Ahlak kuralları toplumdan
topluma değişebilir, hatta aynı toplumun herhangi bir bölgesinde geçerli
sayılan bir ahlak kuralının diğer bölgeler için geçerli olmadığı gözlenebilir. Daha
ötesini söyleyecek olursak, kişilerin benimsedikleri ve uymak zorunda
bulundukları bu kuralların bizimki gibi düşünsel bütünlüğü olmayan, ruhen
parçalanmış toplumların davranışlarında, dört başı mamur biçimde yaşadığını
görmek olanaksız gibidir.
Namus, insan
uzlaşılarının yalnızca biri olup -biz nasıl öğrenmiş olursak olalım-
cinselliğin kurallara uygun biçimde yaşanıp yaşanmadığından ibaret değildir.
Aslına bakılırsa kavramsal açıdan namus, ahlakın duygu biçimi, ahlaki bağlılık
olarak görülebilir. Ne var ki bu kavramı, insanların ahlak kurallarına
gösterdikleri bağlanma düzeyi olarak düşünmüş, giderek şişirilen kavramlardan
biri olarak ileri geri kullanmışız. Dilimize yerleşmiş namuslu, namusluluk, namussuz,
namussuzluk, namusu iki paralık olmak, namusunu temizlemek, namusuna dokunmak,
namusuna sinek kondurmamak, namusuyla yaşamak gibi sıfat, türemiş ad ve
deyimlerin namus kavramını hep bir düzey algısıyla belirttiği düşünülürse
namusun kazanılabilen, yitirilebilen bir bağlılık biçimi olduğu da
varsayılabilir.
Bekir Yıldız’ın
eserlerinde sözün cinselliğe, oradan da namusa getirildiği çok olur. Kadın
erkek ilişkilerini zamana, mekâna, insanlara ve toplumsal gerçeklere bağlı
olarak işleyen yazar, evlilik birliği içinde ya da birliği yasalarla belirlenmemiş
ilişkilerde namus sorununu tüm heybetiyle kadının karşısına çıkartır. Onun
namus bekçiliğini kocası, sevgilisi, babası, ağabeyi gibi erkek kişilerin yanı
sıra ana gibi hemcinsleri yapar. Otoriteyi, kuralları temsil eden bu denetim, her
kim tarafından yapılırsa yapılsın kadına birtakım genel değerlerden, en başında
da namustan bahseder ki kadının namusunu, cinselliğini kurallar dâhilinde giderip
gidermediğinden ibaret sığ, katı, otoriter, ataerkil bakış açısıyla
karşılaşırız.
Toplumcu gerçekçiliğinin etkisiyle namusu, diğer toplumsal yansımalarıyla birlikte ele almaya çalışan Bekir Yıldız’ın bakışında çerçeveyi yalnızca yasak ilişki oluşturmaz. Namusun ne zaman, neden ve nasıl ortaya çıktığı; neden sorun oluşturduğu ve hangi yöntemlerle, nasıl çözümlendiği yanıt aranan sorulardan olur. Yazar bunların üzerinde titizlikle durur ve eserin sonunda okuruyla uzlaşıya varmamayı göze alarak sorunu çözümler. Yazarın etkileme gücü biraz da bu yönünden gelir. Toplum gerçeklerine ters düşmeden gerek namus, gerek genel anlamda kadın sorununun sosyoekonomik nedenlerden bağımsız olmadığını işaret eder. Çözüm diye başvurulan ilkel yöntemler ve cezalarınsa sorunu çözmeye değil, derinleştirmeye yaradığını bilse bile gerçeği aktarır.
Namusçu bir ilk roman: Türkler Almanya’da
1966’da yayımlanan
ilk eseri Türkler Almanya’da romanının henüz başlarında, Ayşe
hanımla Sevim hanımın konuşmalarından yeni yaşamlarına ne kadar uyum
sağlayacaklarını kestiririz. Bir erkek üzerinden başladıkları konuşmaları,
namusu ne şekilde algıladıklarını ve Almanya’da nasıl algılayacaklarını
göstermesi bakımından önemlidir.
