Evliliklerinin yedinci gününde çingene
mahallesinden geçerken çocuklardan adamakıllı dayak yiyip kendinden geçer.
Ayıldığında evindedir ve karısı ona “iki günlerinin kaldığını” söyler; bu iki
günün ne olduğunu, nereden çıktığını anlayamaz ve içi korkulu bir sevinçle
dolar. Dokuzuncu günün bitiminde işler iyice değişir. Karısı yataklarının iki
kişilik olmadığını, artık odasında yatacağını söyler. Kadını haklı bulur, yatak
gerçekten dardır üstelik cinselliğe de biraz doymuştur. Bir ay sonlandığında
kadın ona hiç yaklaşmayacak, acıyacak, kızacaktır. Zaten karısını tanımakta
başarısız olan koca, böylece daha yalnız ve çaresiz kalacak, ne kadar yalvarsa
fayda etmeyecek, mutlu geçen dokuz günün anılarıyla avunacaktır. Rahatlığı ve
doygunluğu tattığı dokuz gün… Güzel karısının her yerini, her köşesini -örneğin
koltukaltlarının- yeni baştan öğrenmek istediği mutluluk günleri… Ah, bu günler
geride kalmıştır!
Karısı onu yatağına almayalı, kiracısı olacak
arsız adam ona saygı gösterilerinde bulunmaya, evin içinde pijamayla dolaşmaya,
yemek tahtasının başına hayvanca kurulup yemeğini tıkınmaya, geğirmeye,
yataklarına teklifsizce uzanıp uyumaya, hatta eşek gibi horlamaya başlamıştır.
Yaz başlangıcındaki aşırı sıcaklarda pijamalarını da bırakıp don atletle
dolaşmaya başlar. Fakat o aileden biri değildir ve bu kabahatlerinin bir özrü,
bir karşılığı olmalıdır. Olmalıdır da karısı bir şey demedikten sonra, hatta
karısı da eski titizliğini yitirdikten sonra elinden ne gelir? Beterin beteri
vardır, ya o dayanılmaz sıcaklar geldiğinde sofraya çırılçıplak oturursa… Yapar
mı? Öldürürdü onu; hayır, bunu düşünmek bile iğrençtir. Öldüremez. Arsızlaşan
kiracısı, onun korkulu düşüne bir adım daha sokulur, karısının odasına girince
adamı üstü çıplaklaşmış bulur. Kan tepesine sıçramıştır ama karşısındaki adam
utanmadan yüzüne gülmekte ve “benim de karnım acıktı beyefendi”
gibi sözler söylemektedir. Fakat o… Bu adama iki laf edebilse… Yapamaz, tek
yapabildiği odasına dönünce anahtarı olanca gücüyle kapıya fırlatmaktır.
Böylece saçma geri gelir, başköşeye kurulur. Gidişat akılla uyumsuzdur yine ve
uyum sağlanmadan saçma ortadan kalkmayacaktır. Gelgelelim “uyum” nasıl
sağlanacaktır?
Yemeğin ardından bir bahaneyle odasına çekilir ve
anında uyur. Uyandığında henüz güneş doğmamıştır. Az sonra karşı kapının
açıldığını, ayak seslerinin yukarı çıktığını işitince hiç yapmadığı bir şeyi
yaparak karısının odasına kapıyı çalmadan girer. Uyuyan karısının göğüsleri
açık, bir bacağı yorganın dışındadır ve bir iki yerinde morluklar görür. Ne var
ki karısını o halde görünce odaya gelme nedenini unutturur ve koltukaltlarına
doğru sokulurken yatağın öbür yarısının çukurlaştığını, ikinci bir yastık
olduğunu, bu yastığa bir iki kısa saç yapıştığını fark eder. Titrer. Hiçbir söz
edemeden, kapıyı hızla çarpıp sığınağına kaçar ve ağlamaya başlar.
