Ömrünün dörtte birini sürgünlerde tüketen Refik Halit
Karay’ın edebiyatçı kimliği, yaşam öyküsünden bağımsız anlatılamaz. Sancılı
geçen sürgün yılları, hem insan Refik Halit’i ve hem de yazar Refik Halit’i
oldukça hırpalamıştır. Yurdundan ayrı kalmanın kanayan yaraları eserlerinde
sıkça karşımıza çıkar.
Refik Halit Karay (1888-1965) İstanbul’da doğdu. On iki
yaşındayken Galatasaray Lisesi’ne başladı, on sekizinde bu okulu terk etti.
Ertesi yıl Hukuk Mektebi’ne başladı ama henüz ikinci sınıftayken
(II.Meşrutiyetin ilan edildiği yıl) bu okulu da terk etti ve ‘hür meslek
arzusuna kapılıp’ gazeteciliğe başladı. Muhalif kimliğinden dolayı İttihat ve
Terakki hükümetince Anadolu’ya sürüldü; İstanbul’a döndükten sonra da
gazetelerde yazarlık yapmaya devam etti. İkinci sürgünlüğünü Kurtuluş Savaşına karşı
olumsuz tutumundan dolayı yaşadı, yaşamını uzun yıllar yurt dışında sürdürdükten
sonra yeniden İstanbul’a döndü. Ardında birçok eser bırakarak 1965’te hayata
gözlerini yumdu.
Fecr-i Âti yılları
Servet-i Fünûn
topluluğunun 1901’de dağılmasıyla derin bir sessizliğe gömülen edebiyat
alanındaki ilk kıpırdanmalar, diğer alanlarda olduğu gibi, II. Meşrutiyeti
izleyen günlerde görülür. Otuz yıl süren baskıcı düzenin son bulması, her
alanda mutlulukla karşılanırken yaşları 19 ile 25 arasında değişen yirmi kadar
genç, Edebiyat-ı Cedide’den boşalan yeri doldurma isteğiyle “Hilâl” Matbaası’nın bir odasında[1] Fecr-i Âti
topluluğunun temellerini atar. Bu isimlerden biri de Refik Halit’tir.
Yakup Kadri ilk toplantılarını şöyle anlatır: Ben ki,
yaşıma nisbetle fazla ağırbaşlı, fazla içime kapanıktım; nasıl olmuştu da Fecr-i
Âti’nin ilk toplantısında böyle bir gencin yanına oturmuş ve onunla sanki
eskiden beri tanıdığım bir kimseymiş, sanki çocukluk arkadaşımmış gibi hoşbeş
etmeye başlamıştım? Ben yavaş sesle ona toplantıda bulunanların adlarını
soruyordum. O, kulağıma eğilip, yalnız her birinin adını söylemekle kalmıyor,
alaycı bir tavırla kişilikleri hakkında da ya küçültücü, ya güldürücü birtakım
bilgiler veriyordu. Bunların çoğu onun Galatasaray Sultanisi’nden mektep
arkadaşı idi. Söylediklerine göre, hemen hepsi o yüksek ve imtiyazlı lisenin
art kapısından sıvışıp gitmiş yarım tahsilli gençlerdi. Refik Halit laf
arasında kendisinin de onlardan biri olduğunu kıs kıs gülerek açığa vurmaktan
çekinmiyordu ve “Aramızdaki fark,” diyordu, “bunların edebî şöhret yolunu
boylamakta gösterdikleri başarılılıktır.”
Refik Halit’in bu sözlerinde, itiraf ederim ki, ben bir
kıskançlık açısından ziyade İngilizlerin “humour” dedikleri bir mizah türünün
çeşnisini tatmakta ve onu biraz daha cana yakın bulmakta idim.[2]
Bu iki gencin yeteneklerini bir parça açığa çıkarmaları,
onları hafifçe ışıldatmaya yetecek, Refik Halit’in yükselişi ise oldukça hızlı
olacaktı.
Sanatı ‘şahsi ve
muhterem’ olarak yorumlayan, toplum yaşamını ve sorunlarını çoğunlukla dışlayan
Fecr-i Âti’nin edebiyat dünyasındaki boşluğu doldurmak dışında ne yeniliğinin
ne de özgünlüğünün olduğu, gün geçtikçe daha açık görülüyordu. Devamcısı
oldukları ağdalı biçem, Tevfik Fikret’le Halit Ziya ‘mektepleri’nin etkisinin hiç de azımsanamayacak boyutlarda sürdürdüklerinin
kanıtıydı. Buna karşın ilk yazısından itibaren Fecr-i Âti topluluğuyla tam
anlamıyla kaynaşamayan Refik Halit’in dili, diğerleriyle kıyaslanamayacak denli
yalın ve konuşma diline yakındı. Fakat onun bu tutumu, ‘ağabey’lere öykünen
Fecr-i Âticilerin hoşuna gitmeyecek ve kendi içlerinde de tartışma konusu
olacaktı.