Ayşe hanım kızgın:
˗ O maksatla
söylemedim. İyiden kötüden bana ne? Benim yolum değişmez artık, mahalleme
namuslu dönmeliyim. Kocam namusuna çok düşkün bir insandır.
˗ Benim kocam
fâlan yok. Ben hayatın tadını çıkarmağa bakarım.
˗ Kardeşim,
senin fikirlerin çok acayip doğrusu. Bizde bu işlerin tadına bakılmaz. Adını
kötüye çıkarıverirler insanın…
˗ Ben artık,
Avrupalı bir kadın gibi yaşıyacağım. Orada her kadının evlenmeden evvel, beş-on
tane sevgilisi olurmuş. Üstelik, kimse, kimseye kötü gözle bakmazmış…
˗ Kardeş, sen
Almanya’ya acayip fikirlerle gideceğine, orada çeyizini düzmeye, istikbalini
kurtarmaya bak. Avrupa usullerinden bize ne. Bizim için orası nasıl olsa geçici
olacak.
˗ Bir daha
geriye dönmek mi!... Allah göstermesin. Ben gönlümce yaşayacağım artık.
Dedikodu, fesatlık, saman altından su yürütmek sıkıyor beni. Zaten Almanya’nın
yolunu tutarken akla-karayı seçtim. Annem, babam para hatırı için beni, dazlak
kafalı bir mahalle bakkalıyla evlendiriyorlardı az daha… Almanya’daki eski bir
flörtümün yardımıyla, evraklarım çabuk geldi. Bavulumu kaptığım gibi evden
kaçtım… [1]
Konuşmaların
sıklıkla cinsellik odağında dönmesi, namusun cinsel özgürlükten ibaret biçimde
işlenmesi yazarın henüz bilenmemiş, fazlasıyla didaktik, ahlakçı kalemiyle
ilgili. Haliyle içimizin Felâtun Bey ile
Râkım Efendi hissiyatıyla dolması bundan. Dahası Almanya’ya çalışmaya giden
iki kadın öyle karakterize edilmiştir ki Tanzimat Dönemi’nden beri işlemekten
usanmadığımız yanlış Batılılaşma mevzusunda bir arpa boyu yol gidilemediğini
anıştırır.
Türkler Almanya’da romanının Bekir
Yıldız’ın yazarlık serüveni içerisinde pek anılmamasının nedenlerinden biri,
merkeze aldığı kadın erkek ilişkilerini sürekli biçimde Almanya’daki eğitimsiz
Türk işçilerinin yaptığı karşılaştırmalarla anlatmasındandır. Parasına muhtaç olunan
maddiyatçı Batı dünyasının namusunu, Doğu’nun manevi gözlükleriyle süzerek
yargılamak tek yönlü, kötü bir yöntem olmanın ötesinde yazarlığa başlamak için
ne talihsiz bir yoldur! Dolayısıyla estetik düzey tutturamamanın ötesinde bir
toplumun bakış açısıyla diğer bir toplumun ahlaki değerlerini küçültmek yanlış
bir ölçüttür. Bir kâğıt ve emek israfı olarak yok hükmünde düşünebileceğimiz
Türkler Almanya’da romanının haliyle okura verebileceği sağlıklı bir fikir de
yoktur. Ne var ki okuru yönlendiren, yanlı, elbette edebiyat dışı sorgulamalarla
düşülen hatalar derinleştirilir. Yüce’nin Erika’ya “Bana göre, bir
kadın dudağını, benden evvel öpmüşlerse, benden sonra da öpebilirler” [2] ya da Hening’e “Sizde
nasıl, el değmedik kadın azsa, bizde de hile yapmıyan müteahhit azdır” [3] demesi, namus kavramını kadının
sınırlandırılmış cinselliğinden ibaret sayan dar, sığ yaklaşımlardır. Osman
Baba’nın gözünden toplumumuzun cinselliğe dair yargılarının zaman içinde ne
kadar değiştiğini de görürüz: “Bizim zamanımızda, bir kadın evlendiği zaman,
donunu bile indirmeğe utanırdı.” [4] Batı’nın cinselliği yaşama biçimini sürekli eleştiren Doğulu görüş kendi
cinselliğineyse utanmadan bakamaz. Neyse ki yazar, salt cinsellikle eşleşen bu
ilk eserinin sığ namusçuluğunu sonraki kitaplarında terk eder.