Aldatılmaya bile derli toplu bir tepki veremeyen
adam, kiracısıyla karısının şiddetlenen ilişkisini uzaktan izlemeye -bir nevi
uyumlu olmaya- başlar. Kiracının usta yalanlarını, güzel özürlerini hayranlıkla
karşılar ve aynı durumda kendi olsa işin içinden sıyrılamayacağını düşünerek bu
adamdan korkmakta haklı olduğuna bir kere daha inanır. Çaresiz, yalnız ve
suskundur. Bu durumu değiştirmeye, eşiğin bir adım ötesine bile geçmeye
çalışmaz. Elinden bir şey gelmeyeceğine olan derin inancı içerisinde yepyeni
kurgular yapar. Onları sevişirlerken ne kadar çok görmek istediğini anlar;
ikisini aynı yatakta çırılçıplak, bildiği birleşme durumlarında… Fakat böyle
anların birinde aniden yatağından doğrulup dışarı fırlar, gürültü çıkarır,
yerden yarım bir tuğla parçası kapıp beklemeye başlar. Karısı taşlıkta görünür,
ona bakar. Oysa karısının bir şeyler demesini beklemiştir; umduğunu bulamayınca
çıkar, gider, kimse “dön” demez. Gecenin serinliğine bırakır kendini, öylece,
hiçbir tasası olmadığını düşünerek yürür. Gerisingeri eve dönünce gürültü
çıkarmadan odasına girer ve yüzüne yerleştirdiği taze gülücüğüyle uykuya dalar.
Saçma kavramını iliklerine kadar duyan adam, davranışlarıyla o uyumu yakalar.
Bir başka deyişle saçmayı temsil etmekten çok, saçma duygusuyla yaşamaya ve ona
uyum sağlamaya mahkûm bir kişidir.
Odasında karısı, arkadaşı ve elbette kendisince
yalıtılan adamın günleri birbirine benzerken bir sabah bu kısır döngü
işletilmez. Kiracının evde olmadığı bir gün karısı onu yemeğe çağırır. Koca, bu
daveti kazanç hanesine katmaya dünden niyetlidir. Kadının ilk yemeği onun
tabağına koyması, “yeşil salatadan da alsana” demesi, belirgin
bir farklılığın yaşanmakta olduğunu gösterse de sorgulama yeteneği ya da
düşüncesi hiç gelişmemiş bir hayat acemisi için tüm bunlar kazanç kabul edilir.
Eksik, mutsuz, kötü, pis olduğunu düşünen adamın, aldatılmışlığı tüm yönleriyle
sineye çektiğini görürüz: “Sinemaya gitmek ister misiniz?” Mantosunu
alırsa üşümeyecektir; ama kadının “mantom yok” yanıtı
bizimkini yine savunmaya iter. Karısıyla hiç ilgilenmeyen, düşüncesizin
tekidir. Kısa süre önce sarf ettiği tüm kötücül sıfatlar asıl kendinde
mevcuttur. Karısına karşı tutumuyla sürüden kopamamıştır ama bu gerçeği ona bir
manto alarak değiştirmek ister. Kocalığı henüz öğrenemediğini, evlilik
konusunda kendisinden daha deneyimli olduğunu belirtir ve daha der demez bu
sözünden pişmanlık duyar. Yeniden patavatsızlık yaptığını düşünerek özür
dilemeye, kendisine yeni sıfatlar yakıştırmaya, konuştukça konuşmaya,
saçmalamaya devam eder. Bu seyri koyulaştırmak için ilginç bir yol dener: “Dün
kendimi öldürecektim.” Geceki başarısız tasarısını unutturan ve
kendine uygun bir manevra alanı yaratan yalanını açık vermeden sürdürür. Kendini
öldürecek kadar kederli ve aklı başındadır ama yapmaz. Çünkü ölüm, en kolay
çözüm yoludur. Dediğimiz gibi saçma duygusuyla boğuşsa da kendince akıllı
kararlar veren, uyumlu bir kişidir o. Bu nedenle saçma duygusunu hepten
güçlendirecek bir intihar için uygun kişi değildir. Hem ölümün saçmalığını
annesinden de bilmektedir. Sonuçta dengeyi bularak karısına dönmeyi seçmiş,
ondan öz dilemeye gelmiştir. “Her şeye yeni baştan…” diye söze
girer, bir yandan da hıçkırmaktadır. Bunun üzerine kadın gebe olduğunu söyler.
Karısının gebeliği, taze bir umut ve heyecandır.
Mutluluktan sarhoşça dolaşmakta, o güne değin şarkı söylememesine karşın
sokaklarda şarkılar söylemektedir. Baba olmak, kendine ait yeni şeylere sahip
olmak demektir. Derken kiracısıyla karşılaşır ve onu özlediğini, ona ihtiyacı
duyduğunu anlar. Kiracının dün gece onu aradığını söylemesi, bir önceki bölümde
kadının uydurma ölüm planına olan ilgisinin kaynağını açık etse de adam bunu
algılayamaz. Kiracının ucu açık laflar etmesi bile onu yeterince kuşkulandırmaz. “Çocuğunuz
var mı?” sorusuna “yok ama olabilir” ,”çocuk yapmak
enayiliktir” sözleriyle yanıt verir kiracısı. Karısının hamile
olduğunu müjdeleyince kiracıyı önlenemez bir kahkaha tutar, diğeriyse duruma
yalnızca sinirlenir. Kiracının gülmeye ara verip “ne çabuk gebe kaldı?” iğnelemesine
bile tepki göstermez. Kafasında dolaşan tek tilki, bu haberi ilk kendinden
duymamış olma olasılığıdır ki yalnız bu durum kiracının hep yenen, onunsa hep
yenilen olmasına yeterlidir. Kızı olması istediğini söyler. Kiracı “kime
benzeyecek” diye sorunca “annesine” der. Karısı gibi güzel
bir kızı olacaktır. Öteki “kızımız” der, sarılırlar.