Hele, çok geçmeden aynı Türkçe ile ben Bir Baskın’ı, Refik Halit Fatma’nın Talihi adlı ilk Anadolu
hikâyelerimizi yazmaya başlayınca bu yadırgama kendini büsbütün belli etmişti.
Fecr-i Âti’de uyguladığımız bir kurala göre, yazılarımız matbaaya verilmezden
önce yaptığımız eleştirme toplantılarında okunduğu vakit öbür arkadaşlarımızın
şiirleri, nesir ve hikâyeleri çok defa alkışlarla karşılandığı halde
bizimkilerin birtakım anlaşmazlıklara yol açtığını görmezlikten gelmek mümkün
değildi. [3]
Kullanılan dil malzemesinin yerli ya da yabancı olmasını
da aşan anlaşmazlıklar, özellikle Türkçülük/Turancılık akımını savunanlarla
yapılan dergiler arası tartışmalarda kendini gösteriyordu. II. Abdülhamit
döneminin sansürcü tutumunun izleri, Fecr-i Âti topluluğunun içinde belli
oranlarda yaşamaya devam ediyor ve bu sansür, güçlü bir sanat anlayışı, güçlü
bir sanat duruşu olmayan topluluğu yıpratıyor, dağılmaya doğru götürüyordu.
Pek iyi hatırlarım, Fecr-i Âti namına giriştiğim kalem
mücadelelerinin benim için en zorlusu Şahabettin Süleyman’ı savunmak olmuştu.
Bana bu mücadelemde yardım eden tek arkadaşım da Refik Halit’ti. Hattâ, bu
yardımını öylesine sert bir şekle sokmuştu ki, günün birinde Fecr-i Âti içinde
pek esef verici bir hadiseye yol açmıştı: Şöyle ki, o polemik yazılarından
biri, başta reisimiz Hamdullah Suphi (Tanrıöver) olmak üzere hemen bütün
arkadaşlarımız tarafından itirazlarla karşılanmış ve bu yazının dergimizde
neşrine müsaade edilmemiş, yani bir çeşit sansür yasağına çarpılmıştı. Bunun
üzerine, Refik Halit’le sansürü koymak isteyenler arasında şiddetli bir
tartışma olmuş ve neticede Refik Halit, Fecr-i Âti’den çıkıp gitmişti.
O kadar hızla ve hışımla çıkıp gitmişti ki, arkasından güç
yetişebilmiştim. Soluk soluğa yanına vardığım zaman kavgasına benimle devam
edecek sanarak bir süre konuşmaktan çekinmiştim. Oysa, gözümün ucuyla yüzüne
bakınca bir de ne göreyim, Refik Halit alaycı bir tebessümle gülümsemiyor mu!
Bu sefer öfkelenmek sırası bana gelmişti. “Ne gülüyorsun öyle?” diye
çıkışmıştım. Babıâli Caddesi’nden aşağıya doğru yürüyorduk. Refik birdenbire
durdu ve yarı komik, yarı dramatik bir tavır takınarak; “Bizim halimize
gülmeyeyim de neye güleyim?” dedi. Bunun üzerine ben de sebebini pek iyi
bilmeyerek gülmeye başlamıştım. Refik Halit devam ediyordu: “Söyle bakalım; iki
mektep kaçkını çocuktan ne farkımız var şu anda? Ne Fecr-i Âti kaldı, ne
Servet-i Fünûn! Talihimizi şu Babıâli Caddesi’nin kaldırımları üstünde yeniden
denemeye mi başlayacağız?”[4]
Fecr-i Âti’yle bağdaşamayacak bir yazardı Refik Halit ve
sonunda buradan da yarı yolda ayrılmıştı. Topluluksuz, bağımsız olarak yoluna
devam etmek dönemin koşulları gereği zor ve yıpratıcıydı. Ancak Fecr-i Âti’den
ayrılmak ona çok geçmeden yeni kapılar açacak, üstelik bu yeni kapılar,
kendisini kanıtlamanın yanı sıra ‘adamakıllı ışıldayan’ bir ünü de peşinden
getirecekti. Refik Halit önce Eşref
de yazmaya başlıyor, oradan Cem
dergisine geçiyordu. Dönemin önemli edebiyatçılarını topa tutan, gülünçleştiren
yazıları büyük ilgi uyandırıyor, her kesimden insanın dikkatini çekiyordu. Yergi
türünü ne denli başarılı kotardığını gösteren Refik Halit, bu yazılarında “Kirpi” takma adını kullanıyordu.
Cem dergisinin birinci sayısında Refik Hâlid’in
“Arabacının Derdi” başlıklı yazısı yayımlanır. (28 Teşrinsâni 1326) Yazar,
ikinci sayısından itibaren bu derginin başmuharriridir. Bu dergide yayımlanan
ve devrin düzensiz politikacılarının eksik ve kaba yönlerini aksettiren mizahî
yazıları Kirpinin Dedikleri adlı
kitapta bir araya getirir.[5]
Kirpi’nin -her
ne kadar istibdat dönemi son bulmuş olsa da- tepki çekmesi gecikmez.
