Erdal Öz'ün saçma adamı-2



Evliliklerinin yedinci gününde çingene mahallesinden geçerken çocuklardan adamakıllı dayak yiyip kendinden geçer. Ayıldığında evindedir ve karısı ona “iki günlerinin kaldığını” söyler; bu iki günün ne olduğunu, nereden çıktığını anlayamaz ve içi korkulu bir sevinçle dolar. Dokuzuncu günün bitiminde işler iyice değişir. Karısı yataklarının iki kişilik olmadığını, artık odasında yatacağını söyler. Kadını haklı bulur, yatak gerçekten dardır üstelik cinselliğe de biraz doymuştur. Bir ay sonlandığında kadın ona hiç yaklaşmayacak, acıyacak, kızacaktır. Zaten karısını tanımakta başarısız olan koca, böylece daha yalnız ve çaresiz kalacak, ne kadar yalvarsa fayda etmeyecek, mutlu geçen dokuz günün anılarıyla avunacaktır. Rahatlığı ve doygunluğu tattığı dokuz gün… Güzel karısının her yerini, her köşesini -örneğin koltukaltlarının- yeni baştan öğrenmek istediği mutluluk günleri… Ah, bu günler geride kalmıştır!

Karısı onu yatağına almayalı, kiracısı olacak arsız adam ona saygı gösterilerinde bulunmaya, evin içinde pijamayla dolaşmaya, yemek tahtasının başına hayvanca kurulup yemeğini tıkınmaya, geğirmeye, yataklarına teklifsizce uzanıp uyumaya, hatta eşek gibi horlamaya başlamıştır. Yaz başlangıcındaki aşırı sıcaklarda pijamalarını da bırakıp don atletle dolaşmaya başlar. Fakat o aileden biri değildir ve bu kabahatlerinin bir özrü, bir karşılığı olmalıdır. Olmalıdır da karısı bir şey demedikten sonra, hatta karısı da eski titizliğini yitirdikten sonra elinden ne gelir? Beterin beteri vardır, ya o dayanılmaz sıcaklar geldiğinde sofraya çırılçıplak oturursa… Yapar mı? Öldürürdü onu; hayır, bunu düşünmek bile iğrençtir. Öldüremez. Arsızlaşan kiracısı, onun korkulu düşüne bir adım daha sokulur, karısının odasına girince adamı üstü çıplaklaşmış bulur. Kan tepesine sıçramıştır ama karşısındaki adam utanmadan yüzüne gülmekte ve “benim de karnım acıktı beyefendi” gibi sözler söylemektedir. Fakat o… Bu adama iki laf edebilse… Yapamaz, tek yapabildiği odasına dönünce anahtarı olanca gücüyle kapıya fırlatmaktır. Böylece saçma geri gelir, başköşeye kurulur. Gidişat akılla uyumsuzdur yine ve uyum sağlanmadan saçma ortadan kalkmayacaktır. Gelgelelim “uyum” nasıl sağlanacaktır?

Yemeğin ardından bir bahaneyle odasına çekilir ve anında uyur. Uyandığında henüz güneş doğmamıştır. Az sonra karşı kapının açıldığını, ayak seslerinin yukarı çıktığını işitince hiç yapmadığı bir şeyi yaparak karısının odasına kapıyı çalmadan girer. Uyuyan karısının göğüsleri açık, bir bacağı yorganın dışındadır ve bir iki yerinde morluklar görür. Ne var ki karısını o halde görünce odaya gelme nedenini unutturur ve koltukaltlarına doğru sokulurken yatağın öbür yarısının çukurlaştığını, ikinci bir yastık olduğunu, bu yastığa bir iki kısa saç yapıştığını fark eder. Titrer. Hiçbir söz edemeden, kapıyı hızla çarpıp sığınağına kaçar ve ağlamaya başlar.

