Bekir Yıldız'ın eserlerinde namus sorunu




Ahlak kuralları toplumdan topluma değişebilir, hatta aynı toplumun herhangi bir bölgesinde geçerli sayılan bir ahlak kuralının diğer bölgeler için geçerli olmadığı gözlenebilir. Daha ötesini söyleyecek olursak, kişilerin benimsedikleri ve uymak zorunda bulundukları bu kuralların bizimki gibi düşünsel bütünlüğü olmayan, ruhen parçalanmış toplumların davranışlarında, dört başı mamur biçimde yaşadığını görmek olanaksız gibidir.

Namus, insan uzlaşılarının yalnızca biri olup -biz nasıl öğrenmiş olursak olalım- cinselliğin kurallara uygun biçimde yaşanıp yaşanmadığından ibaret değildir. Aslına bakılırsa kavramsal açıdan namus, ahlakın duygu biçimi, ahlaki bağlılık olarak görülebilir. Ne var ki bu kavramı, insanların ahlak kurallarına gösterdikleri bağlanma düzeyi olarak düşünmüş, giderek şişirilen kavramlardan biri olarak ileri geri kullanmışız. Dilimize yerleşmiş namuslu, namusluluk, namussuz, namussuzluk, namusu iki paralık olmak, namusunu temizlemek, namusuna dokunmak, namusuna sinek kondurmamak, namusuyla yaşamak gibi sıfat, türemiş ad ve deyimlerin namus kavramını hep bir düzey algısıyla belirttiği düşünülürse namusun kazanılabilen, yitirilebilen bir bağlılık biçimi olduğu da varsayılabilir.

 

Bekir Yıldız’ın eserlerinde sözün cinselliğe, oradan da namusa getirildiği çok olur. Kadın erkek ilişkilerini zamana, mekâna, insanlara ve toplumsal gerçeklere bağlı olarak işleyen yazar, evlilik birliği içinde ya da birliği yasalarla belirlenmemiş ilişkilerde namus sorununu tüm heybetiyle kadının karşısına çıkartır. Onun namus bekçiliğini kocası, sevgilisi, babası, ağabeyi gibi erkek kişilerin yanı sıra ana gibi hemcinsleri yapar. Otoriteyi, kuralları temsil eden bu denetim, her kim tarafından yapılırsa yapılsın kadına birtakım genel değerlerden, en başında da namustan bahseder ki kadının namusunu, cinselliğini kurallar dâhilinde giderip gidermediğinden ibaret sığ, katı, otoriter, ataerkil bakış açısıyla karşılaşırız.

Toplumcu gerçekçiliğinin etkisiyle namusu, diğer toplumsal yansımalarıyla birlikte ele almaya çalışan Bekir Yıldız’ın bakışında çerçeveyi yalnızca yasak ilişki oluşturmaz. Namusun ne zaman, neden ve nasıl ortaya çıktığı; neden sorun oluşturduğu  ve hangi yöntemlerle, nasıl çözümlendiği yanıt aranan sorulardan olur. Yazar bunların üzerinde titizlikle durur ve eserin sonunda okuruyla uzlaşıya varmamayı göze alarak sorunu çözümler. Yazarın etkileme gücü biraz da bu yönünden gelir. Toplum gerçeklerine ters düşmeden gerek namus, gerek genel anlamda kadın sorununun sosyoekonomik nedenlerden bağımsız olmadığını işaret eder. Çözüm diye başvurulan ilkel yöntemler ve cezalarınsa sorunu çözmeye değil, derinleştirmeye yaradığını bilse bile gerçeği aktarır.


 

Namusçu bir ilk roman: Türkler Almanya’da

 

1966’da yayımlanan ilk eseri Türkler Almanya’da romanının henüz başlarında, Ayşe hanımla Sevim hanımın konuşmalarından yeni yaşamlarına ne kadar uyum sağlayacaklarını kestiririz. Bir erkek üzerinden başladıkları konuşmaları, namusu ne şekilde algıladıklarını ve Almanya’da nasıl algılayacaklarını göstermesi bakımından önemlidir.

 

Ayşe hanım kızgın:

˗ O maksatla söylemedim. İyiden kötüden bana ne? Benim yolum değişmez artık, mahalleme namuslu dönmeliyim. Kocam namusuna çok düşkün bir insandır.

˗ Benim kocam fâlan yok. Ben hayatın tadını çıkarmağa bakarım.

˗ Kardeşim, senin fikirlerin çok acayip doğrusu. Bizde bu işlerin tadına bakılmaz. Adını kötüye çıkarıverirler insanın…

˗ Ben artık, Avrupalı bir kadın gibi yaşıyacağım. Orada her kadının evlenmeden evvel, beş-on tane sevgilisi olurmuş. Üstelik, kimse, kimseye kötü gözle bakmazmış…

˗ Kardeş, sen Almanya’ya acayip fikirlerle gideceğine, orada çeyizini düzmeye, istikbalini kurtarmaya bak. Avrupa usullerinden bize ne. Bizim için orası nasıl olsa geçici olacak.

˗ Bir daha geriye dönmek mi!... Allah göstermesin. Ben gönlümce yaşayacağım artık. Dedikodu, fesatlık, saman altından su yürütmek sıkıyor beni. Zaten Almanya’nın yolunu tutarken akla-karayı seçtim. Annem, babam para hatırı için beni, dazlak kafalı bir mahalle bakkalıyla evlendiriyorlardı az daha… Almanya’daki eski bir flörtümün yardımıyla, evraklarım çabuk geldi. Bavulumu kaptığım gibi evden kaçtım… [1]

 

Konuşmaların sıklıkla cinsellik odağında dönmesi, namusun cinsel özgürlükten ibaret biçimde işlenmesi yazarın henüz bilenmemiş, fazlasıyla didaktik, ahlakçı kalemiyle ilgili. Haliyle içimizin Felâtun Bey ile Râkım Efendi hissiyatıyla dolması bundan. Dahası Almanya’ya çalışmaya giden iki kadın öyle karakterize edilmiştir ki Tanzimat Dönemi’nden beri işlemekten usanmadığımız yanlış Batılılaşma mevzusunda bir arpa boyu yol gidilemediğini anıştırır.

Türkler Almanya’da romanının Bekir Yıldız’ın yazarlık serüveni içerisinde pek anılmamasının nedenlerinden biri, merkeze aldığı kadın erkek ilişkilerini sürekli biçimde Almanya’daki eğitimsiz Türk işçilerinin yaptığı karşılaştırmalarla anlatmasındandır. Parasına muhtaç olunan maddiyatçı Batı dünyasının namusunu, Doğu’nun manevi gözlükleriyle süzerek yargılamak tek yönlü, kötü bir yöntem olmanın ötesinde yazarlığa başlamak için ne talihsiz bir yoldur! Dolayısıyla estetik düzey tutturamamanın ötesinde bir toplumun bakış açısıyla diğer bir toplumun ahlaki değerlerini küçültmek yanlış bir ölçüttür. Bir kâğıt ve emek israfı olarak yok hükmünde düşünebileceğimiz Türkler Almanya’da romanının haliyle okura verebileceği sağlıklı bir fikir de yoktur. Ne var ki okuru yönlendiren, yanlı, elbette edebiyat dışı sorgulamalarla düşülen hatalar derinleştirilir. Yüce’nin Erika’ya “Bana göre, bir kadın dudağını, benden evvel öpmüşlerse, benden sonra da öpebilirler” [2] ya da Hening’e “Sizde nasıl, el değmedik kadın azsa, bizde de hile yapmıyan müteahhit azdır” [3] demesi, namus kavramını kadının sınırlandırılmış cinselliğinden ibaret sayan dar, sığ yaklaşımlardır. Osman Baba’nın gözünden toplumumuzun cinselliğe dair yargılarının zaman içinde ne kadar değiştiğini de görürüz: “Bizim zamanımızda, bir kadın evlendiği zaman, donunu bile indirmeğe utanırdı.” [4] Batı’nın cinselliği yaşama biçimini sürekli eleştiren Doğulu görüş kendi cinselliğineyse utanmadan bakamaz. Neyse ki yazar, salt cinsellikle eşleşen bu ilk eserinin sığ namusçuluğunu sonraki kitaplarında terk eder.