Bu mizah yazıları, İttihat ve Terakki taraftarlarınca hoş karşılanmaz ve
iktidardan yana olmayan herkes gibi o da ‘muhalefetten yana’ sayılır.
II. Meşrutiyetin Fransa’dan üflediği özgürlük rüzgârı
çabuk dinmiş, çıkarılan gazete-dergi sayısındaki artışın üstü kapalı bir
iyileşme olduğu anlaşılmıştı. Öyle ki Meşrutiyetin ilanından kısa süre sonra
İttihat ve Terakki’ye muhalefet eden yayınlar kapatılmaya, baskı altına
alınmaya başlanır. İttihat ve Terakki taraflılığıyla bu işi yapanlar ise saldırgan
tavırlar içindedir. Gemi azıya alan Cemiyet, eli silahlı çeteler kur(dur)up işi
adam öldürmeye değin götürür. Ortalık her zor dönemde olduğu gibi vatan
haininden geçilmemektedir!
9 Haziran 1910 gecesi, muhalif Sada-yı Millet gazetesinin başyazarı Ahmet Samim öldürüldü. Mahmut
Şevket, 31 Mart Olayı’nın nasıl çıktığını gözönünde bulundurarak harekete
geçti. Paşa’yı ve Talat’ı öldürmeyi amaçladıkları ileri sürülen Rıza Nur ve 50
kadar muhalif tutuklandılar. Gerçi sonunda bunlar aklandılar ama, ortalık
sorgulama sırasında yapılan işkence öyküleriyle çalkalandı.[6]
Daha arkadan İttihat ve Terakki Komitesi’nin eli silâhlı
fedaileri türlü türlü tehditlerle onu sindirmek yolunu tuttular. Hafta geçmez,
gün geçmezdi ki, Cem dergisindeki
masasının üstü, imza yerine kâh bir tabanca, kâh bir hançer resmi taşıyan
mektuplarla dolup boşalmasın. Refik Halit, zavallı dostumuz Ahmet Samim’in
uğradığı felâketin de böyle mektuplarla başladığını pek iyi bildiği halde,
bunların hiçbirine ehemmiyet vermez, kimini buruşturup kâğıt sepetine atar,
kimini de bilmem neden, pek tuhaf bularak açar ve kahkahalarla gülerek okurdu.
Hattâ, kimini de, o günkü yazısına alay konusu yapmaktan çekinmezdi ve bundan
adeta, zevk duyardı.
Nitekim, tabancalı,
hançerli mektuplarla birlikte gelmiş olan bir küme sevgi, saygı ve hayranlık
mektuplarını da aynı kayıtsızlıkla gözden geçirip bir kenara koyar koymaz
soluğu bir mektep kaçkını afacanlığıyla hemen Beyoğlu Caddesi’nde alırdı.[7]
Ülkenin bu gergin havası içinde, bireyciliği yücelten
sanat anlayışıyla topa tutulan -ve içten içe dağılma belirtileri veren-
Fecr-i Âti topluluğuna geri dönen Refik Halit, yine diğerlerinden farklıdır.
Aramızda, Fecr-i Âti’nin bu akademik toplantılarını ciddiye
almayan biri varsa o da Refik Halit’ti. Son zamanlarda kendine “Kirpi” lakabını
takan bu mizah yazarı bir köşeye çekilir ve adını aldığı yaratığın dikenlerini
andıran gülümsemeleriyle ortalığı seyre dalar, hattâ bazı kere kıs kıs güldüğü
de olurdu.
Onun bu hali, günün birinde, yine birtakım hadiselere yol
açmaya başlayacak ve Fecr-i Âti belki de bu yüzden yavaş yavaş dağılıp
gidecekti.[8]
Refik Hâlid’in yazılarıyla yıprattığı İttihat ve Terakki
hükümeti yerine Hürriyet ve İtilaf Fırkasının desteklediği Ahmet Muhtar’ın
başkanlığında kurulan hükümet işbaşına geldiğinde Kirpinin Dedikleri yazarı, sessiz sedasız ortadan çekilir, kalemi
kâğıdı bir yana bırakır, babasının Erenköyü’ndeki köşkünde edebî eserler
okuyarak günlerini geçirir. Siyasi değişiklikten yararlanmayı düşünmez.[9]
Ülke her yönüyle hızlı bir savruluşun içine girmişken
edebiyatçıların bu rüzgârdan etkilenmemesi olanaksızdı. Diğer ideolojilerin
aksine önce edebiyatçılar ve düşünürlerce ortaya atılıp geliştirilen
Türkçülük/Turancılık ideolojisi, siyasette de ağırlık kazanıyor; baskısı
ölçüsünde gücünü de arttıran İttihat ve Terakki Cemiyetine koşut olarak, dil ve
edebiyat alanında da Türkçülük taraftarları hızla çoğalıyor; edebiyat cephesi tarafından
Ötüken’e, Ak-kurum’a dek uzanan telkin dolu şiirlerle, hikâyelerle bu hava
besleniyor; tüm bu çevreler, siyaset ve sanatı, o güne değin görülmemiş bir
işbirliğiyle kol kola yürütüyordu. Sanat cephesinin çoğunlukla didaktikliğe
düşen yönlendirici biçemiyle enikonu bezenen, gelişip güçlenen ve istenilen doygunluğa
erdikten sonra ayrıksı seslere sabır gösteremeyen bu dalga, sonunda Refik
Halit’i de bulur.