Aldatılmaya bile derli toplu bir tepki veremeyen adam, kiracısıyla karısının şiddetlenen ilişkisini uzaktan izlemeye -bir nevi uyumlu olmaya- başlar. Kiracının usta yalanlarını, güzel özürlerini hayranlıkla karşılar ve aynı durumda kendi olsa işin içinden sıyrılamayacağını düşünerek bu adamdan korkmakta haklı olduğuna bir kere daha inanır. Çaresiz, yalnız ve suskundur. Bu durumu değiştirmeye, eşiğin bir adım ötesine bile geçmeye çalışmaz. Elinden bir şey gelmeyeceğine olan derin inancı içerisinde yepyeni kurgular yapar. Onları sevişirlerken ne kadar çok görmek istediğini anlar; ikisini aynı yatakta çırılçıplak, bildiği birleşme durumlarında… Fakat böyle anların birinde aniden yatağından doğrulup dışarı fırlar, gürültü çıkarır, yerden yarım bir tuğla parçası kapıp beklemeye başlar. Karısı taşlıkta görünür, ona bakar. Oysa karısının bir şeyler demesini beklemiştir; umduğunu bulamayınca çıkar, gider, kimse “dön” demez. Gecenin serinliğine bırakır kendini, öylece, hiçbir tasası olmadığını düşünerek yürür. Gerisingeri eve dönünce gürültü çıkarmadan odasına girer ve yüzüne yerleştirdiği taze gülücüğüyle uykuya dalar. Saçma kavramını iliklerine kadar duyan adam, davranışlarıyla o uyumu yakalar. Bir başka deyişle saçmayı temsil etmekten çok, saçma duygusuyla yaşamaya ve ona uyum sağlamaya mahkûm bir kişidir.

Odasında karısı, arkadaşı ve elbette kendisince yalıtılan adamın günleri birbirine benzerken bir sabah bu kısır döngü işletilmez. Kiracının evde olmadığı bir gün karısı onu yemeğe çağırır. Koca, bu daveti kazanç hanesine katmaya dünden niyetlidir. Kadının ilk yemeği onun tabağına koyması, “yeşil salatadan da alsana” demesi, belirgin bir farklılığın yaşanmakta olduğunu gösterse de sorgulama yeteneği ya da düşüncesi hiç gelişmemiş bir hayat acemisi için tüm bunlar kazanç kabul edilir. Eksik, mutsuz, kötü, pis olduğunu düşünen adamın, aldatılmışlığı tüm yönleriyle sineye çektiğini görürüz: “Sinemaya gitmek ister misiniz?” Mantosunu alırsa üşümeyecektir; ama kadının “mantom yok” yanıtı bizimkini yine savunmaya iter. Karısıyla hiç ilgilenmeyen, düşüncesizin tekidir. Kısa süre önce sarf ettiği tüm kötücül sıfatlar asıl kendinde mevcuttur. Karısına karşı tutumuyla sürüden kopamamıştır ama bu gerçeği ona bir manto alarak değiştirmek ister. Kocalığı henüz öğrenemediğini, evlilik konusunda kendisinden daha deneyimli olduğunu belirtir ve daha der demez bu sözünden pişmanlık duyar. Yeniden patavatsızlık yaptığını düşünerek özür dilemeye, kendisine yeni sıfatlar yakıştırmaya, konuştukça konuşmaya, saçmalamaya devam eder. Bu seyri koyulaştırmak için ilginç bir yol dener: “Dün kendimi öldürecektim.” Geceki başarısız tasarısını unutturan ve kendine uygun bir manevra alanı yaratan yalanını açık vermeden sürdürür. Kendini öldürecek kadar kederli ve aklı başındadır ama yapmaz. Çünkü ölüm, en kolay çözüm yoludur. Dediğimiz gibi saçma duygusuyla boğuşsa da kendince akıllı kararlar veren, uyumlu bir kişidir o. Bu nedenle saçma duygusunu hepten güçlendirecek bir intihar için uygun kişi değildir. Hem ölümün saçmalığını annesinden de bilmektedir. Sonuçta dengeyi bularak karısına dönmeyi seçmiş, ondan öz dilemeye gelmiştir. “Her şeye yeni baştan…” diye söze girer, bir yandan da hıçkırmaktadır. Bunun üzerine kadın gebe olduğunu söyler.

Karısının gebeliği, taze bir umut ve heyecandır. Mutluluktan sarhoşça dolaşmakta, o güne değin şarkı söylememesine karşın sokaklarda şarkılar söylemektedir. Baba olmak, kendine ait yeni şeylere sahip olmak demektir. Derken kiracısıyla karşılaşır ve onu özlediğini, ona ihtiyacı duyduğunu anlar. Kiracının dün gece onu aradığını söylemesi, bir önceki bölümde kadının uydurma ölüm planına olan ilgisinin kaynağını açık etse de adam bunu algılayamaz. Kiracının ucu açık laflar etmesi bile onu yeterince kuşkulandırmaz. “Çocuğunuz var mı?” sorusuna “yok ama olabilir” ,”çocuk yapmak enayiliktir” sözleriyle yanıt verir kiracısı. Karısının hamile olduğunu müjdeleyince kiracıyı önlenemez bir kahkaha tutar, diğeriyse duruma yalnızca sinirlenir. Kiracının gülmeye ara verip “ne çabuk gebe kaldı?” iğnelemesine bile tepki göstermez. Kafasında dolaşan tek tilki, bu haberi ilk kendinden duymamış olma olasılığıdır ki yalnız bu durum kiracının hep yenen, onunsa hep yenilen olmasına yeterlidir. Kızı olması istediğini söyler. Kiracı “kime benzeyecek” diye sorunca “annesine” der. Karısı gibi güzel bir kızı olacaktır. Öteki “kızımız” der, sarılırlar.