Yazarın Türkler Almanya’da romanına ikinci bir baskı yap(tır)mamasını “hatanın farkında olma” biçiminde değerlendirmemiz mümkün. Tüm kitapları defalarca yeniden basılır, farklı yayınevlerine transfer edilirken bu romanın ikinci kez matbaa yüzü görmemesinin başka bir izahı olmasa gerek. Dolayısıyla bu vasat altı romanı yok sayıp Bekir Yıldız’ın yazarlığını 1967’de yayımladığı Reşo Ağa’yla başlatabiliriz. Bu, hem yazarlık gücünü göstermesi hem de eserlerinin bütünlüğü bakımından isabetli olur.

 

Yüce bir değere dönüşen namus

 

˗ Bu düşman işi, dedi. El kadar kız… Benim devecim, zürriyetimin bokuna bile el uzatamaz. Ulan avrat, savuş karşımdan… Kızın kahpeliğine sen de bulaştın gayrı… Südün mundarmış… [5] 

 

Hesaba vurulmayacak kadar soylu ve iktidar sahibi Reşo Ağanın kızı, devecisi tarafından kaçırılınca “durağanlaşmış namus” sorunu karşılar bizi. O güne değin tüm berraklığıyla şarıl şarıl akan namus deresinin suyu neden birden kesilir? Elbette anası yüzünden. Kızına bu düşük namus başka nereden geçecek? Soyu, onuru ve iktidarı bu namussuzlukla lekelenmiş, onu insan içine çıkamaz duruma getirmiştir. Gerçi bir süre sonra kızıyla deveci gerisingeri köye dönerler ama olan olmuştur. Kızının namusunun lekelenmediğini bilmesine karşın Ağa kızına kıymak zorundadır. Öyle ki namus oyuncak değildir ve yitirilme olasılığı bile ölümle eştir. Kızı töre dışı davranışıyla bunu hak etmiştir. Onurunu pekiştirmek, iktidarını eski görkemine kavuşturmak için bu tek seçeneğe razı gelir,  kimseyi dinlemez, kızını öldürür.

Aynı kitaptaki Kesik El’de de namusunun lekelendiğine inanılan Fadime karşımıza çıkar. Ağabeyi bacısını bıçağıyla öldürüp dostuna kapıyı açan elini keser. Kadınların öldürüldüğü bu iki öykünün diğer ortak yanı, evlerin yeniden uğur, şan kazanmasıdır.

Kara Vagon’daki Şark Çıbanı öyküsünde Ayşo’nun şark çıbanından ötürü burnunun ucu düşer. Kızının kalıcı bir özür sahibi olduğunun bilinciyle dertlenen kadın, kocasına içini dökerken bir çare aramaktadır.

 

˗ Hee… Ayşo’nun burnu tirnik oldu.. Tirnik Ayşo…

Adam dürümünden ağzına bir lokma soktu. Sonra güldü:

˗ Bunda yakınacak ne var ki, asalatlı evlatmış, bana çekti. Babası da tirnik değil mi ulan avrat? Hıı?.. Tirnik babanın, tirnik kızı…

˗ Sen herifsin emme…

˗ Eee… N’olacakmış?..

˗ Kız kısmı ne kadar özürsüz olursa o kadar eyidir.

˗ Vay… Kızın özürsüzü, namuslu olanıdır.

˗ Hemin namuslu, hemin özürsüz.

˗ Asileşme ulan… Allahın nakışına dil mi uzatacağsan yanı… [6]

 

Kaçakçı Şahan kitabındaki Güzel Parmaklar öyküsünde yeni gelin Elif cıgara sarmayı bilmez. Ayşe Bacı kocasına cıgara saramayan Elif’i ayıplasa bile sardığı bir tabaka cıgarayla onu gönderir. Akşam kocasına Elif’i yerip kendini övmek amacıyla konuyu açınca adam çıldırır.

 

“Suçunu ha… Al… Al imansız kahpe… Yarın ne olacak, bilmez misin? O pezevenk kahveye gidecek… Ah ulan… Yaktın beni… Kahveye gidecek. Eşine dostuna cıgara ikram edecek. O pezevenkler de alıp yakacaklar. Duman iyi gelecek. Duman üstüne duman. Cıgaraya bakıp ne güzel sarılmış diyecekler. Ya herif, o zaman derse…”

“Kemiklerim kırıldı uy anam. Vurma yeter gayrı, elini, ayağını öptüğüm vurma.”

“Vurma ha!.. Ulan seni kurşunlamalı. Nerde benim mavzerim? Nerde?.. Al… Dinsiz orospu… Ya herif, o zaman derse, Kuyumcu Osman’ın karısı sarmış diye…”

Ayşe Bacının etleri kabardı, canı çözüldü. Sesi sızılıydı:

“Öldüüüüüüüm… Öldüüüüüüüüüüüm…”

Adamın eli, hâlâ hınçla inip kalkıyordu:

“Öldüm ha!.. Sen mi öldün yoksa ben mi ulan. Cilveli Ayşe… Kuyumcu Osman’ın karısı sarmış ha!.. O zaman ne olacak? Pezevenkler gözlerini yumup senin parmaklarını düşünmiyecekler mi? Nasıl önüne geçilir bunun, a fermanlı kahpe… Demiyecekler mi, ne güzel parmaklar böyle. Ve de düşünmiyecekler mi, Kuyumcu Osman’ın karısı, kırkından sonra, karısı olan heriflere cıgarayı ne demeye sardı?...” [7]

 

Sahipsizler kitabındaki Bedrana öyküsünde Naif lekelenen karısı Bedrana’yı öldürmek zorundadır. Karısına tecavüz edildiğini bilir bilmesine ama karısının günahsız olması sadece bir ayrıntıdır ve namusunu temizlemez. Fakat zaman geçer, bir türlü gereğini yapamaz… Bedrana’nın yaşamını uzatan, Naif’in devlet eline düşmeyi, hapis yatmayı göze alamamasıdır. Öykünün sonunda Naif elini kana bulamadan namusunu temizlemenin yolunu bulur.

 

“He… Bize göz ışığı vermediler gevvatlar. Ömrümüz, kapaksız tencerede pişmiş tuzsuz aş gibi tatsızdır avradım. Kadın dar bir pabuçtur, sıkınca atılır, emme, işin içine namussuzluk karışınca, atamazsın, vurmak düşer er kısmına. Seni, ben bağışlasam baban, kardaşın sırada. Bakalım onlar bağışlar mı? Günlerden beri, şu bir göz dama tepilip kaldık. Oba kan ister benden.” [8]

 

Evlilik Şirketi’nde karı kocanın dokuzuncu evlilik yıldönümlerinde birbirlerine dürüstlük sözü vermeleriyle başlayan konuşmalarının yönü ummadıkları yerlere, geçmişin itiraflarına varır. Eski defterler açıldıkça aralarındaki saygı azalmaya başlar. Kadının nasıl hiçlendiğini anlatması, erkeği adamakıllı sarsar. Meğer karısı yıllar yılı onu kandırmış, kirliliğini gizlemiştir. Bu bağlamda aldatıldığını düşünen erkeğin karısının bekâretine “mühür”, vajinası dışındaki bedenine “ambalaj” yakıştırmaları dikkat çeker. Mührünü evlenme umuduyla koruyan kadının ambalajını kullandırtmasını sorgulayan erkeğe göre, karşılıklı zevk adına ve sınırsızca yapılacak seks, evlenme vaadiyle yapılandan daha dürüstçedir.

 

“Hiçlenmek… Ne var sanki bunda utanacak? Her genç kız umutsuzluğa düşebilir. Düşle gerçek arası yaşanırsa, aldanmak, aldatılmak mümkündür her zaman.”

“Şaşırıyorum,” dedi kadın, herşeyi anlatmaya kararlı bir çırpınışla. “İlk kez anlatacaklarımdan değil, beni anlamamış olduğun için utandım kendimden. Bir genç kız için, hiçlenmenin anlamı başka da olabilir. Ruh aldanırken, beden de ceremesini çekiyor.”

“Yoksa?..”

“Evet.”

“Ama, bana geldiğin zaman, örselenmiş bir tarafı yoktu bedeninin. Hele mühür…”

“Ambalaja dokundular biraz.”

“Yapma!” diye, âdeta bağırdı adam. “Ambalaj!..”