Yazarın Türkler
Almanya’da romanına ikinci bir baskı yap(tır)mamasını “hatanın farkında olma” biçiminde
değerlendirmemiz mümkün. Tüm kitapları defalarca yeniden basılır, farklı
yayınevlerine transfer edilirken bu romanın ikinci kez matbaa yüzü görmemesinin
başka bir izahı olmasa gerek. Dolayısıyla bu vasat altı romanı yok sayıp Bekir
Yıldız’ın yazarlığını 1967’de yayımladığı Reşo
Ağa’yla başlatabiliriz. Bu, hem yazarlık gücünü göstermesi hem de eserlerinin
bütünlüğü bakımından isabetli olur.
Yüce bir değere dönüşen namus
˗ Bu düşman
işi, dedi. El kadar kız… Benim devecim, zürriyetimin bokuna bile el uzatamaz.
Ulan avrat, savuş karşımdan… Kızın kahpeliğine sen de bulaştın gayrı… Südün
mundarmış… [5]
Hesaba vurulmayacak
kadar soylu ve iktidar sahibi Reşo Ağanın kızı, devecisi tarafından kaçırılınca
“durağanlaşmış namus” sorunu karşılar bizi. O güne değin tüm berraklığıyla şarıl
şarıl akan namus deresinin suyu neden birden kesilir? Elbette anası yüzünden. Kızına
bu düşük namus başka nereden geçecek? Soyu, onuru ve iktidarı bu namussuzlukla lekelenmiş,
onu insan içine çıkamaz duruma getirmiştir. Gerçi bir süre sonra kızıyla deveci
gerisingeri köye dönerler ama olan olmuştur. Kızının namusunun lekelenmediğini
bilmesine karşın Ağa kızına kıymak zorundadır. Öyle ki namus oyuncak değildir
ve yitirilme olasılığı bile ölümle eştir. Kızı töre dışı davranışıyla bunu hak
etmiştir. Onurunu pekiştirmek, iktidarını eski görkemine kavuşturmak için bu
tek seçeneğe razı gelir, kimseyi
dinlemez, kızını öldürür.
Aynı
kitaptaki Kesik El’de de namusunun lekelendiğine inanılan Fadime
karşımıza çıkar. Ağabeyi bacısını bıçağıyla öldürüp dostuna kapıyı açan elini
keser. Kadınların öldürüldüğü bu iki öykünün diğer ortak yanı, evlerin yeniden uğur,
şan kazanmasıdır.
Kara Vagon’daki Şark
Çıbanı öyküsünde Ayşo’nun şark çıbanından ötürü burnunun ucu düşer. Kızının
kalıcı bir özür sahibi olduğunun bilinciyle dertlenen kadın, kocasına içini
dökerken bir çare aramaktadır.
˗ Hee… Ayşo’nun
burnu tirnik oldu.. Tirnik Ayşo…
Adam dürümünden ağzına bir lokma soktu. Sonra
güldü:
˗ Bunda
yakınacak ne var ki, asalatlı evlatmış, bana çekti. Babası da tirnik değil mi
ulan avrat? Hıı?.. Tirnik babanın, tirnik kızı…
˗ Sen herifsin
emme…
˗ Eee… N’olacakmış?..
˗ Kız kısmı ne
kadar özürsüz olursa o kadar eyidir.
˗ Vay… Kızın
özürsüzü, namuslu olanıdır.
˗ Hemin
namuslu, hemin özürsüz.