Bir hükümet darbesiyle yeniden işbaşına gelen İttihat ve
Terakki Fırkası Sadrazam Şevket Paşa’nın vurulmasıyla bazı muhalifleri
tutuklatır. Cemal Paşa tarafından hazırlanan sürgünler listesinde Refik
Halit’in adı, elbette unutulmamıştır.
İlk Sürgün
Yaşamayı bir zevk, bir eğlence haline sokmuş, her şeyi
alaya almış o hafif ruhlu arkadaşımı bekleyen akıbet en son bu mu olacaktı?
Yergileriyle hattâ düşmanlarını bile güldürmesini bilen o büyük mizah yazarı,
en sonunda bana Dostoyevski’nin dram kahramanlarından birini mi hatırlatacaktı?
Bu kara tekne onu alıp nereye, hangi Sibirya’ya götürüyordu? O gittiği yerde
ölmese bile, pırıl pırıl zekâsı, kim bilir, nasıl sönecek, dudaklarından hiç
eksilmeyen gülümsemesi nasıl silinecekti.[10]
O kara ve kalabalık tekne Sinop’a gider. Arkadaşı Yakup
Kadri’nin düşüncelerinin aksine durumu şimdilik pek de fena değildir. Arkadaşına
şu mektubu yollar:
“Bunların çoğu buraya neden getirildiklerini bilmiyor ve
gülünç bir şaşkınlık içindedir” diyordu. “Fakat, bana bunlardan daha gülünç
görünenler, sanki, birtakım hürriyet kahramanlarıymış gibi böbürlene böbürlene
dolaşanlar, ya da sırlarını ele vermekten sakınan ihtilalciler gibi köşe bucaklara
çekilip tehlikeli tavırlar alarak sinsi sinsi oturanlardır.” Ve ilave ediyordu:
“Bana gelince –nasıl anlatayım bilmem- kendimi karışık bir
melodramda bir kalebent rolü almaya zorlanmış acemi bir aktöre benzetiyorum.
Bilirsin, ben, hiçbir zaman ne kahramanlığa, ne ebediliğe heves etmişimdir.
Hattâ, bu gibi heveslere düşenleri pek gülünç bulmuşumdur. Nitekim, bu
bakımdan, Magosa’daki kalebentliğinden -sanki bir mağaradan
çıkıyormuş gibi-
saçı sakalı birbirine karışmış olarak dönen ve bu haliyle birtakım reklam
fotoğrafları çektiren Namık Kemal bana Manakyan Efendi Tiyatrosu’nun duvar
ilânı resimlerindeki oyun şahıslarından biri gibi görünmüş, saçı sakalı da
takma zannını vermiştir. Kaldı ki, büyük vatan şairimiz, işittiğime göre,
Magosa Kalesi’nin bir hücresine kapatılmamış, şehrin kale duvarları içindeki
bir semtinde bulunan büyükçe bir evde ‘ikamete memur’ edilmiş ve her memur gibi
de devlet hazinesinden aylık alarak yaşamıştır. Buradakiler ise meteliğe kurşun
atıyorlar, sığınabildikleri evlerin kirasını bin zorlukla ödeyebiliyorlar.
Bereket, hovarda bir meyhaneci bulmuşlar. Onlara bol ve nefis mezeleriyle
krediye içki veriyor. Yoksa açlıktan ölecekler” ve acınmayı sevmeyen Refik
Halit ekliyor: “Sakın, beni de veresiye rakı içiyorum zannetme! Babam sayesinde
hamdolsun hali vaktim yerindedir. Bir Rum kadınının evinde pansiyonerim.
Tuzlusundan tatlısına kadar hiçbir yiyeceğim eksik değil. Bu kadın bir de genç
ve güzel olsaydı keyfime diyecek kalmayacaktı. Ha, biliyor musun, geçenlerde
bizim Sofya bu husustaki yoksunluğumu anlamış gibi bana gönderdiği bir mektupta
(Rum harfleriyle Türkçe yazılmıştır ve bizim ev sahibesine okuttum) ‘İstersen
ben geleyim yanına’ teklifinde bulundu ama, ‘Gel’ demeye cesaret edemedim.
Burasının bir Aynaroz’dan, bizimkilerin de Aynaroz papazlarından farkı yok.
Kızcağıza saldırırlar diye korktum doğrusu.”
Bu son cümleyi yazarken Refik Halit mutlaka kıs kıs
gülüyordu.[11]
Sinop’tan hoşnut olan Refik Halit buradan Çorum’a,
Çorum’dan Ankara’ya, Ankara’dan da Bilecik’e sürülür ve beş yıl süren bu zoraki
göçlerin ardından yeniden İstanbul’una kavuşur (1917).