Karısını saran kolu, kendiliğinden gevşedi. Sıcaktan soğuğa, aydınlıktan karanlığa girip çıkıyor gibiydi. Ürpertiler geçirdi. Uzun bir süre hiç bir şey konuşamadı. İyice şaşırmıştı. Nerdeyse, kendisine sokulmuş kadını itecekti öteye.

“Demek ambalajın…” dedi sonunda, yufka bir sesle.

“Ama,” dedi kadın, kendisini küçülttüğünü sezerek. “Evlenecekti benimle.”

“Ah!.. Ne ayıp,” dedi adam, başını küçük küçük sallarken “Sermaye gibi düşünmek. Evlenme umuduna karşılık, mühürü bozdurmadan, ambalajı piyon gibi öne sürmek. Bütün parayı bozdurmadan, kuruşları harcamak. Keşke zevk için yapsaydın. Karşılıklı zevk… Daha dürüstçe olurdu.”

(…)

“Zavallı ben,” dedi adam, kinayeli bir gülümsemeden sonra. “İlk gece, tertemizdir diye nasıl da sevinmiştim.” [9]

 

Devamında itiraf sırası erkeğe geçer. “Sen kızlarla seks yapmadın mı hiç?” sorusuna erkeğin yanıtı dolambaçlı olur. O da birçokları gibi büyük kentlerin acı lokması olarak herkese açık evlere gitmiştir. Tam da burada, kadının kendi bedenini erkeği için namus simgesi olarak algılaması, bedenine böyle bir rol biçerken kocasının bedenine aynı ölçülerle yaklaşmaması dikkat çekicidir. Buna karşın karısının itiraflarına takılıp kalan erkek konuyu kapatmaya hiç hevesli değildir.

 

“Aldatılmışlığın kinini taşımak varken, işi arsızlığa vurmak niye? Diyelim kasabadan büyük bir kente geldin, şaşırmış, ezik… Düşünüp birçok nedeni kurcalayacağına, kendi kendini kurcalatmanın gereği neydi yani? Hem de hiç bir tat almadan.”

“İleri gidiyorsun ama” dedi kadın, direnmeye hazır bir çıkışla. “Her şeyi dürüstçe anlatmaya, herhalde birbirimizi suçlamak için başlamadık. Hem, hiç bir tat almadığımı da nereden çıkarıyorsun? Seviştiğim gençle, mühürümü bozmadan seviştik dedim. Senin herkese açık evlere gidip sevişmek isteyişin gibi. Ben öpülmekten, el ele dolaşmaktan, belki de akrepten daha çok tat aldım. O, gençliğini basamak basamak yaşayabilmişti nasılsa. Ama ben, açlıktan midesi büzülmüş bir insan gibiydim. Lokmaları, küçük küçük ve sindire sindire yemeliydim. Yaşanmamış umutları, sevgileri, tatları, parça parça monte ederek tatlanıyordum. Bazı arkadaşlarım, böylesine çapraşıklıkta, yenik düşüp mühürlerini kaptırdılar. Oysa ben, kaskatıydım o bölgemde. Çünkü mühür denen bir sorumluluğu değil gerilerimde, bedenimin tümü mühürmüş gibi duyuyordum kendiliğinden. Yarabbim, ne acı, ne tatlı yıllardı o yıllar…”

“İşte namus kavramı” diye köpürdü adam. “Namuslu olduğun için değil, namuslu olmaya zorunlu olduğundan kalabilmişsin bana. Kuşkusuz, bütün ötekilerle birlikte doğuştan mühürlü olmasaydın, kimbilir kaç erkekle yatacaktın. Erdem mi bu?”

“Ya sen?” diye bağırdı kadın. “Genç kızlarla ilişkin olmadı mı hiç?”

Adam, kolunun birisini öne uzattı. Parmakları ayrıktı birbirinden.

“Sırası gelmişken” dedi. “Anlatmalıyım onları da. Bir kaç genç kız tanıdım. Sinema localarının, ağaç kovuklarının dili olsa da söyleseler. Öpüşmek, çekirdek çitlemek gibi oldu sonunda. Ama hepsi de mühürlerini, evliliğe bir yatırım olarak sakladılar. Kuşkusuz, şimdi, herbiri bir adamın koynundadır. Hem de ilk gece akıttıkları kanla, geçmişlerinin sütten temiz olduklarını saptamış olarak, yani senin gibi… Gizlemek, herkesin birbirini aldatması niye? Erdem, yapılanları gizleyebilmek ustalığı mı yani? Namus, dişleri sıkıp, tasarlanan yatırımı, her an hesap etmek ikiyüzlülüğü müdür?” [10]

 

Halkalı Köle’de erkek karakterin anne babasının nasıl evlendiklerini annesinden dinleriz. İşgal askerinden namusunu kurtaran bu yiğit adama varması, gönül borcudur ve bu borç öyle bir borçtur ki o öldükten sonra bile ödenemez.

 

Peçemden yakaladı bir Fransız askeri. Bağırdım: “Yok mu beni kurtaracak?” Göğüs göğse vuruştu adamın birisi. “Kaç!” dedi benim için vuruşurken. Ben kaçtım.

Sonunda o adam, babanız oldu çocuklarım. Ölünceye kadar hizmet ettim ona. Sevgi uğruna değildi bu hizmet açıkçası. Unutulmaz bir yiğitlik adınaydı. Bilirim, acımasının, bana o anda acımasının borcunu ödeyemedim. Ödeyemediğim borcumu Allah ödemiş saysın… [11]

 


        Halkalı Köle’nin sonlarına doğru erkeğin evliliğe ilişkin düşüncelerini okuduğumuzda kurumun temellerinin yanlış yerlere atıldığını görürüz. Korkuyla, acıyla ve sevgisizlikle kurulan bu çarpık yapının anlamı, erkek tarafından yıllar sonra acı biçimde anlaşılır.

 

Evlilik korku bataklığı, korku kuyusuymuş oysa… nişanlım, karım olunca, orospu olur korkusuyla, çalıştım daha çok… [12]

 

Darbe romanında devrimci kimliğini polis işkencesinde itirafçı olarak bırakan, farklı bir yüz ve kimlikle Yavuz Aslantürk olan Hamdullah Şimşek, polisin kesin yasağına rağmen dayanamayıp yabancı biri gibi karısının etrafında dolaşmaya başlar ve çok geçmeden ikisi arasında bir çekim olur. Narin, sık sık ölen kocasıyla övünse de yaşamına giren bu adamın çekiminden uzak duramaz. Kendilerini alamadıkları birliktelikleri iyice alevlendiğinde hem Narin’in hem de Yavuz’un içinde çelişki rüzgârları eser. Buna karşın uzak kalamaz, her buluşmada sevişirler. İçlerindeki biriktirdikleri kötücül rüzgârların fırtınaya dönüşmesiyse kaçınılmazdır.

 

Yavuz Aslantürk, Narin’in üzerinden kalktı. Bu kaçıncı kez buluşmalarıydı? Sayısını onlar da şaşırmıştı. Ama her buluşmalarında, her birleşme sonrasında, Yavuz Aslantürk, karısının bir orospu olduğu duygusuna kapılıyor, Narin de, ölmüş kocasına ihanet etmiş olmanın utancıyla perişan oluyordu. [13]


 

Erkek, karısının orospu olduğunu düşünürken kadının bu yabancıyı itham eden bir yargısı yoktur. Onun hesaplaşması kendiyledir. Ölmüş kocasını aldattığı düşüncesiyle kahrolmaktadır. Mezarlıkta kocasıyla dertleşen Narin’in iç huzurunu kaybettiği açıktır.

