Edebiyat derslerinin çoğu zaman mükemmel vakit
geçirme seansları olduğunu düşünmüşümdür. Gerçekte böyle düşünmemin altında birçok neden var. Bunların
başında hiç kuşkusuz edebiyat derslerinin başka alanlara girmeden etkin molalar
verebilme olanağı gelir. Zaman zaman dersin durağanlığını, sıradanlığını
önlemek için güzel bir şiir okuyabilir, bir yazarın derin tümcelerinden
çıkarımlarda bulunabilir, bir sanatçının yaşamından ilginç kesitler
sunabiliriz. Yani bir edebiyat öğretmeni, doğrudan dersin müfredatında
bulunmayan konuları da genel kültürü doğrultusunda dersin hizmetine katabilir
ki yalnız bu saydıklarım bile edebiyat derslerinin etkisini azami ölçüde arttırır.
Lisede bir Sinan Hocamız vardı, edebiyat
öğretmenimizdi. Haftada dört saat dersimize giren hocanın derslerini iple
çekerdik. Onun koridorda görünmesiyle sınıfın uğultusu bıçakla kesilmiş gibi
diner, bir anda her şey dersin hizmetine girer, söz sevgili hocamıza kalırdı.
Bizi nasıl bir anda derse bağladığını ancak şimdilerde anlayabiliyorum doğrusu.
İşitmediğimiz, değişik soruları vardı ve her dersin başında bizi bu sorularla
şöyle bir sarsar, sınardı. Biz farkına bile varmazdık Sinan Hocanın dersi bir
su gibi akıtmaya başladığının. Yumuşak başlı, bizi sevdiğini belli eden biriydi.
Ama bendeki yerinin bambaşka olması sadece bu insani özelliklerinden değildi. Öyle
ki bana sanat sevgisini, dil sevgisini aşıladığından beri Türk edebiyatı
derslerini sabırsızlıkla bekler olmuştum.
Neler mi öğretti bize Sinan Hoca? Bir edebiyat
öğretmeninin öğretmesi gerekenleri… Dahası hepimizde ciddi bir edebiyat ve sanat
sevgisi yeşertmeyi başarmıştı ki her edebiyat öğretmenine nasip olmaz bu
başarı. Fuzuli’nin Su Kasidesi’ni ondan dinlemek bir metne aşkla bağlanmakla
eşdeğerdi. Karacaoğlan’ı, Yunus’u ondan dinlemek devrin toplumsal yapısını da
kavramamız demekti. Hele ki yeni Türk edebiyatı dersleri… Yahya Kemal’in o
meşhur dizleri Sinan Hocanın dilinde can bulurdu:
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan.
Üç yıl dersimize girdi Sinan Hoca. Birçok
şairden, yazardan eserler okuttu ve hiçbiri hakkında ileri geri konuştuğunu,
“Şu sağcıdır, şu solcudur,” dediğini, kendi yorumunu dayattığını duymadık. Zaten
idealist bir öğretmenin böyle küçük hesaplar peşinde koşması yersiz olurdu.
Neler okutmadı ki… Necip Fazıl’ın Otel Odaları şiirini ilk ondan işitmiş ve
hayran olmuştum:
Kulak verin ki, zaman, tahtayı kemiriyor,
Tavan aralarında, tavan aralarında.
Ağlayın, aşinasız, sessiz can verenlere,
Otel odalarında, otel odalarında.
Şimdi
tam sırasını hatırlayamasam da ya Necip Fazıl’ın hemen öncesinde ya da hemen sonrasında
Nâzım Hikmet’le de Sinan Hoca sayesinde tanışmış ve daha o günden bir Nâzım
hayranı olup çıkmıştım. Bize okuduğu ilk şiiri yanılmıyorsam Karıma Mektup’tu.
Ben,
alaca karanlığında son sabahımın
dostlarımı ve seni göreceğim
ve yalnız
yarı kalmış bir şarkının acısını
toprağa götüreceğim...
Sinan Hoca şiirlerin hakkını öyle verirdi ki şiiri
okumakla kalmaz, yaşar ve yaşatırdı. Yine böyle olmuş, şiirin bitmesiyle sınıfa
derin bir sessizlik çökmüştü. Bir kıpırtı tüm büyüyü bozacaktı sanki. Unutulmaz
bir andı. Nice sonra kımıldamaya cesaret edip sağa sola baktığımda
arkadaşlarımın kiminin gözlerinin dolduğunu, kiminin sessizce ağladığını görmüştüm.