Yazarın şahsî hayatı bakımından ıstıraplarla dolu olan bu
sürgün, Türk edebiyatına Memleket Hikâyeleri’ni (1919) kazandırmıştır. Anadolu
halkının bezgin ve ehlikeyif yaşayışını, yalnızlığını, memurların devleti
temsil etmediklerini bu çok rahat okunan hikâyelerde anlatmıştır. Refik Halit,
dili ve üslubu ile “memleket edebiyatı” içinde değerlendirilmelidir.[12]
Nâbizade Nazım’ın Karabibik’i
ve Ebubekir Hazım Tepeyran’ın Küçük Paşa’sından
sonra köy ve kasaba yaşamını edebiyata sokan Refik Halit, öncüllerinden çok daha
başarılıdır. Sürgünlüğü boşa geçmemiş, Anadolu’dan birbirinden değerli
hikâyeleriyle dönmüştür. Güçlü gözlemciliğiyle aktardığı bu hikâyelerindeki
gerçekçi yaklaşım dikkati çeker. Çoğu köyde geçen bu hikâyelerde, kişilerin
yanı sıra zamana denk düşecek olaylar da okurunu doyuracak türdendir. Özellikle
kırsal kesime özgü hikâyelerinde, yöre insanını iyi tanıdığı, gözlemciliğini
kullandığı hemen belli olur. Yalnız, bizi farklı tatlarıyla büyüleyen bu hikâyeler
dikkatli incelenirse ‘kötü sonlar’ gözden kaçmayacaktır.
Kitaptaki 14 hikâyede en belirgin ortak nitelik, Refik Halit’in
“facia” merakı: 4 hikâye ölümle sonra eriyor; bir hikâye, ülkücü bir aydının
“memleket” koşullarına ayak uydurarak yıkılışını anlatıyor; öteki hikâyeler de
kazık atma ya da kazıklanma, mutsuzluk, ayrılık üstüne. “Mutlu son” yok Memleket Hikâyeleri’nde.[13]
Bir aşamadır Refik Halit’in gerçekçiliği. Özellikle dışa
dönük seçici gözleri, anlatımında kendini duyumsatan ama çözümlemeye girişmeyen
gören ve anlatan kalemi, olumsuz durumlar karşısında farklılıklar önermeye ya
da var olanla yetinmemeye kalkmaz.
Koca Öküz hikâyesinde
(biçimsel yönden) ‘kuru kafalı, kocaman boynuzlu, kemikleri çıkık, kart olduğu
uzaktan belli, yorulmuş, bezgin’ olarak nitelediği öküzün türlü işkencelerle
bile çalışmak için yerinden kaldırılamadığı, fakat onu kesmeye götüren kasap Cavga
Rıza’ya hiç zorluk çıkarmadan yerinden doğrulması gibi insana özgü duygu,
düşünce ve değerleri bir ‘hayvan’da toplaması anlamlıdır. Üstelik hikâyenin
başında Hacı’yla köye gelirken dönüp de ovanın sonsuz derinliğine (zihinsel
yönden) uzun uzun bakıp derin derin düşünmesi, ayrıca çözümlenmesi gerekli ayrıntılardır.
Aynı öküzün Cavga Rıza’nın önüne katılıp giderken ki durumu da ilginçtir. Yazar
bu kısmı şöyle anlatır: Sanki damarlarındaki son kuvveti toplamış, son gücünü,
kendisini yıllarca süren yorgunluklardan sonra bir bıçakta sonsuz rahata
kavuşturacak olan bu adama saklamıştı. Çalışmaya gitmeyecekti; fakat ölüme
hazırdı; büyük bir filozof gibi başı yerde, ağır ağır, gözlerinde kayıtsızlık,
yürüyor; oylukları arasında dolaşan, gölge arayan yaldız kanatlı, ufak, inatçı
sineklerin üzerinden arasıra kuyruğuyla incitmek istemeyen bir yelpaze
geçiriyordu.[14]
Bu öyküde insana ait özelliklerle yüklü yaşlı ve yorgun
hayvanı filozofça düşündürten Refik Halit’in de, sürgün yıllarında ‘sonsuz
huzur’a kavuşabilme isteğiyle yanıp tutuştuğunu tahmin etmek, çok da güç olmasa
gerek. Yıllar sonra kaleme alacağı Sürgün
adlı romanında (1941) Hilmi Efendinin aklından şunları geçirtecektir: “Mezara
bakarken kendi memleketinde ölmek ve gömülmek Hilmi Efendinin Allahtan en büyük
dileği oldu.”[15]
Refik Halit sürgünden dönünce Kirpi yerine Aydede adını
kullanmaya başlamıştır. Ama bu mizah ve yergi ustasının keşfedilmesi yine uzun
sürmeyecektir. Kendine hangi adı seçerse seçsin, okuru kendine hayran bırakmaya
devam ediyordu.