 

“Ben geldim. Günahlanmış karın geldi. Bağışla beni. İnan ki, karşı koymak için çok direndim. Ah, bir yürümesi, bir duruşu, hatta bir sesi var ki, her şey sanki senden ona geçmiş gibi. Sen öldün değil mi? Seni öldürdüler değil mi? Ben ne yapayım şimdi? Selim’i de öylesine seviyor ki… Anne kalbi işte…” [14]

 

Yavuz Aslantürk’ün Narin’e orospu olduğunu söylemesi, kadının da bunu onaylaması, erkeğin itirafına zemin hazırlar. Söyleyip rahatlar. Öyle ya, bu iki ayıp, değersizliklerini dengelenmiş, eşitlemiştir. Narin bir orospu, kendisiyse değişik bir yüz, değişik bir kimlikle yaşayan bir itirafçıdır. Fakat Yavuz Aslantürk’ün kurduğu denklik kendi için geçerlidir.  Narin tek bir orospunun bile tüm itirafçılardan daha değerli olduğunu söyleyerek bu teraziyi paramparça eder. Erkeğin orospuluk-itirafçılık denkliğine bu kadar kapılması, kadının da razı olacağını düşünmesi yeni kimliğinin özellikleriyle ilgilidir. Kadının bu denkliğe yaklaşım tarzı burada kilit değerdedir. Evet, namus, ona gelene kadar saygıyla koruduğu bir değer olarak hep birinci sırada gelse de şimdi ikincil önemdedir. Öyle ki kocasından miras kalan inancı, düşünceleri ve bunlara koşut olarak birlikte yarattıkları değerler namustan daha değerlidir. Ya da asıl namus bunlardır. Bir başka deyişle, namusu kuralsız cinsellikle sınırlandırmaz Narin, kavramın içini doldurur ve onu diğer değerlerle destekleyerek yüceltir.

 

“Ben bir orospuyum,” dedi. “İstersen, arkadaşlarını da yollayabilirsin. Ama bu orospu, bilesin ki, seninle hiçbir zaman yatmayacak. Evet, bu orospu herkesle yatabilir, ama kocası da olsa, bir itirafçıyla asla.” [15]

 



[1] Bekir Yıldız, Türkler Almanya’da, Bilmen Yay., İst. 1966, s.15-16

[2] a.g.e., s.58

[3] a.g.e., s.121

[4] a.g.e., s.45

[5] Bekir Yıldız, Reşo Ağa, D D Yay., 1. b., İst. 1997, s.7

[6] Bekir Yıldız, Kara Vagon, İskele Yay., 1. b., İst. 2006, s.31

[7] Bekir Yıldız, Kaçakçı Şahan, D D Yay., 1. b., İst. 1997, s.65-66

[8] Bekir Yıldız, Sahipsizler, D D Yay., 1. b., İst. 1997, s.21

[9] Bekir Yıldız, Evlilik Şirketi, D D Yay., 1. b., İst. 1997, s.33-34

[10] a.g.e., s.41-42

[11] Bekir Yıldız, Halkalı Köle, İskele Yay., 1. b., İst. 2006, s.10

[12] a.g.e., s.145

[13] Bekir Yıldız, Darbe, İskele Yay., 1. b., İst. 2006, s.66

[14] a.g.e., s.67

[15] a.g.e., s.74

















Sürgünlerdeki kirpi: Refik Halit Karay



Ömrünün dörtte birini sürgünlerde tüketen Refik Halit Karay’ın edebiyatçı kimliği, yaşam öyküsünden bağımsız anlatılamaz. Sancılı geçen sürgün yılları, hem insan Refik Halit’i ve hem de yazar Refik Halit’i oldukça hırpalamıştır. Yurdundan ayrı kalmanın kanayan yaraları eserlerinde sıkça karşımıza çıkar.
Refik Halit Karay (1888-1965) İstanbul’da doğdu. On iki yaşındayken Galatasaray Lisesi’ne başladı, on sekizinde bu okulu terk etti. Ertesi yıl Hukuk Mektebi’ne başladı ama henüz ikinci sınıftayken (II.Meşrutiyetin ilan edildiği yıl) bu okulu da terk etti ve ‘hür meslek arzusuna kapılıp’ gazeteciliğe başladı. Muhalif kimliğinden dolayı İttihat ve Terakki hükümetince Anadolu’ya sürüldü; İstanbul’a döndükten sonra da gazetelerde yazarlık yapmaya devam etti. İkinci sürgünlüğünü Kurtuluş Savaşına karşı olumsuz tutumundan dolayı yaşadı, yaşamını uzun yıllar yurt dışında sürdürdükten sonra yeniden İstanbul’a döndü. Ardında birçok eser bırakarak 1965’te hayata gözlerini yumdu.