Yanlarına kattıkları bekçiyle bekçinin oğlunun dükkânına bu haberi kutlamaya giderler. Yolda basit bir sözleşme yapar: “Bekçiye para verdirtmek yok, ne harcarsak yarı yarıya.” Kiracı “doğacak kızımızın şerefine,” diyerek kadehleri devirmeye koyulur, bu konuda son derece deneyimsiz olan baba adayıysa öksürür, tıksırır, gözlerinden yaşlar boşaltır. Yanan sigaradan kendi sigarasını yakmayı bile beceremez. Fasıl bitip hesap gelince arkadaşı kâğıdı ona uzatır. Baba adayının arkadaşına ilk diklenmesi burada gerçekleşir. “Ben mi ödeyeceğim?” diyerek yoldaki sözleşmeyi hatırlatınca kiracı üstelemez. Çıkardıkları beşliklerden masanın üzerine bırakırlar. Dükkân sahibi geri dönüp paranın eksik olduğunu söyleyince gözler ona çevrilir. Tamamı, onun beş lira eksik verdiğinde hemfikirdir. İçkinin de etkisiyle ikinci kez diklenir: “Yetti artık, ben hırsız mıyım?” Bir yandansa budala yerine konduğu için ağlamaklıdır. Sonunda kiracı bir beşlik çıkarır ve sorun çözülür. Böylece kutlama biter. Eve, odasına vardığındaysa parayı eksik veren kendisi olduğunu fark eder. Parasını birçok kez sayar ama sonuç değişmez: Demek ki hepsi haklıymış!




Arkadaşına ilk kez güçlü sayılabilecek bir tavırla -o da sarhoş denebilecekken- karşı koyan adam, eksik verdiği para yüzünden suçluluk duyar. Birdenbire karısının kapısında biter. Çekinerek içeri girdiğinde karısını ateşler içinde, hasta bulur. Ne yapacağını bilememenin tedirginliğiyle en basit çözüme sarılarak tavan arasına koşturur. Karısını kiracısına bırakarak sorumluluk almayacaktır. Bu sırada avucunda sıktığı beş lirayı kiracının ayaklarının dibine -yüzüne değil- fırlatması, iç dengesini sağlamanın da bir yoludur. “Haklıymışsınız özür dilerim.”

Sorumluluktan kaçan adamın kiracısına duyduğu hayranlık hastalık süresince iyice pekişir; öyle ki karısına doktor getirmiş, ilaç almış, karısının başından ayrılmamış, bir kocanın yapması gereken her şeyi yapmıştır. Bütün süreç boyunca izleyici rolünü üstlenen kendisi ise kadının düzelmesiyle havalara uçar. Alımlı karısını avluda görünce geçmiş olsun dileklerinde bulunur, yanına oturur, dizini dizine değdirir, kızlarını sorar. Kadının yüzündeki acımsı gülümsemeyi ise sorgulamaz, yalnızca güzel bakışına, dudaklarını güzel ısırışına takılmıştır.

Yorgun kadını yatağına yatırırken çocuğun yakında doğacağına ilişkin “Daha evleneli altı ay bile olmadı”yı neden kullandığı belirsizleşir. Bu silik ifade karısını hafiften titremeye yeter, kadın duygularını gizleyememektedir ama o, üsteleyip de onu üzmekten çekinir ve kadının yerine kendisi konuşur: “Elbette erken doğum diye bir şey olduğunu biliyorum.” Sonra karışık duygularla onu sevmeye başlar, elleri saçlarına gider. Kadın sessizce ağlamaya, devamında sesli sesli hıçkırmaya başlar. Karısının hüznünü engellemek için avutucu sözler söyler. Saçlarından bileklerine kayan elleri, kollarına oradan bilinçsizce koltukaltlarına gitmeye, koltukaltlarını ovalamaya, okşamaya dönüşür. Elleri memelerine, oradan meme uçlarına gider, uzanıp dizkapağını öper, dizinin alt kuytusuna sokulup dilini sürter. Güzel karısını avutmak için başlayan eylemleri başka bir hedefe yönelmiştir ki kadın fısıltıyla “Ne iyisin!” der. Altı aylık evliliklerinde aldığı tek olumlu karşılık bu sözdür ve bu yüzden hem hüzünlendirmeye hem rahatlatmaya yeterlidir.