Ben de kendi hesabıma aynı şevk ve hayranlığı duyuyordum
ve Refik Halit’in bunca mihnet ve felâketten sonra sönükleşmesi lazım gelen
zekâsının eskisinden daha parlak, daha canlı olarak gelişmesi bana bir “mucize”
gibi görünüyordu.[16]
Devlet işlerinde görev alamayan yazar, yazdıklarıyla
geçiniyordu. Robert Kolej’de Türkçe öğretmenliği yapması parasal sıkıntılarıyla
açıklanabilir. Öteden beri İttihatçılara muhalif olan yazar, o sıralar iktidarı
almaya yeltenen Hürriyet ve İtilaf Fırkasına katılır. Hayatında yeni bir süreç
başlamıştır; artık muhalifliğinin farklı bir adı vardır. Fırkalı olduktan sonra
yine kısa sürelerle Sabah gazetesinde
başyazarlık, Posta Telgraf Umum Müdürlüğünde genel müdürlük, Alemdâr’da yazarlık ve yeniden Posta
Telgraf Umum Müdürlüğünde genel müdürlük, Peyâm-ı
Sabah’ta yazarlık ve bizzat kurduğu Aydede’de
yazarlık yapar. Yazılarındaki ortak nokta, Milli Mücadele’yi eleştirmesidir.
İlk Sürgünden İkincisine
Refik Halit’in, muhalifliğini Hürriyet ve İtilaf Fırkasına
girerek ‘adlandırması’, sonra da iktidara gelen Damat Ferit hükümetine memur
olarak ‘muhalifliğinin taçlandırılmasına göz yumması’ yaşamını alt üst edecek
seçimleriydi. Fakat, Refik Halit bu oluşumun içinde ne alıyordu?
Ben ne şöhret, ne makam hırsı ile fırkacı oldum. Beni
Hürriyet ve İtilâfa sokan Damad Ferid Paşa değildir; aleyhimde, sorgusuz,
cevapsız sürgün kararını verdiği için Talât Paşa’dır, Cemal Paşa’dır![17]
Yazar, bir kere iktidara gelen fırkanın üyesi olmakla ve yaşananlara
o gözle bakmakla zaten en baştan ‘yanlı’ değerlendirmelere başlamıştı bile.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası, ateşkes döneminin sancılı günlerinde İtilaf devletleriyle
iyi ilişkiler kurmayı, bu sayede de toprakları korumayı amaçlıyordu. Hükümette
de fırkanın değil, sadarete kurulan Damat Ferit Paşa’nın ağırlığı duyuluyor
fakat kimse buna ses çıkaramıyordu. Anadolu’da kopan gürültüye kulaklar tıkanmış,
daha da kötüsü her taşın altında İttihatçı parmağı aranır olmuştu. Her yerde
kan gövdeyi götürüyor, ama Damat Ferit Paşa ve fırkası ısrarla susuyordu. Başlayan
işgaller de onları bu tavırdan döndürmeyecek; İzmir’in işgalini haber veren telgraflara
bile inanmayacak, üstelik bu haberleri heyecan yaratıcı ve kışkırtıcı bulacaklardı.
Ben de, o zaman, her hâdise arkasında hortlamış bir
İttihatçılık görüyordum ve onunla mücadele için, gözümü husumet bürümüş, sağımı
solumu iyi sezemiyordum.[18]
Zira onun kanaatine göre, bu savaş gerçek bir kurtuluş
savaşı değil, İttihatçılar tarafından, tekrar iktidara gelmek için, yapılan bir
kardeş kavgası, bir kardeş boğazlaşması idi.[19]
Onun olanaklı görmediği düşmandan arınmış topraklar
düşüncesi, gitgide büyüyen bir yangınla Anadolu’yu sarıyor ve düş yavaş yavaş gerçek
oluyordu. Bu ortamda memlekette kalması, tutuklanması anlamına geliyordu.