˗ Asileşme
ulan… Allahın nakışına dil mi uzatacağsan yanı… [6]
Kaçakçı Şahan kitabındaki Güzel
Parmaklar öyküsünde yeni gelin Elif cıgara sarmayı bilmez. Ayşe Bacı
kocasına cıgara saramayan Elif’i ayıplasa bile sardığı bir tabaka cıgarayla onu
gönderir. Akşam kocasına Elif’i yerip kendini övmek amacıyla konuyu açınca adam
çıldırır.
“Suçunu ha… Al… Al imansız kahpe… Yarın ne
olacak, bilmez misin? O pezevenk kahveye gidecek… Ah ulan… Yaktın beni… Kahveye
gidecek. Eşine dostuna cıgara ikram edecek. O pezevenkler de alıp yakacaklar.
Duman iyi gelecek. Duman üstüne duman. Cıgaraya bakıp ne güzel sarılmış
diyecekler. Ya herif, o zaman derse…”
“Kemiklerim kırıldı uy anam. Vurma yeter gayrı,
elini, ayağını öptüğüm vurma.”
“Vurma ha!.. Ulan seni kurşunlamalı. Nerde benim
mavzerim? Nerde?.. Al… Dinsiz orospu… Ya herif, o zaman derse, Kuyumcu Osman’ın
karısı sarmış diye…”
Ayşe Bacının etleri kabardı, canı çözüldü. Sesi
sızılıydı:
“Öldüüüüüüüm… Öldüüüüüüüüüüüm…”
Adamın eli, hâlâ hınçla inip kalkıyordu:
“Öldüm ha!.. Sen mi öldün yoksa ben mi ulan.
Cilveli Ayşe… Kuyumcu Osman’ın karısı sarmış ha!.. O zaman ne olacak?
Pezevenkler gözlerini yumup senin parmaklarını düşünmiyecekler mi? Nasıl önüne
geçilir bunun, a fermanlı kahpe… Demiyecekler mi, ne güzel parmaklar böyle. Ve
de düşünmiyecekler mi, Kuyumcu Osman’ın karısı, kırkından sonra, karısı olan heriflere
cıgarayı ne demeye sardı?...” [7]
Sahipsizler kitabındaki Bedrana öyküsünde
Naif lekelenen karısı Bedrana’yı öldürmek zorundadır. Karısına tecavüz
edildiğini bilir bilmesine ama karısının günahsız olması sadece bir ayrıntıdır
ve namusunu temizlemez. Fakat zaman geçer, bir türlü gereğini yapamaz… Bedrana’nın
yaşamını uzatan, Naif’in devlet eline düşmeyi, hapis yatmayı göze alamamasıdır.
Öykünün sonunda Naif elini kana bulamadan namusunu temizlemenin yolunu bulur.
“He… Bize göz ışığı vermediler gevvatlar.
Ömrümüz, kapaksız tencerede pişmiş tuzsuz aş gibi tatsızdır avradım. Kadın dar
bir pabuçtur, sıkınca atılır, emme, işin içine namussuzluk karışınca,
atamazsın, vurmak düşer er kısmına. Seni, ben bağışlasam baban, kardaşın
sırada. Bakalım onlar bağışlar mı? Günlerden beri, şu bir göz dama tepilip
kaldık. Oba kan ister benden.” [8]
Evlilik Şirketi’nde karı kocanın
dokuzuncu evlilik yıldönümlerinde birbirlerine dürüstlük sözü vermeleriyle
başlayan konuşmalarının yönü ummadıkları yerlere, geçmişin itiraflarına varır.
Eski defterler açıldıkça aralarındaki saygı azalmaya başlar. Kadının nasıl
hiçlendiğini anlatması, erkeği adamakıllı sarsar. Meğer karısı yıllar yılı onu
kandırmış, kirliliğini gizlemiştir. Bu bağlamda aldatıldığını düşünen erkeğin
karısının bekâretine “mühür”, vajinası dışındaki bedenine “ambalaj”
yakıştırmaları dikkat çeker. Mührünü evlenme umuduyla koruyan kadının ambalajını
kullandırtmasını sorgulayan erkeğe göre, karşılıklı zevk adına ve sınırsızca
yapılacak seks, evlenme vaadiyle yapılandan daha dürüstçedir.