Yanlarına kattıkları bekçiyle bekçinin oğlunun
dükkânına bu haberi kutlamaya giderler. Yolda basit bir sözleşme yapar: “Bekçiye
para verdirtmek yok, ne harcarsak yarı yarıya.” Kiracı “doğacak
kızımızın şerefine,” diyerek kadehleri devirmeye koyulur, bu konuda
son derece deneyimsiz olan baba adayıysa öksürür, tıksırır, gözlerinden yaşlar
boşaltır. Yanan sigaradan kendi sigarasını yakmayı bile beceremez. Fasıl bitip
hesap gelince arkadaşı kâğıdı ona uzatır. Baba adayının arkadaşına ilk
diklenmesi burada gerçekleşir. “Ben mi ödeyeceğim?” diyerek
yoldaki sözleşmeyi hatırlatınca kiracı üstelemez. Çıkardıkları beşliklerden
masanın üzerine bırakırlar. Dükkân sahibi geri dönüp paranın eksik olduğunu
söyleyince gözler ona çevrilir. Tamamı, onun beş lira eksik verdiğinde
hemfikirdir. İçkinin de etkisiyle ikinci kez diklenir: “Yetti artık, ben
hırsız mıyım?” Bir yandansa budala yerine konduğu için ağlamaklıdır.
Sonunda kiracı bir beşlik çıkarır ve sorun çözülür. Böylece kutlama biter. Eve,
odasına vardığındaysa parayı eksik veren kendisi olduğunu fark eder. Parasını
birçok kez sayar ama sonuç değişmez: Demek ki hepsi haklıymış!
Arkadaşına ilk kez güçlü sayılabilecek bir
tavırla -o da sarhoş denebilecekken- karşı koyan adam, eksik verdiği para
yüzünden suçluluk duyar. Birdenbire karısının kapısında biter. Çekinerek içeri
girdiğinde karısını ateşler içinde, hasta bulur. Ne yapacağını bilememenin tedirginliğiyle
en basit çözüme sarılarak tavan arasına koşturur. Karısını kiracısına bırakarak
sorumluluk almayacaktır. Bu sırada avucunda sıktığı beş lirayı kiracının
ayaklarının dibine -yüzüne değil- fırlatması, iç dengesini sağlamanın da bir
yoludur. “Haklıymışsınız özür dilerim.”
Sorumluluktan kaçan adamın kiracısına duyduğu
hayranlık hastalık süresince iyice pekişir; öyle ki karısına doktor getirmiş,
ilaç almış, karısının başından ayrılmamış, bir kocanın yapması gereken her şeyi
yapmıştır. Bütün süreç boyunca izleyici rolünü üstlenen kendisi ise kadının
düzelmesiyle havalara uçar. Alımlı karısını avluda görünce geçmiş olsun
dileklerinde bulunur, yanına oturur, dizini dizine değdirir, kızlarını sorar.
Kadının yüzündeki acımsı gülümsemeyi ise sorgulamaz, yalnızca güzel bakışına,
dudaklarını güzel ısırışına takılmıştır.
Yorgun kadını yatağına yatırırken çocuğun yakında
doğacağına ilişkin “Daha evleneli altı ay bile olmadı”yı neden
kullandığı belirsizleşir. Bu silik ifade karısını hafiften titremeye yeter,
kadın duygularını gizleyememektedir ama o, üsteleyip de onu üzmekten çekinir ve
kadının yerine kendisi konuşur: “Elbette erken doğum diye bir şey
olduğunu biliyorum.” Sonra karışık duygularla onu sevmeye başlar, elleri
saçlarına gider. Kadın sessizce ağlamaya, devamında sesli sesli hıçkırmaya
başlar. Karısının hüznünü engellemek için avutucu sözler söyler. Saçlarından
bileklerine kayan elleri, kollarına oradan bilinçsizce koltukaltlarına gitmeye,
koltukaltlarını ovalamaya, okşamaya dönüşür. Elleri memelerine, oradan meme
uçlarına gider, uzanıp dizkapağını öper, dizinin alt kuytusuna sokulup dilini
sürter. Güzel karısını avutmak için başlayan eylemleri başka bir hedefe
yönelmiştir ki kadın fısıltıyla “Ne iyisin!” der. Altı aylık
evliliklerinde aldığı tek olumlu karşılık bu sözdür ve bu yüzden hem
hüzünlendirmeye hem rahatlatmaya yeterlidir.
