ı romanın sonuna
değin hayvanından koparmayacak, nereye gitse onunla olacaktır.
“Yitirmekten çok acı duyduklarımızı, sanki onlar hiç
gitmemiş gibi yaşatamaz mıyız içimizde? Onlarla olan eski ilişkilerimizi,
duygusal birlikteliğimizi sanal da olsa kurup yokluklarından gelen acıları
söndüremez miyiz?” (s.90)