Fecr-i Âti yılları
Servet-i Fünûn topluluğunun 1901’de dağılmasıyla derin bir sessizliğe gömülen edebiyat alanındaki ilk kıpırdanmalar, diğer alanlarda olduğu gibi, II. Meşrutiyeti izleyen günlerde görülür. Otuz yıl süren baskıcı düzenin son bulması, her alanda mutlulukla karşılanırken yaşları 19 ile 25 arasında değişen yirmi kadar genç, Edebiyat-ı Cedide’den boşalan yeri doldurma isteğiyle “Hilâl” Matbaası’nın bir odasında[1] Fecr-i Âti topluluğunun temellerini atar. Bu isimlerden biri de Refik Halit’tir.
Yakup Kadri ilk toplantılarını şöyle anlatır: Ben ki, yaşıma nisbetle fazla ağırbaşlı, fazla içime kapanıktım; nasıl olmuştu da Fecr-i Âti’nin ilk toplantısında böyle bir gencin yanına oturmuş ve onunla sanki eskiden beri tanıdığım bir kimseymiş, sanki çocukluk arkadaşımmış gibi hoşbeş etmeye başlamıştım? Ben yavaş sesle ona toplantıda bulunanların adlarını soruyordum. O, kulağıma eğilip, yalnız her birinin adını söylemekle kalmıyor, alaycı bir tavırla kişilikleri hakkında da ya küçültücü, ya güldürücü birtakım bilgiler veriyordu. Bunların çoğu onun Galatasaray Sultanisi’nden mektep arkadaşı idi. Söylediklerine göre, hemen hepsi o yüksek ve imtiyazlı lisenin art kapısından sıvışıp gitmiş yarım tahsilli gençlerdi. Refik Halit laf arasında kendisinin de onlardan biri olduğunu kıs kıs gülerek açığa vurmaktan çekinmiyordu ve “Aramızdaki fark,” diyordu, “bunların edebî şöhret yolunu boylamakta gösterdikleri başarılılıktır.”
Refik Halit’in bu sözlerinde, itiraf ederim ki, ben bir kıskançlık açısından ziyade İngilizlerin “humour” dedikleri bir mizah türünün çeşnisini tatmakta ve onu biraz daha cana yakın bulmakta idim.[2]
Bu iki gencin yeteneklerini bir parça açığa çıkarmaları, onları hafifçe ışıldatmaya yetecek, Refik Halit’in yükselişi ise oldukça hızlı olacaktı.
Sanatı ‘şahsi ve muhterem’ olarak yorumlayan, toplum yaşamını ve sorunlarını çoğunlukla dışlayan Fecr-i Âti’nin edebiyat dünyasındaki boşluğu doldurmak dışında ne yeniliğinin ne de özgünlüğünün olduğu, gün geçtikçe daha açık görülüyordu. Devamcısı oldukları ağdalı biçem, Tevfik Fikret’le Halit Ziya ‘mektepleri’nin etkisinin hiç de azımsanamayacak boyutlarda sürdürdüklerinin kanıtıydı. Buna karşın ilk yazısından itibaren Fecr-i Âti topluluğuyla tam anlamıyla kaynaşamayan Refik Halit’in dili, diğerleriyle kıyaslanamayacak denli yalın ve konuşma diline yakındı. Fakat onun bu tutumu, ‘ağabey’lere öykünen Fecr-i Âticilerin hoşuna gitmeyecek ve kendi içlerinde de tartışma konusu olacaktı.
Hele, çok geçmeden aynı Türkçe ile ben Bir Baskın’ı, Refik Halit Fatma’nın Talihi adlı ilk Anadolu hikâyelerimizi yazmaya başlayınca bu yadırgama kendini büsbütün belli etmişti. Fecr-i Âti’de uyguladığımız bir kurala göre, yazılarımız matbaaya verilmezden önce yaptığımız eleştirme toplantılarında okunduğu vakit öbür arkadaşlarımızın şiirleri, nesir ve hikâyeleri çok defa alkışlarla karşılandığı halde bizimkilerin birtakım anlaşmazlıklara yol açtığını görmezlikten gelmek mümkün değildi. [3]
Kullanılan dil malzemesinin yerli ya da yabancı olmasını da aşan anlaşmazlıklar, özellikle Türkçülük/Turancılık akımını savunanlarla yapılan dergiler arası tartışmalarda kendini gösteriyordu. II. Abdülhamit döneminin sansürcü tutumunun izleri, Fecr-i Âti topluluğunun içinde belli oranlarda yaşamaya devam ediyor ve bu sansür, güçlü bir sanat anlayışı, güçlü bir sanat duruşu olmayan topluluğu yıpratıyor, dağılmaya doğru götürüyordu.
Pek iyi hatırlarım, Fecr-i Âti namına giriştiğim kalem mücadelelerinin benim için en zorlusu Şahabettin Süleyman’ı savunmak olmuştu. Bana bu mücadelemde yardım eden tek arkadaşım da Refik Halit’ti. Hattâ, bu yardımını öylesine sert bir şekle sokmuştu ki, günün birinde Fecr-i Âti içinde pek esef verici bir hadiseye yol açmıştı: Şöyle ki, o polemik yazılarından biri, başta reisimiz Hamdullah Suphi (Tanrıöver) olmak üzere hemen bütün arkadaşlarımız tarafından itirazlarla karşılanmış ve bu yazının dergimizde neşrine müsaade edilmemiş, yani bir çeşit sansür yasağına çarpılmıştı. Bunun üzerine, Refik Halit’le sansürü koymak isteyenler arasında şiddetli bir tartışma olmuş ve neticede Refik Halit, Fecr-i Âti’den çıkıp gitmişti.
O kadar hızla ve hışımla çıkıp gitmişti ki, arkasından güç yetişebilmiştim. Soluk soluğa yanına vardığım zaman kavgasına benimle devam edecek sanarak bir süre konuşmaktan çekinmiştim. Oysa, gözümün ucuyla yüzüne bakınca bir de ne göreyim, Refik Halit alaycı bir tebessümle gülümsemiyor mu! Bu sefer öfkelenmek sırası bana gelmişti. “Ne gülüyorsun öyle?” diye çıkışmıştım. Babıâli Caddesi’nden aşağıya doğru yürüyorduk. Refik birdenbire durdu ve yarı komik, yarı dramatik bir tavır takınarak; “Bizim halimize gülmeyeyim de neye güleyim?” dedi. Bunun üzerine ben de sebebini pek iyi bilmeyerek gülmeye başlamıştım. Refik Halit devam ediyordu: “Söyle bakalım; iki mektep kaçkını çocuktan ne farkımız var şu anda? Ne Fecr-i Âti kaldı, ne Servet-i Fünûn! Talihimizi şu Babıâli Caddesi’nin kaldırımları üstünde yeniden denemeye mi başlayacağız?”[4]
Fecr-i Âti’yle bağdaşamayacak bir yazardı Refik Halit ve sonunda buradan da yarı yolda ayrılmıştı. Topluluksuz, bağımsız olarak yoluna devam etmek dönemin koşulları gereği zor ve yıpratıcıydı. Ancak Fecr-i Âti’den ayrılmak ona çok geçmeden yeni kapılar açacak, üstelik bu yeni kapılar, kendisini kanıtlamanın yanı sıra ‘adamakıllı ışıldayan’ bir ünü de peşinden getirecekti. Refik Halit önce Eşref de yazmaya başlıyor, oradan Cem dergisine geçiyordu. Dönemin önemli edebiyatçılarını topa tutan, gülünçleştiren yazıları büyük ilgi uyandırıyor, her kesimden insanın dikkatini çekiyordu. Yergi türünü ne denli başarılı kotardığını gösteren Refik Halit, bu yazılarında “Kirpi” takma adını kullanıyordu.
Cem dergisinin birinci sayısında Refik Hâlid’in “Arabacının Derdi” başlıklı yazısı yayımlanır. (28 Teşrinsâni 1326) Yazar, ikinci sayısından itibaren bu derginin başmuharriridir. Bu dergide yayımlanan ve devrin düzensiz politikacılarının eksik ve kaba yönlerini aksettiren mizahî yazıları Kirpinin Dedikleri adlı kitapta bir araya getirir.[5]
Kirpi’nin -her ne kadar istibdat dönemi son bulmuş olsa da- tepki çekmesi gecikmez. Bu mizah yazıları, İttihat ve Terakki taraftarlarınca hoş karşılanmaz ve iktidardan yana olmayan herkes gibi o da ‘muhalefetten yana’ sayılır.
II. Meşrutiyetin Fransa’dan üflediği özgürlük rüzgârı çabuk dinmiş, çıkarılan gazete-dergi sayısındaki artışın üstü kapalı bir iyileşme olduğu anlaşılmıştı. Öyle ki Meşrutiyetin ilanından kısa süre sonra İttihat ve Terakki’ye muhalefet eden yayınlar kapatılmaya, baskı altına alınmaya başlanır. İttihat ve Terakki taraflılığıyla bu işi yapanlar ise saldırgan tavırlar içindedir. Gemi azıya alan Cemiyet, eli silahlı çeteler kur(dur)up işi adam öldürmeye değin götürür. Ortalık her zor dönemde olduğu gibi vatan haininden geçilmemektedir!
9 Haziran 1910 gecesi, muhalif Sada-yı Millet gazetesinin başyazarı Ahmet Samim öldürüldü. Mahmut Şevket, 31 Mart Olayı’nın nasıl çıktığını gözönünde bulundurarak harekete geçti. Paşa’yı ve Talat’ı öldürmeyi amaçladıkları ileri sürülen Rıza Nur ve 50 kadar muhalif tutuklandılar. Gerçi sonunda bunlar aklandılar ama, ortalık sorgulama sırasında yapılan işkence öyküleriyle çalkalandı.[6]
Daha arkadan İttihat ve Terakki Komitesi’nin eli silâhlı fedaileri türlü türlü tehditlerle onu sindirmek yolunu tuttular. Hafta geçmez, gün geçmezdi ki, Cem dergisindeki masasının üstü, imza yerine kâh bir tabanca, kâh bir hançer resmi taşıyan mektuplarla dolup boşalmasın. Refik Halit, zavallı dostumuz Ahmet Samim’in uğradığı felâketin de böyle mektuplarla başladığını pek iyi bildiği halde, bunların hiçbirine ehemmiyet vermez, kimini buruşturup kâğıt sepetine atar, kimini de bilmem neden, pek tuhaf bularak açar ve kahkahalarla gülerek okurdu. Hattâ, kimini de, o günkü yazısına alay konusu yapmaktan çekinmezdi ve bundan adeta, zevk duyardı.
 Nitekim, tabancalı, hançerli mektuplarla birlikte gelmiş olan bir küme sevgi, saygı ve hayranlık mektuplarını da aynı kayıtsızlıkla gözden geçirip bir kenara koyar koymaz soluğu bir mektep kaçkını afacanlığıyla hemen Beyoğlu Caddesi’nde alırdı.[7]
Ülkenin bu gergin havası içinde, bireyciliği yücelten sanat anlayışıyla topa tutulan -ve içten içe dağılma belirtileri veren- Fecr-i Âti topluluğuna geri dönen Refik Halit, yine diğerlerinden farklıdır.
Aramızda, Fecr-i Âti’nin bu akademik toplantılarını ciddiye almayan biri varsa o da Refik Halit’ti. Son zamanlarda kendine “Kirpi” lakabını takan bu mizah yazarı bir köşeye çekilir ve adını aldığı yaratığın dikenlerini andıran gülümsemeleriyle ortalığı seyre dalar, hattâ bazı kere kıs kıs güldüğü de olurdu.
Onun bu hali, günün birinde, yine birtakım hadiselere yol açmaya başlayacak ve Fecr-i Âti belki de bu yüzden yavaş yavaş dağılıp gidecekti.[8]
Refik Hâlid’in yazılarıyla yıprattığı İttihat ve Terakki hükümeti yerine Hürriyet ve İtilaf Fırkasının desteklediği Ahmet Muhtar’ın başkanlığında kurulan hükümet işbaşına geldiğinde Kirpinin Dedikleri yazarı, sessiz sedasız ortadan çekilir, kalemi kâğıdı bir yana bırakır, babasının Erenköyü’ndeki köşkünde edebî eserler okuyarak günlerini geçirir. Siyasi değişiklikten yararlanmayı düşünmez.[9]
Ülke her yönüyle hızlı bir savruluşun içine girmişken edebiyatçıların bu rüzgârdan etkilenmemesi olanaksızdı. Diğer ideolojilerin aksine önce edebiyatçılar ve düşünürlerce ortaya atılıp geliştirilen Türkçülük/Turancılık ideolojisi, siyasette de ağırlık kazanıyor; baskısı ölçüsünde gücünü de arttıran İttihat ve Terakki Cemiyetine koşut olarak, dil ve edebiyat alanında da Türkçülük taraftarları hızla çoğalıyor; edebiyat cephesi tarafından Ötüken’e, Ak-kurum’a dek uzanan telkin dolu şiirlerle, hikâyelerle bu hava besleniyor; tüm bu çevreler, siyaset ve sanatı, o güne değin görülmemiş bir işbirliğiyle kol kola yürütüyordu. Sanat cephesinin çoğunlukla didaktikliğe düşen yönlendirici biçemiyle enikonu bezenen, gelişip güçlenen ve istenilen doygunluğa erdikten sonra ayrıksı seslere sabır gösteremeyen bu dalga, sonunda Refik Halit’i de bulur.
Bir hükümet darbesiyle yeniden işbaşına gelen İttihat ve Terakki Fırkası Sadrazam Şevket Paşa’nın vurulmasıyla bazı muhalifleri tutuklatır. Cemal Paşa tarafından hazırlanan sürgünler listesinde Refik Halit’in adı, elbette unutulmamıştır.