Kitabın son iki bölümü, düğümlerin çözülmesinin yanı sıra yazarın romanı yazma amacını açık eder. Kiracı, yanan ışığını görerek odasına gelince başından beri en uzun ikinci konuşmayı (ilki kahvedeki tanışmalarındaydı) yaparlar. O sıra adam, Gogol’un Palto’sunu okumaktadır. Kiracının “Sevgili güzel karımız” demesine “Karımız mı dediniz?” şeklindeki düzeltme sorusu kiracıyı püskürtmeye yetmez: “Evet, ‘karımız’ dedim. Bir şey mi oldu?” Bu denli açık bir saldırı karşısında ne yapacağını bilemeyen ev sahibi -ki bu konumda kimin kime sahip olduğu tartışılır- hep yaptığı gibi savunmaya çekilir ve garip bir teşekkür cümlesiyle konuşmayı sürdürür: “Onu siz iyileştirdiniz.” Karısına adamakıllı kocalık yapamayan adamın doğacak çocuğu sahiplenmeye çalışmasına da karşılık gecikmez: “Kızımız.” Burada, yine adamın “Ama evleneli altı ay bile olmadı” ifadesi, onda sorgulama, çözümleme yeteneğinin hiç mi hiç gelişmediğini gösterir. Arkadaşının karşısında gülünç duruma düştüğünün ayırdına bile varamaz. Arkadaşının mantığı ise açıktır; bunu kurcalamamalı ve dahası buna alışmalıdır. Alışmaksa zaten en iyi bildiği şeydir. Karısıyla bu altı ay sorununu konuşurken erken doğum sığınağına koşturan adam, arkadaşının “babası sen olacaksın” ifadesindeki gerçeği anlayamaz; oysa arkadaşı bu gece, onu bütün gizemlerden kurtarmaya niyetlidir: “O bizim karımız,” der, “ikimizin kadını.” Eklemeyi de unutmaz: “Ama sen sıranı savdın, artık ona dokunmak yok.” Bu sözler ardından gelen yeni saldırı, kahramanımızı perişan edecek niteliktedir. Palto öyküsünden yola çıkarak onu bir roman kahramanına benzetir, elbette bu kahramanı var eden bizzat kendisidir. Öyle bir kahraman ki gerçek hayatta yaşaması olanaksız, düpedüz yaratılmış biri: “Dostum bilmem farkında mısın, seni yavaş yavaş değiştiriyorum ben. Seni baştan yoğurmak, sana bir kişilik kazandırmak gerek. Her şey olabilir senden. Senden istenilen her tipte insan yaratılabilir.” İlk başta arkadaşının bu sözleriyle övünmesi, onun özgünleşmesinin ne kadar uzak ve zor olduğunu ortaya koyar. Ötekiyse ısrarla devam eder. Onun hamuru, testi çamuru gibi şekil almaya o kadar uygundur ki istediği her kimliği yaratabilir; bir işkenceci, bir ajan, bir cellât hatta. Konuşma bu doğrultuda sürerken hayranlıkla arkadaşını izleyen adam yine kendini rahatlatacak savunma mekanizmasına sığınır ve ondan korkmakta ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anlar. Burada söz yeniden kadına dönünce, arkadaşının en doğrudan saldırısı gelir: “Bak şimdi kalkıp odadan çıkacağım, onun odasına geçeceğim. Gözlerinle göreceksin bunu. Soyunup koynuna gireceğim. Doğum bu kadar yakın olmasa, onunla sabaha kadar sevişirdim. Yani senin karınla. Sen de burada bizim sevişme seslerimizi dinleyip o şahane otuzbirini çekerdin.” Yine arkadaşının “Biliyor musun, iyi bir adamsın sen” nitelemesi de karısını anımsatır.