Tutuklanmaktansa yeni bir sürgünlüğü göze alarak bin dokuz yüz yirmi iki
Teşrinisanisinin dokuzuncu günü Piyer Loti vapuruyla Beyrut’a kaçtı.[*]
Memleketten uzakta kalmak (ilk sürgünüyle kıyaslandığında),
İstanbul’dan ayrı kalmayı katbekat aşacaktı. İkinci sürgününde geçen her gün,
trenlerin sağır ve boğuk gürültüleri, yolcu vapurlarının düdükleri ona
memleketi ve özlemlerini hatırlatacak, Beyrut sahillerine vuran dalgaların
İstanbul’dan kopup geldiğiyle avunacak, roman kişilerini kendi duygularıyla
konuşturacaktı:
“Ne olurdu, kendisini bu yabancı diyarlara atacaklarına
“Git, Karahisar’da otur, ağzını kapa, sakın kımıldanayım deme, asıldığın
gündür!” karariyle doğduğu yere sürselerdi…”[20]
Ki bu pişmanlığı, Sürgün
adlı romanının henüz ilk üç tümcesinde karşımıza çıkar:
Sabaha karşı Beyrut göründü. İskelelere uğramak şartiyle
en çoğu bir haftada alınan bu yolu, kereste yüklü, şilep bozması, küçük, köhne
vapur -dosdoğru
geldiği halde-
ancak on günde, güç belâ aşabilmişti. Ege
denizinin mevsim fırtınalarını yerken Hilmi Efendi, bir aralık umuda kapıldı,
“Galiba batacağız,” diyordu, “Kurtulacağım!”[21]
Refik Halit’in oralarda çekmediği kalmamıştı. Kırılan
gururu bir yandan, geçim sıkıntıları ve vatan hasreti öbür yandan onu hem
maddî, hem manevî ıstıraplarla kasıp kavurmuştu. Başına bir aile felâketi de
gelmişti. İlk sürgünde sevişip evlendiği kadın, artık, bu ikinci sürgüne
dayanamayıp dört yaşında çocuğunu da yanına alarak onu gurbet diyarında yapayalnız
bırakıp gitmişti.[22]
Öfke, dert, açlık… Gözleri kararmıştı. Bu, kocaman, işlek,
gürültülü ve güneşli limanda kendisini bir bodruma kapatılmış kadar yalnız,
boşlukta, tek başına bulunuyordu. Etrafındaki hayat, hareket ve ses bolluğu
eski hâtıraya aitmiş gibi belli belirsiz, uzak ve silik… Ara sıra farkına
varıyor ve yaşamıyorum, zihnimden geçiriyorum sanıyor.[23]
Sürgünlerin Ardından
Bir akşam, Atatürk, sofraya oturduğumuz sırada “Çocuklar,”
demişti, “size bu akşam tadına doyum olmaz bir ‘ziyafet-i edebiye’ çekeceğim”
ve elinde tuttuğu cep dergisi kıtasında bir kitabı göstererek: “Bu” diye ilave
etmişti, “Refik Halit’in, yirmi yıllık bir akıl hastasının, şuuru yerine gelip
kendini baştan başa değişmiş bir Türkiye içinde bulunca, tekrar delirişini
gösteren bir tiyatro piyesidir” ve gözlüğünü takarak bizzat kendi okumağa
başlamıştı.[24]
Atatürk, Karagöz perdesi karşısında bir çocuk gibi kahkahalarla
güldükten sonra: “Yazık oldu şuna!” diye söylendi ve İçişleri Bakanı Şükrü
Kaya’ya dönerek “Ne yapacaksak yapalım, onun bir an evvel memlekete dönmesinin
çaresine bakalım” dedi.
Şükrü Kaya ilkin şöyle bir çare bulmuştu: Refik Halit’e,
talimatlı bir sınır karakoluna gelip teslim olması bildirilecekti. Karakol
aldığı talimata göre, onu sözde “tahtel hıfz” [Tutuklu olarak – Y.K.K.] fakat
hakikatte nezaketle Ankara’ya yollayacaktı. Ondan ötesi kolaydı artık.
Fakat Refik Halit, meselenin bu çözüm şeklini kabul
etmedi. Bunun üzerindedir ki, iş Büyük Millet Meclisi’ne dayandı ve oradan
çıkan bir umumî af kanunu ile halledildi. Bu suretle, diğer bütün Yüzellilikler
de, Refik Halit sayesinde, memlekete dönmek haklarını kazanmış oluyordu.[25]
Elbette Refik Halit’in affedilişinde başka etkenler de
olduğu kesindir. Yazarın kalemi, 1926’dan sonra Türkiye hükümeti adına yumuşamıştır.
Latin harflerinin kabulünü, dil devrimini, sonra da Hatay’ın ülke topraklarına katılması savunan
yazılarının Türkiye hükümetinin politikalarını destekleyici nitelikte olduğu ortadadır.
Yurda döndükten sonra siyasetle göbek bağını koparan yazar
için genellikle benzer yorumlar yapılır. Buna göre, yurda döndükten sonra,
siyasetle ilgilenmemek için yalnızca roman türünde eserler vermiş ve yine bu
yüzden, diğer türlere itibar etmemiştir. Yine buna göre, siyasetle ilgilenmek
istemediğinden fıkra, makale gibi günceli ilgilendiren türler yerine romanı
yeğlemiştir. Bu yorumlar yanlış olduğu denli eksiktir de. Bir kere romanın
işlediği konuyu tüm yönleriyle ve ayrıntılı olarak anlatması, yazarın ele
aldığı konuya daha fazla odaklanmasını sağlar. Ki, bu ‘odaklanma’ yazarı hangi
konuda olursa olsun, o konuda derinlemesine kalem oynatmasını gerektirir. Yani,
Refik Halit’in roman yazarak siyasetten uzak kalacağı yorumu hem yanlış hem de
eksiktir. Dahası, yine bu yorumlara bakarak, yazarın siyasetten uzak duruşu,
başına yeni bir bela açılmasını -üçüncü bir sürgün gibi- istemeyişine götürür
bizi. Bu da sağlıklı bir yargı değildir. Yazarın ülkeye dönmeden önceki
yazıları bakıldığında, artık muhalefet yapmadığı ve Türkiye hükümetinin
politikalarını desteklediği de görülür. Dolayısıyla yurda döndükten sonraki
durumu, bu şekilde de açıklanabilir. Fakat bu düşünceler havada asılı kalmaya
mahkum; gerçek, Refik Halit’in siyasi yazılar yazmadığı ve tür olarak da romanı
benimsediğidir.