İlk Sürgün
Yaşamayı bir zevk, bir eğlence haline sokmuş, her şeyi alaya almış o hafif ruhlu arkadaşımı bekleyen akıbet en son bu mu olacaktı? Yergileriyle hattâ düşmanlarını bile güldürmesini bilen o büyük mizah yazarı, en sonunda bana Dostoyevski’nin dram kahramanlarından birini mi hatırlatacaktı? Bu kara tekne onu alıp nereye, hangi Sibirya’ya götürüyordu? O gittiği yerde ölmese bile, pırıl pırıl zekâsı, kim bilir, nasıl sönecek, dudaklarından hiç eksilmeyen gülümsemesi nasıl silinecekti.[10]
O kara ve kalabalık tekne Sinop’a gider. Arkadaşı Yakup Kadri’nin düşüncelerinin aksine durumu şimdilik pek de fena değildir. Arkadaşına şu mektubu yollar:
“Bunların çoğu buraya neden getirildiklerini bilmiyor ve gülünç bir şaşkınlık içindedir” diyordu. “Fakat, bana bunlardan daha gülünç görünenler, sanki, birtakım hürriyet kahramanlarıymış gibi böbürlene böbürlene dolaşanlar, ya da sırlarını ele vermekten sakınan ihtilalciler gibi köşe bucaklara çekilip tehlikeli tavırlar alarak sinsi sinsi oturanlardır.” Ve ilave ediyordu: “Bana gelince –nasıl anlatayım bilmem- kendimi karışık bir melodramda bir kalebent rolü almaya zorlanmış acemi bir aktöre benzetiyorum. Bilirsin, ben, hiçbir zaman ne kahramanlığa, ne ebediliğe heves etmişimdir. Hattâ, bu gibi heveslere düşenleri pek gülünç bulmuşumdur. Nitekim, bu bakımdan, Magosa’daki kalebentliğinden -sanki bir mağaradan çıkıyormuş gibi- saçı sakalı birbirine karışmış olarak dönen ve bu haliyle birtakım reklam fotoğrafları çektiren Namık Kemal bana Manakyan Efendi Tiyatrosu’nun duvar ilânı resimlerindeki oyun şahıslarından biri gibi görünmüş, saçı sakalı da takma zannını vermiştir. Kaldı ki, büyük vatan şairimiz, işittiğime göre, Magosa Kalesi’nin bir hücresine kapatılmamış, şehrin kale duvarları içindeki bir semtinde bulunan büyükçe bir evde ‘ikamete memur’ edilmiş ve her memur gibi de devlet hazinesinden aylık alarak yaşamıştır. Buradakiler ise meteliğe kurşun atıyorlar, sığınabildikleri evlerin kirasını bin zorlukla ödeyebiliyorlar. Bereket, hovarda bir meyhaneci bulmuşlar. Onlara bol ve nefis mezeleriyle krediye içki veriyor. Yoksa açlıktan ölecekler” ve acınmayı sevmeyen Refik Halit ekliyor: “Sakın, beni de veresiye rakı içiyorum zannetme! Babam sayesinde hamdolsun hali vaktim yerindedir. Bir Rum kadınının evinde pansiyonerim. Tuzlusundan tatlısına kadar hiçbir yiyeceğim eksik değil. Bu kadın bir de genç ve güzel olsaydı keyfime diyecek kalmayacaktı. Ha, biliyor musun, geçenlerde bizim Sofya bu husustaki yoksunluğumu anlamış gibi bana gönderdiği bir mektupta (Rum harfleriyle Türkçe yazılmıştır ve bizim ev sahibesine okuttum) ‘İstersen ben geleyim yanına’ teklifinde bulundu ama, ‘Gel’ demeye cesaret edemedim. Burasının bir Aynaroz’dan, bizimkilerin de Aynaroz papazlarından farkı yok. Kızcağıza saldırırlar diye korktum doğrusu.”
Bu son cümleyi yazarken Refik Halit mutlaka kıs kıs gülüyordu.[11]
Sinop’tan hoşnut olan Refik Halit buradan Çorum’a, Çorum’dan Ankara’ya, Ankara’dan da Bilecik’e sürülür ve beş yıl süren bu zoraki göçlerin ardından yeniden İstanbul’una kavuşur (1917).
Yazarın şahsî hayatı bakımından ıstıraplarla dolu olan bu sürgün, Türk edebiyatına Memleket Hikâyeleri’ni (1919) kazandırmıştır. Anadolu halkının bezgin ve ehlikeyif yaşayışını, yalnızlığını, memurların devleti temsil etmediklerini bu çok rahat okunan hikâyelerde anlatmıştır. Refik Halit, dili ve üslubu ile “memleket edebiyatı” içinde değerlendirilmelidir.[12]



Nâbizade Nazım’ın Karabibik’i ve Ebubekir Hazım Tepeyran’ın Küçük Paşa’sından sonra köy ve kasaba yaşamını edebiyata sokan Refik Halit, öncüllerinden çok daha başarılıdır. Sürgünlüğü boşa geçmemiş, Anadolu’dan birbirinden değerli hikâyeleriyle dönmüştür. Güçlü gözlemciliğiyle aktardığı bu hikâyelerindeki gerçekçi yaklaşım dikkati çeker. Çoğu köyde geçen bu hikâyelerde, kişilerin yanı sıra zamana denk düşecek olaylar da okurunu doyuracak türdendir. Özellikle kırsal kesime özgü hikâyelerinde, yöre insanını iyi tanıdığı, gözlemciliğini kullandığı hemen belli olur. Yalnız, bizi farklı tatlarıyla büyüleyen bu hikâyeler dikkatli incelenirse ‘kötü sonlar’ gözden kaçmayacaktır.
Kitaptaki 14 hikâyede en belirgin ortak nitelik, Refik Halit’in “facia” merakı: 4 hikâye ölümle sonra eriyor; bir hikâye, ülkücü bir aydının “memleket” koşullarına ayak uydurarak yıkılışını anlatıyor; öteki hikâyeler de kazık atma ya da kazıklanma, mutsuzluk, ayrılık üstüne. “Mutlu son” yok Memleket Hikâyeleri’nde.[13]
Bir aşamadır Refik Halit’in gerçekçiliği. Özellikle dışa dönük seçici gözleri, anlatımında kendini duyumsatan ama çözümlemeye girişmeyen gören ve anlatan kalemi, olumsuz durumlar karşısında farklılıklar önermeye ya da var olanla yetinmemeye kalkmaz.
Koca Öküz hikâyesinde (biçimsel yönden) ‘kuru kafalı, kocaman boynuzlu, kemikleri çıkık, kart olduğu uzaktan belli, yorulmuş, bezgin’ olarak nitelediği öküzün türlü işkencelerle bile çalışmak için yerinden kaldırılamadığı, fakat onu kesmeye götüren kasap Cavga Rıza’ya hiç zorluk çıkarmadan yerinden doğrulması gibi insana özgü duygu, düşünce ve değerleri bir ‘hayvan’da toplaması anlamlıdır. Üstelik hikâyenin başında Hacı’yla köye gelirken dönüp de ovanın sonsuz derinliğine (zihinsel yönden) uzun uzun bakıp derin derin düşünmesi, ayrıca çözümlenmesi gerekli ayrıntılardır. Aynı öküzün Cavga Rıza’nın önüne katılıp giderken ki durumu da ilginçtir. Yazar bu kısmı şöyle anlatır: Sanki damarlarındaki son kuvveti toplamış, son gücünü, kendisini yıllarca süren yorgunluklardan sonra bir bıçakta sonsuz rahata kavuşturacak olan bu adama saklamıştı. Çalışmaya gitmeyecekti; fakat ölüme hazırdı; büyük bir filozof gibi başı yerde, ağır ağır, gözlerinde kayıtsızlık, yürüyor; oylukları arasında dolaşan, gölge arayan yaldız kanatlı, ufak, inatçı sineklerin üzerinden arasıra kuyruğuyla incitmek istemeyen bir yelpaze geçiriyordu.[14]
Bu öyküde insana ait özelliklerle yüklü yaşlı ve yorgun hayvanı filozofça düşündürten Refik Halit’in de, sürgün yıllarında ‘sonsuz huzur’a kavuşabilme isteğiyle yanıp tutuştuğunu tahmin etmek, çok da güç olmasa gerek. Yıllar sonra kaleme alacağı Sürgün adlı romanında (1941) Hilmi Efendinin aklından şunları geçirtecektir: “Mezara bakarken kendi memleketinde ölmek ve gömülmek Hilmi Efendinin Allahtan en büyük dileği oldu.”[15]