Kitabın son iki bölümü, düğümlerin çözülmesinin
yanı sıra yazarın romanı yazma amacını açık eder. Kiracı, yanan ışığını görerek
odasına gelince başından beri en uzun ikinci konuşmayı (ilki kahvedeki
tanışmalarındaydı) yaparlar. O sıra adam, Gogol’un Palto’sunu
okumaktadır. Kiracının “Sevgili güzel karımız” demesine “Karımız
mı dediniz?” şeklindeki düzeltme sorusu kiracıyı püskürtmeye
yetmez: “Evet, ‘karımız’ dedim. Bir şey mi oldu?” Bu denli
açık bir saldırı karşısında ne yapacağını bilemeyen ev sahibi -ki bu konumda
kimin kime sahip olduğu tartışılır- hep yaptığı gibi savunmaya çekilir ve garip
bir teşekkür cümlesiyle konuşmayı sürdürür: “Onu siz iyileştirdiniz.” Karısına
adamakıllı kocalık yapamayan adamın doğacak çocuğu sahiplenmeye çalışmasına da
karşılık gecikmez: “Kızımız.” Burada, yine adamın “Ama
evleneli altı ay bile olmadı” ifadesi, onda sorgulama, çözümleme
yeteneğinin hiç mi hiç gelişmediğini gösterir. Arkadaşının karşısında gülünç
duruma düştüğünün ayırdına bile varamaz. Arkadaşının mantığı ise açıktır; bunu
kurcalamamalı ve dahası buna alışmalıdır. Alışmaksa zaten en iyi bildiği
şeydir. Karısıyla bu altı ay sorununu konuşurken erken doğum sığınağına
koşturan adam, arkadaşının “babası sen olacaksın” ifadesindeki
gerçeği anlayamaz; oysa arkadaşı bu gece, onu bütün gizemlerden kurtarmaya
niyetlidir: “O bizim karımız,” der, “ikimizin kadını.” Eklemeyi
de unutmaz: “Ama sen sıranı savdın, artık ona dokunmak yok.” Bu
sözler ardından gelen yeni saldırı, kahramanımızı perişan edecek niteliktedir.
Palto öyküsünden yola çıkarak onu bir roman kahramanına benzetir, elbette bu
kahramanı var eden bizzat kendisidir. Öyle bir kahraman ki gerçek hayatta
yaşaması olanaksız, düpedüz yaratılmış biri: “Dostum bilmem farkında
mısın, seni yavaş yavaş değiştiriyorum ben. Seni baştan yoğurmak, sana bir
kişilik kazandırmak gerek. Her şey olabilir senden. Senden istenilen her tipte
insan yaratılabilir.” İlk başta arkadaşının bu sözleriyle övünmesi, onun
özgünleşmesinin ne kadar uzak ve zor olduğunu ortaya koyar. Ötekiyse ısrarla
devam eder. Onun hamuru, testi çamuru gibi şekil almaya o kadar uygundur ki
istediği her kimliği yaratabilir; bir işkenceci, bir ajan, bir cellât hatta.
Konuşma bu doğrultuda sürerken hayranlıkla arkadaşını izleyen adam yine kendini
rahatlatacak savunma mekanizmasına sığınır ve ondan korkmakta ne kadar haklı
olduğunu bir kez daha anlar. Burada söz yeniden kadına dönünce, arkadaşının en
doğrudan saldırısı gelir: “Bak şimdi kalkıp odadan çıkacağım, onun
odasına geçeceğim. Gözlerinle göreceksin bunu. Soyunup koynuna gireceğim. Doğum
bu kadar yakın olmasa, onunla sabaha kadar sevişirdim. Yani senin karınla. Sen
de burada bizim sevişme seslerimizi dinleyip o şahane otuzbirini çekerdin.” Yine arkadaşının “Biliyor
musun, iyi bir adamsın sen” nitelemesi de karısını anımsatır.
Kitabın son bölümünde odasına sıkışmıştır.