“Hiçlenmek… Ne var sanki bunda utanacak? Her genç
kız umutsuzluğa düşebilir. Düşle gerçek arası yaşanırsa, aldanmak, aldatılmak
mümkündür her zaman.”
“Şaşırıyorum,” dedi kadın, herşeyi anlatmaya
kararlı bir çırpınışla. “İlk kez anlatacaklarımdan değil, beni anlamamış
olduğun için utandım kendimden. Bir genç kız için, hiçlenmenin anlamı başka da
olabilir. Ruh aldanırken, beden de ceremesini çekiyor.”
“Yoksa?..”
“Evet.”
“Ama, bana geldiğin zaman, örselenmiş bir tarafı
yoktu bedeninin. Hele mühür…”
“Ambalaja dokundular biraz.”
“Yapma!” diye, âdeta bağırdı adam. “Ambalaj!..”
Karısını saran kolu, kendiliğinden gevşedi.
Sıcaktan soğuğa, aydınlıktan karanlığa girip çıkıyor gibiydi. Ürpertiler
geçirdi. Uzun bir süre hiç bir şey konuşamadı. İyice şaşırmıştı. Nerdeyse,
kendisine sokulmuş kadını itecekti öteye.
“Demek ambalajın…” dedi sonunda, yufka bir sesle.
“Ama,” dedi kadın, kendisini küçülttüğünü
sezerek. “Evlenecekti benimle.”
“Ah!.. Ne ayıp,” dedi adam, başını küçük küçük
sallarken “Sermaye gibi düşünmek. Evlenme umuduna karşılık, mühürü bozdurmadan,
ambalajı piyon gibi öne sürmek. Bütün parayı bozdurmadan, kuruşları harcamak.
Keşke zevk için yapsaydın. Karşılıklı zevk… Daha dürüstçe olurdu.”
(…)
“Zavallı ben,” dedi adam, kinayeli bir
gülümsemeden sonra. “İlk gece, tertemizdir diye nasıl da sevinmiştim.” [9]
Devamında itiraf
sırası erkeğe geçer. “Sen kızlarla seks yapmadın mı hiç?” sorusuna
erkeğin yanıtı dolambaçlı olur. O da birçokları gibi büyük kentlerin acı
lokması olarak herkese açık evlere gitmiştir. Tam da burada, kadının kendi
bedenini erkeği için namus simgesi olarak algılaması, bedenine böyle bir rol
biçerken kocasının bedenine aynı ölçülerle yaklaşmaması dikkat çekicidir. Buna
karşın karısının itiraflarına takılıp kalan erkek konuyu kapatmaya hiç hevesli
değildir.
“Aldatılmışlığın kinini taşımak varken, işi
arsızlığa vurmak niye? Diyelim kasabadan büyük bir kente geldin, şaşırmış,
ezik… Düşünüp birçok nedeni kurcalayacağına, kendi kendini kurcalatmanın gereği
neydi yani? Hem de hiç bir tat almadan.”
“İleri gidiyorsun ama” dedi kadın, direnmeye
hazır bir çıkışla. “Her şeyi dürüstçe anlatmaya, herhalde birbirimizi suçlamak
için başlamadık. Hem, hiç bir tat almadığımı da nereden çıkarıyorsun?
Seviştiğim gençle, mühürümü bozmadan seviştik dedim. Senin herkese açık evlere
gidip sevişmek isteyişin gibi. Ben öpülmekten, el ele dolaşmaktan, belki de
akrepten daha çok tat aldım. O, gençliğini basamak basamak yaşayabilmişti nasılsa.