Refik Halit sürgünden dönünce Kirpi yerine Aydede adını kullanmaya başlamıştır. Ama bu mizah ve yergi ustasının keşfedilmesi yine uzun sürmeyecektir. Kendine hangi adı seçerse seçsin, okuru kendine hayran bırakmaya devam ediyordu.
Ben de kendi hesabıma aynı şevk ve hayranlığı duyuyordum ve Refik Halit’in bunca mihnet ve felâketten sonra sönükleşmesi lazım gelen zekâsının eskisinden daha parlak, daha canlı olarak gelişmesi bana bir “mucize” gibi görünüyordu.[16]
Devlet işlerinde görev alamayan yazar, yazdıklarıyla geçiniyordu. Robert Kolej’de Türkçe öğretmenliği yapması parasal sıkıntılarıyla açıklanabilir. Öteden beri İttihatçılara muhalif olan yazar, o sıralar iktidarı almaya yeltenen Hürriyet ve İtilaf Fırkasına katılır. Hayatında yeni bir süreç başlamıştır; artık muhalifliğinin farklı bir adı vardır. Fırkalı olduktan sonra yine kısa sürelerle Sabah gazetesinde başyazarlık, Posta Telgraf Umum Müdürlüğünde genel müdürlük, Alemdâr’da yazarlık ve yeniden Posta Telgraf Umum Müdürlüğünde genel müdürlük, Peyâm-ı Sabah’ta yazarlık ve bizzat kurduğu Aydede’de yazarlık yapar. Yazılarındaki ortak nokta, Milli Mücadele’yi eleştirmesidir.

İlk Sürgünden İkincisine
Refik Halit’in, muhalifliğini Hürriyet ve İtilaf Fırkasına girerek ‘adlandırması’, sonra da iktidara gelen Damat Ferit hükümetine memur olarak ‘muhalifliğinin taçlandırılmasına göz yumması’ yaşamını alt üst edecek seçimleriydi. Fakat, Refik Halit bu oluşumun içinde ne alıyordu?
Ben ne şöhret, ne makam hırsı ile fırkacı oldum. Beni Hürriyet ve İtilâfa sokan Damad Ferid Paşa değildir; aleyhimde, sorgusuz, cevapsız sürgün kararını verdiği için Talât Paşa’dır, Cemal Paşa’dır![17]
Yazar, bir kere iktidara gelen fırkanın üyesi olmakla ve yaşananlara o gözle bakmakla zaten en baştan ‘yanlı’ değerlendirmelere başlamıştı bile. Hürriyet ve İtilaf Fırkası, ateşkes döneminin sancılı günlerinde İtilaf devletleriyle iyi ilişkiler kurmayı, bu sayede de toprakları korumayı amaçlıyordu. Hükümette de fırkanın değil, sadarete kurulan Damat Ferit Paşa’nın ağırlığı duyuluyor fakat kimse buna ses çıkaramıyordu. Anadolu’da kopan gürültüye kulaklar tıkanmış, daha da kötüsü her taşın altında İttihatçı parmağı aranır olmuştu. Her yerde kan gövdeyi götürüyor, ama Damat Ferit Paşa ve fırkası ısrarla susuyordu. Başlayan işgaller de onları bu tavırdan döndürmeyecek; İzmir’in işgalini haber veren telgraflara bile inanmayacak, üstelik bu haberleri heyecan yaratıcı ve kışkırtıcı bulacaklardı.
Ben de, o zaman, her hâdise arkasında hortlamış bir İttihatçılık görüyordum ve onunla mücadele için, gözümü husumet bürümüş, sağımı solumu iyi sezemiyordum.[18]



Zira onun kanaatine göre, bu savaş gerçek bir kurtuluş savaşı değil, İttihatçılar tarafından, tekrar iktidara gelmek için, yapılan bir kardeş kavgası, bir kardeş boğazlaşması idi.[19]
Onun olanaklı görmediği düşmandan arınmış topraklar düşüncesi, gitgide büyüyen bir yangınla Anadolu’yu sarıyor ve düş yavaş yavaş gerçek oluyordu. Bu ortamda memlekette kalması, tutuklanması anlamına geliyordu. Tutuklanmaktansa yeni bir sürgünlüğü göze alarak bin dokuz yüz yirmi iki Teşrinisanisinin dokuzuncu günü Piyer Loti vapuruyla Beyrut’a kaçtı.[*]
Memleketten uzakta kalmak (ilk sürgünüyle kıyaslandığında), İstanbul’dan ayrı kalmayı katbekat aşacaktı. İkinci sürgününde geçen her gün, trenlerin sağır ve boğuk gürültüleri, yolcu vapurlarının düdükleri ona memleketi ve özlemlerini hatırlatacak, Beyrut sahillerine vuran dalgaların İstanbul’dan kopup geldiğiyle avunacak, roman kişilerini kendi duygularıyla konuşturacaktı:
“Ne olurdu, kendisini bu yabancı diyarlara atacaklarına “Git, Karahisar’da otur, ağzını kapa, sakın kımıldanayım deme, asıldığın gündür!” karariyle doğduğu yere sürselerdi…”[20]
Ki bu pişmanlığı, Sürgün adlı romanının henüz ilk üç tümcesinde karşımıza çıkar:
Sabaha karşı Beyrut göründü. İskelelere uğramak şartiyle en çoğu bir haftada alınan bu yolu, kereste yüklü, şilep bozması, küçük, köhne vapur -dosdoğru geldiği halde- ancak on günde, güç belâ aşabilmişti. Ege denizinin mevsim fırtınalarını yerken Hilmi Efendi, bir aralık umuda kapıldı, “Galiba batacağız,” diyordu, “Kurtulacağım!”[21]
Refik Halit’in oralarda çekmediği kalmamıştı. Kırılan gururu bir yandan, geçim sıkıntıları ve vatan hasreti öbür yandan onu hem maddî, hem manevî ıstıraplarla kasıp kavurmuştu. Başına bir aile felâketi de gelmişti. İlk sürgünde sevişip evlendiği kadın, artık, bu ikinci sürgüne dayanamayıp dört yaşında çocuğunu da yanına alarak onu gurbet diyarında yapayalnız bırakıp gitmişti.[22]
Öfke, dert, açlık… Gözleri kararmıştı. Bu, kocaman, işlek, gürültülü ve güneşli limanda kendisini bir bodruma kapatılmış kadar yalnız, boşlukta, tek başına bulunuyordu. Etrafındaki hayat, hareket ve ses bolluğu eski hâtıraya aitmiş gibi belli belirsiz, uzak ve silik… Ara sıra farkına varıyor ve yaşamıyorum, zihnimden geçiriyorum sanıyor.[23]