Kitabın son bölümünde odasına sıkışmıştır. Başından beri kendisinden üstün gördüğü kişilerin ağzıyla konuşan, benzer davranışlarda bulunan kahramanımız burada kendiyle hesaplaşır. Hatta yer yer derin çözümlemelere girişirken ilk kez acımaz kendisine. “Zavallıyım,” der ve yaşadığı odanın yeni kovuğu olduğunu düşünür. Yeniden başlamayaysa gücü yoktur, öyle ya korkağın tekidir. Bu kötücül ama gerçekçi değerlendirmenin herhangi bir sonuca bağlanıp bağlanmayacağı okuyucuyu merak ettirse de bu beklentiyi yine kahramanımız giderir: Daha da yalnız kalmıştım. Yaşamamda delik deşik bir şeyler vardı. Hep bir şeyler eksik olmuştu bende. Bunu daha önce de sezer gibi olmuştum, ama hep örtmüştüm üstünü, anlamazlığa, bilmezliğe vurmuştum kendimi. Ah, insanın kendine düşkünlüğü, kendine toz kondurmayışı ne yanlış bir şey. Şimdi bunun cezasını çekiyorum. Çünkü bütün yanlışlarım artık yüzüme vuruluyor. Yüzüme vurulduğu anda yadırgıyorum, ürperiyorum, haksızlığa uğramış buluyorum kendimi, ama üzerinden biraz zaman geçince asıl haksız olanın ben olduğumu anlıyorum. Ah, nasıl zavallı, nasıl ilkel, nasıl aşağılık buluyorum.

            Karısıyla arkadaşının altı ay içerisinde kendisine dair kullandıkları tek iyimser sözün anlamını sorguladığını görürüz: “İyi biri miyim?” İyiliğin ne olduğuna ilişkin felsefi çıkarımlar önem kazansa da kahramanımızın akılcılığını öne çıkardığı bu bölüm roman içerisinde pek bir yer kaplamaz ve bu çıkarımların peşi sıra birdenbire müdür aklına düşer. “Yeni bir başlangıca mı soyunuyor?” diye düşünebilecekken yeniden karısını özlemesiyle bu seçenek de geçersizleşir.

Arkadaşıyla konuşmasının üzerinden dört gün geçmişken yemeğe bile çağırmamıştırlar onu. Sonra “Biraz dolaşsam…” diye düşünür ama bu düşünce de aynı sona yazgılıdır. Kafasından benzeri düşünceler geçerken son görünümüyle karşımıza çıkar: Birden odanın ortasında, yerde çırılçıplak olduğumu fark edip kendimden utandım. Dört gündür bu odada çırılçıplak mıydım ben? Ama niye? Niçin çırılçıplaktım? Kalktım, hızla giyindim. Ortası karanlık sırları dökük aynada sakalları uzamış çökük yüzümü gördüm, hiç sevmedim. Ayakkabılarımın bağlarını bağlarken niye giyindiğimi düşündüm birden. Çıkaramadım. Giyindiğime göre çıkmalıydım odamdan. Sokaklara çıkmalıydım.

Kitap, kendi iç değerlendirmesini yapan adamın dışsal değerlendirmesini yapmasıyla son bulur. Adam evden sessiz, tıpkı bir hayaletmişçesine çıkar gider. Böylece Odalarda’da uyum bozulmuş, aklın saçmaya karşı sağladığı denge kaybolmuştur. Bu yönüyle Albert Camus’nün “hayatın bir anlamı vardır / olmalıdır” düşüncesinin aksi yönde hareket eder ve tam bir karamsarlık, çıkmaz, hatta hiçlik evresine geçer. Son haliyle hayatla hiçbir bağı kalmayan, mutsuz, huzursuz, topluma tamamen yabancı bir kişi konumuna gelmiştir. Kendisini tehdit eden kiracı, onu hayata bağlayan tek durumdan -karısından- koparmış, böylece varlığını da anlamsızlaştırmıştır. Kahramanımızın aklını devreye sokarak bulduğu uyum, denge hâlleri tamamen yok olduğundan yabancılaşmanın da sonuna ulaşmıştır. Yalnızlığında, mutsuzluğunda, umutsuzluğunda öyle benzersiz bir seviyeye ulaşmıştır ki boğulmamak için hiçbir nedeni kalmamıştır. Uyum bozulduğu için artık saçma duygusunu yaşamanın ötesinde saçmayı da temsil eden bir kahramana dönüşmüştür.

Erdal Öz, edebiyatımızın unutulmama kapısından Odalarda’yla da geçerken sonraki kuşaklara muazzam bir esin kaynağı sunar.