Yurdundan ayrı düşmek Refik Halit için de, herhangi biri
için de zorlukları ortada olan bir gerçektir. Fakat sanatçıların yaban
ellerdeki yurt özlemleri, yoksunlukları, çektikleri çileler onlardaki sanat
damarlarını beslemez mi? Halide Edip “Refik Halit’in nefyedilmesi dostları ve
Türk sanatkârları için bir esef, fakat Türk edebiyatı için bir kazanç oldu”[26]
sözleriyle bu kanıyı destekler. Mustafa Baydar’ın, “İnsanlar bazan ‘kahır yüzünden
lutfa uğrarlar’. Sizin de İstanbul ve memleket dışına çıkmak zorunda kalışınız
sanatınız için faydalı oldu mu?” sorusuna “Her iki gurbetim de çok faydalı
oldu. Birincisinde Anadolu’yu tanıdım. İkincisinde dünyayı tanıdım.”
karşılığını verecektir. (Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar? S. 107)[27] Sanatı
doğuran ve besleyen sanatçı, iç çatışmaları ve sürgünleriyle birlikte düşünülünce
Refik Halit’in tüm acılara karşın kalemini bilediği sonucuna varabiliriz. Biraz
avuntu da olsa sanat ve edebiyatın eninde sonunda acıyla kesişmesinin
besleyiciliğini çürütmek çok zor. Refik Halit’e sürgün yıllarındaki eserlerini
doğurtan bu öz, çoğu kez kırık bir hüzne ve muhalifliğinin katı bedellerine
dayansa da tüm bu hüzün, bahsettiğimiz eserlerinin mayasıdır. Ki ondaki özün
farkına varan bilinçli okurun eseri alımlama ve algılama gücü, sıradan okurun
tersi yönündedir.
[*]1
Ağustos 1914-20 Kasım 1922 tarihleri arasında işlenmiş suçları af kapsamına
alan Lozan barış görüşmelerinde, Ankara hükümeti, Kurtuluş Savaşında düşmanla
işbirliği yaptıkları, mücadeleye zarar verdikleri gerekçesiyle adları sonradan
saptanacak bazı kişileri affetmeyeceğini belirtmişti. Tarihimize “yüzellilikler olayı” adıyla geçen ve
‘çoğu yurt dışına kaçmış bulunan’ 150 kişi, 16 Nisan 1924 günü yasayla af
kapsamı dışında tutulmuş ve bu kişiler yaklaşık üç yıl sonra da vatandaşlıktan
çıkarılmıştır.
[1] Yakup
Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İletişim Yay., 5. b.,
İst., 2007, s.28
[2]
Karaosmanoğlu, a.g.e., s.48
[3]
Karaosmanoğlu, a.g.e., s.51
[4]
Karaosmanoğlu, a.g.e., s.52-53
[5] Şerif
Aktaş, Refik Halit Karay, Akçağ Yay., 1.b.,Ank., 2004, s.35
[6] Sina
Akşin, Yakınçağ Türkiye Tarihi 1, Milliyet Yay., s.37
[7]
Karaosmanoğlu, a.g.e., s.59
[8]
Karaosmanoğlu, a.g.e., s.57
[9]
Aktaş, a.g.e., s.38
[10]
Karaosmanoğlu, a.g.e., s.63
[11]
Karaosmanoğlu, a.g.e., s.64-65
[12] İnci Enginün, Tanzimat'tan Cumhuriyet'e, Dergâh Yay.,
2.b., s.414
[13] Fethi Naci, Gücünü
Yitiren Edebiyat, Gerçek Yay., 1.b., s.232
[14] Refik Halid Karay,
Memleket Hikâyeleri, İnkılâp Yay., 24.b., s.56
[15]
Refik Halid Karay, Sürgün, 8. b., s.39
[16]
Karaosmanoğlu, a.g.e., s.65
[19]
Karaosmanoğlu, a.g.e., s.70
[20]
Refik Halid Karay, Sürgün, 8. b., s.61
[21]
Karay, a.g.e., s.11
[22]
Karaosmanoğlu, a.g.e., s.71
[23]
Karay, a.g.e., s.34
[24]
Karaosmanoğlu, a.g.e., s.72
[25]
Karaosmanoğlu, a.g.e., s.73-74
[26] Bkz. Enginün, a.g.e.,
s.413
[27]
Atilla Özkırımlı, “Gözlem, yergi ve tanıklıklar
yazarı: Refik Halit Karay”, Milliyet Sanat, 18 temmuz 1975, S.141, s.8