Ama ben, açlıktan midesi büzülmüş bir insan gibiydim. Lokmaları, küçük küçük ve
sindire sindire yemeliydim. Yaşanmamış umutları, sevgileri, tatları, parça
parça monte ederek tatlanıyordum. Bazı arkadaşlarım, böylesine çapraşıklıkta,
yenik düşüp mühürlerini kaptırdılar. Oysa ben, kaskatıydım o bölgemde. Çünkü
mühür denen bir sorumluluğu değil gerilerimde, bedenimin tümü mühürmüş gibi
duyuyordum kendiliğinden. Yarabbim, ne acı, ne tatlı yıllardı o yıllar…”
“İşte namus kavramı” diye köpürdü adam. “Namuslu
olduğun için değil, namuslu olmaya zorunlu olduğundan kalabilmişsin bana.
Kuşkusuz, bütün ötekilerle birlikte doğuştan mühürlü olmasaydın, kimbilir kaç
erkekle yatacaktın. Erdem mi bu?”
“Ya sen?” diye bağırdı kadın. “Genç kızlarla
ilişkin olmadı mı hiç?”
Adam, kolunun birisini öne uzattı. Parmakları
ayrıktı birbirinden.
“Sırası gelmişken” dedi. “Anlatmalıyım onları da.
Bir kaç genç kız tanıdım. Sinema localarının, ağaç kovuklarının dili olsa da
söyleseler. Öpüşmek, çekirdek çitlemek gibi oldu sonunda. Ama hepsi de
mühürlerini, evliliğe bir yatırım olarak sakladılar. Kuşkusuz, şimdi, herbiri
bir adamın koynundadır. Hem de ilk gece akıttıkları kanla, geçmişlerinin sütten
temiz olduklarını saptamış olarak, yani senin gibi… Gizlemek, herkesin
birbirini aldatması niye? Erdem, yapılanları gizleyebilmek ustalığı mı yani?
Namus, dişleri sıkıp, tasarlanan yatırımı, her an hesap etmek ikiyüzlülüğü
müdür?” [10]
Halkalı Köle’de erkek
karakterin anne babasının nasıl evlendiklerini annesinden dinleriz. İşgal
askerinden namusunu kurtaran bu yiğit adama varması, gönül borcudur ve bu borç
öyle bir borçtur ki o öldükten sonra bile ödenemez.
Peçemden yakaladı bir Fransız askeri. Bağırdım:
“Yok mu beni kurtaracak?” Göğüs göğse vuruştu adamın birisi. “Kaç!” dedi benim
için vuruşurken. Ben kaçtım.
Sonunda o adam, babanız oldu çocuklarım. Ölünceye
kadar hizmet ettim ona. Sevgi uğruna değildi bu hizmet açıkçası. Unutulmaz bir
yiğitlik adınaydı. Bilirim, acımasının, bana o anda acımasının borcunu
ödeyemedim. Ödeyemediğim borcumu Allah ödemiş saysın… [11]
Evlilik korku bataklığı, korku kuyusuymuş oysa…
nişanlım, karım olunca, orospu olur korkusuyla, çalıştım daha çok… [12]
Darbe romanında
devrimci kimliğini polis işkencesinde itirafçı olarak bırakan, farklı bir yüz
ve kimlikle Yavuz Aslantürk olan Hamdullah Şimşek, polisin kesin yasağına
rağmen dayanamayıp yabancı biri gibi karısının etrafında dolaşmaya başlar ve
çok geçmeden ikisi arasında bir çekim olur. Narin, sık sık ölen kocasıyla övünse
de yaşamına giren bu adamın çekiminden uzak duramaz. Kendilerini alamadıkları
birliktelikleri iyice alevlendiğinde hem Narin’in hem de Yavuz’un içinde
çelişki rüzgârları eser. Buna karşın uzak kalamaz, her buluşmada sevişirler.
İçlerindeki biriktirdikleri kötücül rüzgârların fırtınaya dönüşmesiyse
kaçınılmazdır.