Sürgünlerin Ardından
Bir akşam, Atatürk, sofraya oturduğumuz sırada “Çocuklar,” demişti, “size bu akşam tadına doyum olmaz bir ‘ziyafet-i edebiye’ çekeceğim” ve elinde tuttuğu cep dergisi kıtasında bir kitabı göstererek: “Bu” diye ilave etmişti, “Refik Halit’in, yirmi yıllık bir akıl hastasının, şuuru yerine gelip kendini baştan başa değişmiş bir Türkiye içinde bulunca, tekrar delirişini gösteren bir tiyatro piyesidir” ve gözlüğünü takarak bizzat kendi okumağa başlamıştı.[24]
Atatürk, Karagöz perdesi karşısında bir çocuk gibi kahkahalarla güldükten sonra: “Yazık oldu şuna!” diye söylendi ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya dönerek “Ne yapacaksak yapalım, onun bir an evvel memlekete dönmesinin çaresine bakalım” dedi.
Şükrü Kaya ilkin şöyle bir çare bulmuştu: Refik Halit’e, talimatlı bir sınır karakoluna gelip teslim olması bildirilecekti. Karakol aldığı talimata göre, onu sözde “tahtel hıfz” [Tutuklu olarak – Y.K.K.] fakat hakikatte nezaketle Ankara’ya yollayacaktı. Ondan ötesi kolaydı artık.
Fakat Refik Halit, meselenin bu çözüm şeklini kabul etmedi. Bunun üzerindedir ki, iş Büyük Millet Meclisi’ne dayandı ve oradan çıkan bir umumî af kanunu ile halledildi. Bu suretle, diğer bütün Yüzellilikler de, Refik Halit sayesinde, memlekete dönmek haklarını kazanmış oluyordu.[25]
Elbette Refik Halit’in affedilişinde başka etkenler de olduğu kesindir. Yazarın kalemi, 1926’dan sonra Türkiye hükümeti adına yumuşamıştır. Latin harflerinin kabulünü, dil devrimini, sonra da  Hatay’ın ülke topraklarına katılması savunan yazılarının Türkiye hükümetinin politikalarını destekleyici nitelikte olduğu ortadadır.
Yurda döndükten sonra siyasetle göbek bağını koparan yazar için genellikle benzer yorumlar yapılır. Buna göre, yurda döndükten sonra, siyasetle ilgilenmemek için yalnızca roman türünde eserler vermiş ve yine bu yüzden, diğer türlere itibar etmemiştir. Yine buna göre, siyasetle ilgilenmek istemediğinden fıkra, makale gibi günceli ilgilendiren türler yerine romanı yeğlemiştir. Bu yorumlar yanlış olduğu denli eksiktir de. Bir kere romanın işlediği konuyu tüm yönleriyle ve ayrıntılı olarak anlatması, yazarın ele aldığı konuya daha fazla odaklanmasını sağlar. Ki, bu ‘odaklanma’ yazarı hangi konuda olursa olsun, o konuda derinlemesine kalem oynatmasını gerektirir. Yani, Refik Halit’in roman yazarak siyasetten uzak kalacağı yorumu hem yanlış hem de eksiktir. Dahası, yine bu yorumlara bakarak, yazarın siyasetten uzak duruşu, başına yeni bir bela açılmasını -üçüncü bir sürgün gibi- istemeyişine götürür bizi. Bu da sağlıklı bir yargı değildir. Yazarın ülkeye dönmeden önceki yazıları bakıldığında, artık muhalefet yapmadığı ve Türkiye hükümetinin politikalarını desteklediği de görülür. Dolayısıyla yurda döndükten sonraki durumu, bu şekilde de açıklanabilir. Fakat bu düşünceler havada asılı kalmaya mahkum; gerçek, Refik Halit’in siyasi yazılar yazmadığı ve tür olarak da romanı benimsediğidir. 
Yurdundan ayrı düşmek Refik Halit için de, herhangi biri için de zorlukları ortada olan bir gerçektir. Fakat sanatçıların yaban ellerdeki yurt özlemleri, yoksunlukları, çektikleri çileler onlardaki sanat damarlarını beslemez mi? Halide Edip “Refik Halit’in nefyedilmesi dostları ve Türk sanatkârları için bir esef, fakat Türk edebiyatı için bir kazanç oldu”[26] sözleriyle bu kanıyı destekler. Mustafa Baydar’ın, “İnsanlar bazan ‘kahır yüzünden lutfa uğrarlar’. Sizin de İstanbul ve memleket dışına çıkmak zorunda kalışınız sanatınız için faydalı oldu mu?” sorusuna “Her iki gurbetim de çok faydalı oldu. Birincisinde Anadolu’yu tanıdım. İkincisinde dünyayı tanıdım.” karşılığını verecektir. (Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar? S. 107)[27] Sanatı doğuran ve besleyen sanatçı, iç çatışmaları ve sürgünleriyle birlikte düşünülünce Refik Halit’in tüm acılara karşın kalemini bilediği sonucuna varabiliriz. Biraz avuntu da olsa sanat ve edebiyatın eninde sonunda acıyla kesişmesinin besleyiciliğini çürütmek çok zor. Refik Halit’e sürgün yıllarındaki eserlerini doğurtan bu öz, çoğu kez kırık bir hüzne ve muhalifliğinin katı bedellerine dayansa da tüm bu hüzün, bahsettiğimiz eserlerinin mayasıdır. Ki ondaki özün farkına varan bilinçli okurun eseri alımlama ve algılama gücü, sıradan okurun tersi yönündedir.



[*]1 Ağustos 1914-20 Kasım 1922 tarihleri arasında işlenmiş suçları af kapsamına alan Lozan barış görüşmelerinde, Ankara hükümeti, Kurtuluş Savaşında düşmanla işbirliği yaptıkları, mücadeleye zarar verdikleri gerekçesiyle adları sonradan saptanacak bazı kişileri affetmeyeceğini belirtmişti. Tarihimize “yüzellilikler olayı” adıyla geçen ve ‘çoğu yurt dışına kaçmış bulunan’ 150 kişi, 16 Nisan 1924 günü yasayla af kapsamı dışında tutulmuş ve bu kişiler yaklaşık üç yıl sonra da vatandaşlıktan çıkarılmıştır.



[1] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İletişim Yay., 5. b., İst., 2007, s.28
[2] Karaosmanoğlu, a.g.e., s.48
[3] Karaosmanoğlu, a.g.e., s.51
[4] Karaosmanoğlu, a.g.e., s.52-53
[5] Şerif Aktaş, Refik Halit Karay, Akçağ Yay., 1.b.,Ank., 2004, s.35
[6] Sina Akşin, Yakınçağ Türkiye Tarihi 1, Milliyet Yay., s.37
[7] Karaosmanoğlu, a.g.e., s.59
[8] Karaosmanoğlu, a.g.e., s.57
[9] Aktaş, a.g.e., s.38
[10] Karaosmanoğlu, a.g.e., s.63
[11] Karaosmanoğlu, a.g.e., s.64-65
[12] İnci Enginün, Tanzimat'tan Cumhuriyet'e, Dergâh Yay., 2.b., s.414
[13] Fethi Naci, Gücünü Yitiren Edebiyat, Gerçek Yay., 1.b., s.232
[14] Refik Halid Karay, Memleket Hikâyeleri, İnkılâp Yay., 24.b., s.56
[15] Refik Halid Karay, Sürgün, 8. b., s.39
[16] Karaosmanoğlu, a.g.e., s.65
[17] Refik Halid Karay, Minelbab İlelmihrab, İnkılâp Yay., 2.b., s.46
[18] Karay, a.g.e., s.140
[19] Karaosmanoğlu, a.g.e., s.70
[20] Refik Halid Karay, Sürgün, 8. b., s.61
[21] Karay, a.g.e., s.11
[22] Karaosmanoğlu, a.g.e., s.71
[23] Karay, a.g.e., s.34
[24] Karaosmanoğlu, a.g.e., s.72
[25] Karaosmanoğlu, a.g.e., s.73-74
[26] Bkz. Enginün, a.g.e., s.413
[27] Atilla Özkırımlı, “Gözlem, yergi ve tanıklıklar yazarı: Refik Halit Karay”, Milliyet Sanat, 18 temmuz 1975, S.141, s.8