Başından beri kendisinden üstün gördüğü kişilerin ağzıyla konuşan, benzer
davranışlarda bulunan kahramanımız burada kendiyle hesaplaşır. Hatta yer yer
derin çözümlemelere girişirken ilk kez acımaz kendisine. “Zavallıyım,” der
ve yaşadığı odanın yeni kovuğu olduğunu düşünür. Yeniden başlamayaysa gücü
yoktur, öyle ya korkağın tekidir. Bu kötücül ama gerçekçi değerlendirmenin herhangi
bir sonuca bağlanıp bağlanmayacağı okuyucuyu merak ettirse de bu beklentiyi
yine kahramanımız giderir: Daha da yalnız kalmıştım. Yaşamamda delik
deşik bir şeyler vardı. Hep bir şeyler eksik olmuştu bende. Bunu daha önce de
sezer gibi olmuştum, ama hep örtmüştüm üstünü, anlamazlığa, bilmezliğe
vurmuştum kendimi. Ah, insanın kendine düşkünlüğü, kendine toz kondurmayışı ne
yanlış bir şey. Şimdi bunun cezasını çekiyorum. Çünkü bütün yanlışlarım artık
yüzüme vuruluyor. Yüzüme vurulduğu anda yadırgıyorum, ürperiyorum, haksızlığa
uğramış buluyorum kendimi, ama üzerinden biraz zaman geçince asıl haksız olanın
ben olduğumu anlıyorum. Ah, nasıl zavallı, nasıl ilkel, nasıl aşağılık
buluyorum.
Karısıyla arkadaşının altı ay içerisinde kendisine dair kullandıkları tek
iyimser sözün anlamını sorguladığını görürüz: “İyi biri miyim?” İyiliğin ne
olduğuna ilişkin felsefi çıkarımlar önem kazansa da kahramanımızın akılcılığını
öne çıkardığı bu bölüm roman içerisinde pek bir yer kaplamaz ve bu çıkarımların
peşi sıra birdenbire müdür aklına düşer. “Yeni bir başlangıca mı soyunuyor?”
diye düşünebilecekken yeniden karısını özlemesiyle bu seçenek de geçersizleşir.
Arkadaşıyla konuşmasının üzerinden dört gün
geçmişken yemeğe bile çağırmamıştırlar onu. Sonra “Biraz dolaşsam…” diye
düşünür ama bu düşünce de aynı sona yazgılıdır. Kafasından benzeri düşünceler
geçerken son görünümüyle karşımıza çıkar: Birden odanın ortasında,
yerde çırılçıplak olduğumu fark edip kendimden utandım. Dört gündür bu odada
çırılçıplak mıydım ben? Ama niye? Niçin çırılçıplaktım? Kalktım, hızla
giyindim. Ortası karanlık sırları dökük aynada sakalları uzamış çökük yüzümü
gördüm, hiç sevmedim. Ayakkabılarımın bağlarını bağlarken niye giyindiğimi
düşündüm birden. Çıkaramadım. Giyindiğime göre çıkmalıydım odamdan. Sokaklara
çıkmalıydım.
Kitap, kendi iç değerlendirmesini yapan adamın
dışsal değerlendirmesini yapmasıyla son bulur. Adam evden sessiz, tıpkı bir
hayaletmişçesine çıkar gider. Böylece Odalarda’da uyum bozulmuş, aklın saçmaya
karşı sağladığı denge kaybolmuştur. Bu yönüyle Albert Camus’nün “hayatın bir
anlamı vardır / olmalıdır” düşüncesinin aksi yönde hareket eder ve tam bir
karamsarlık, çıkmaz, hatta hiçlik evresine geçer. Son haliyle hayatla hiçbir
bağı kalmayan, mutsuz, huzursuz, topluma tamamen yabancı bir kişi konumuna
gelmiştir. Kendisini tehdit eden kiracı, onu hayata bağlayan tek durumdan
-karısından- koparmış, böylece varlığını da anlamsızlaştırmıştır.
Kahramanımızın aklını devreye sokarak bulduğu uyum, denge hâlleri tamamen yok
olduğundan yabancılaşmanın da sonuna ulaşmıştır. Yalnızlığında, mutsuzluğunda,
umutsuzluğunda öyle benzersiz bir seviyeye ulaşmıştır ki boğulmamak için hiçbir
nedeni kalmamıştır. Uyum bozulduğu için artık saçma duygusunu yaşamanın
ötesinde saçmayı da temsil eden bir kahramana dönüşmüştür.
Erdal Öz, edebiyatımızın unutulmama kapısından
Odalarda’yla da geçerken sonraki kuşaklara muazzam bir esin kaynağı sunar.