Yavuz Aslantürk, Narin’in üzerinden kalktı. Bu
kaçıncı kez buluşmalarıydı? Sayısını onlar da şaşırmıştı. Ama her
buluşmalarında, her birleşme sonrasında, Yavuz Aslantürk, karısının bir orospu
olduğu duygusuna kapılıyor, Narin de, ölmüş kocasına ihanet etmiş olmanın
utancıyla perişan oluyordu. [13]
Erkek, karısının
orospu olduğunu düşünürken kadının bu yabancıyı itham eden bir yargısı yoktur. Onun
hesaplaşması kendiyledir. Ölmüş kocasını aldattığı düşüncesiyle kahrolmaktadır.
Mezarlıkta kocasıyla dertleşen Narin’in iç huzurunu kaybettiği açıktır.
“Ben geldim. Günahlanmış karın geldi. Bağışla
beni. İnan ki, karşı koymak için çok direndim. Ah, bir yürümesi, bir duruşu,
hatta bir sesi var ki, her şey sanki senden ona geçmiş gibi. Sen öldün değil
mi? Seni öldürdüler değil mi? Ben ne yapayım şimdi? Selim’i de öylesine seviyor
ki… Anne kalbi işte…” [14]
Yavuz Aslantürk’ün
Narin’e orospu olduğunu söylemesi, kadının da bunu onaylaması, erkeğin
itirafına zemin hazırlar. Söyleyip rahatlar. Öyle ya, bu iki ayıp,
değersizliklerini dengelenmiş, eşitlemiştir. Narin bir orospu, kendisiyse
değişik bir yüz, değişik bir kimlikle yaşayan bir itirafçıdır. Fakat Yavuz
Aslantürk’ün kurduğu denklik kendi için geçerlidir. Narin tek bir orospunun bile tüm
itirafçılardan daha değerli olduğunu söyleyerek bu teraziyi paramparça eder. Erkeğin
orospuluk-itirafçılık denkliğine bu kadar kapılması, kadının da razı olacağını
düşünmesi yeni kimliğinin özellikleriyle ilgilidir. Kadının bu denkliğe
yaklaşım tarzı burada kilit değerdedir. Evet, namus, ona gelene kadar saygıyla
koruduğu bir değer olarak hep birinci sırada gelse de şimdi ikincil önemdedir.
Öyle ki kocasından miras kalan inancı, düşünceleri ve bunlara koşut olarak birlikte
yarattıkları değerler namustan daha değerlidir. Ya da asıl namus bunlardır. Bir
başka deyişle, namusu kuralsız cinsellikle sınırlandırmaz Narin, kavramın içini
doldurur ve onu diğer değerlerle destekleyerek yüceltir.
“Ben
bir orospuyum,” dedi. “İstersen, arkadaşlarını da yollayabilirsin. Ama bu
orospu, bilesin ki, seninle hiçbir zaman yatmayacak. Evet, bu orospu herkesle
yatabilir, ama kocası da olsa, bir itirafçıyla asla.” [15]
[1] Bekir Yıldız,
Türkler Almanya’da, Bilmen Yay., İst. 1966, s.15-16
[2] a.g.e., s.58
[3] a.g.e.,
s.121
[4] a.g.e.,
s.45
[5] Bekir Yıldız, Reşo
Ağa, D D Yay., 1. b., İst. 1997, s.7
[6] Bekir
Yıldız, Kara Vagon, İskele Yay., 1. b., İst. 2006, s.31
[7] Bekir
Yıldız, Kaçakçı Şahan, D D Yay., 1. b., İst. 1997, s.65-66
[8] Bekir
Yıldız, Sahipsizler, D D Yay., 1. b., İst. 1997, s.21
[9] Bekir
Yıldız, Evlilik Şirketi, D D Yay., 1. b., İst. 1997, s.33-34
[10] a.g.e., s.41-42
[11] Bekir
Yıldız, Halkalı Köle, İskele Yay., 1. b., İst. 2006, s.10
[12] a.g.e., s.145
[13] Bekir Yıldız,
Darbe, İskele Yay., 1. b., İst. 2006, s.66
[14] a.g.e.,
s.67
[15] a.g.e., s.74