Yersiz yurtsuz





İnsanın varlığını oluşturan düşüncelere birtakım durumların, olayların, elbette mekânların özellikleri siner. Korunaklı, dört köşe dükkânlar, uçsuz bucaksız bozkırlar, halka açık bahçeler, heybetli caddeler, insana tenha sokaklar, sidik kokan, çöp kokan viraneler, yoksulluk taşan kondular, salaş meyhaneler, ışıklı vitrinler, teknolojik ürünlerle donatılmış mağazalar, özgürlükle sarmaş dolaş meydanlar, rengârenk ormanlar… İnsanın nerede bulunduğu, nasıl yaşadığı elbette önemlidir; ama insanın yaşamasına anlam katan nedenler sanırız hepsinden daha önemlidir. Bilinçli olarak mı oradadır kişi? Zorlanmış mıdır birilerince? Rastlantı sonucu mu oradadır? Oradaki insanlarla ne kadar kader ortaklığı yapmaktadır? Ortaklıkla paydaşlığın farkının farkında mıdır? Paylaşmakta mıdır yaşamı yoksa salt bir kavram olarak mı kalmıştır atalarımızın “bir elin nesi var, iki elin nesi var” sözü?

Kimi vatan kimi yurt demeyi seçer. Konuştuğum, anlaştığım dille düşünmeyi, açıklamayı sevdiğimden ben ikinci gruptanım. Vatan sözcüğünü kullananlara uzun boylu itirazım yok. Yakındığım nokta bu sözcükten türetilen sözcüklerin, bu sözcükle kurulan bazı tümcelerin aşırıya kaçtığını düşünmemden kaynaklı. Yoksa ben yurttaşlıktan da yurtseverlikten de mutluyum, varsın onlar vatandaş olsunlar, vatansever olsunlar.

 Bizi bir arada tutan yahut tutamayan kültürün nerede başlayıp nerede bittiği sorunu, ne denli tartışmalıysa ortaklığımız yahut paydaşlığımız da o denli tartışmalı. Kültür ortaklığımız kuramsal açıdan su götürmez gibi dursa bile uygulamada insanımızın kültür ortaklığı mı kültür paydaşlığı mı yaşadığı tartışmalıdır.

 Buradan hareketle yaşamımızı kitap, türünü de roman kabul edelim ve zihnimizde canlandıralım romandaki yerimizi. Biliriz ki bu yerler, kişilerin başlarından geçecekleri göstermek için yazar tarafından bilinçli seçilmişlerdir. Örneğin Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi romanındaki Anadolu Kulübü farklı toplumsal konumları bir araya getirmek için tasarlanmış bir yerken, Peyami Safa’nın Yalnızız romanındaki Simeranya bambaşka, masalsı, ütopik bir yerdir ve Samim’in sıkıldıkça kaçtığı kurtuluş yeridir. 

İnsanın yurdu kültürle var olur ya da yok olur. Her insan kimliğini yurdunda kazanır ya da kaybeder. Ortaklık ya da paydaşlıksa insanın kendini ne derece oralı, diğer bir deyişle o yurdun bireyi, yani yurttaş hissetmesiyle ilgilidir. Yeri gelir, 72. Koğuş’un Ahmet Kaptan’ı gibi yarınsız ve hesapsız bir dürüstlükle penceresiz koğuş bile yurdunuz olur, yeri gelir Doğu’nun Limanları’ndaki İsyan kadar yersiz yurtsuz kalabilirsiniz.

Yersiz yurtsuz yaşayan insanların bile beğenmedikleri; gelgelelim zaman tükettikleri, geceledikleri bir yer vardır. Her ne nedenle olursa olsun yaşamın ilerlediği bir yer, bir mekân mutlaka olacaktır; hiç yersiz, mekânsız yaşanır mı?

 Hangi mekânda olursa olsun bir insanın dünyamızda kaplayabileceği alan en fazla ne kadardır? Bunu fiziksel açıdan belirlemek oldukça kolay. Kollarınızı iki yana açmanız yeterli. Peki ya zihinsel açıdan? Okuduğu kitap sayısı, halk kütüphaneleri kullanıcı sayısı, yayımlanan eser sayısı pekâlâ ölçüt olabilir bize.

 

***

 

 UNESCO, DİE, Fransa Milli Eğitim Sendikası (SNE) gibi kurumların verilerine dayanılarak hazırlanan “Dünya Kültür ve Aydınlanma Haritası”na göre Japonya, İngiltere, İspanya, Rusya, Kazakistan gibi ülkelerde kitap üretimi ve dağılımı oranı % 53; İskandinav ülkeleri, Fransa, Almanya’da % 22,7; Çin, ABD, Kanada’da % 12,8; Latin Amerika ülkelerinde % 7,4; Orta Avrupa ve Balkan ülkelerinde % 1,9; Avustralya’da % 1,5; Kuzeydoğu Afrika hariç tüm kıtada % 1,3’ken Türkiye, Afganistan, Pakistan, Suriye, Mısır, Irak, İran, Yemen, Kuveyt, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerdeyse % 0,9.

 TÜİK’in 2013 verilerine baktığımızda bir başka şaşırtıcı tabloyla daha karşılaşıyoruz. Buna göre ilköğretimde 1998-1999 eğitim döneminde okullaşma oranı % 84,74’ten 2012-2013’te bu oran %98,86’ya çıkmış; ama okul sayısı 47365’ten 29269’a düşmüş. 18096 okul buharlaşmış. 4+4+4 eğitim sistemi kapsamında ayrılan ortaokulları topladığımızda bile (16987) hesap tutmuyor, 1109 okul eksik kalıyor.

   Oysa bu düşüşü TÜİK’in “Güvenlik birimine suça sürüklenme ile gelen veya getirilen çocuk sayısı” anketindeki yükselişle bağladığımızda çok acı bir tabloyla karşılaşıyoruz. Buna göre 2008’de güvenlik birimine suça sürüklenme ile gelen ve getirilen 62430 çocuk varken bu oran 2012’de 100831’e çıkıyor. Yani 4 yılda karakolla tanışan çocuk sayısı 38401 artıyor.

   TÜİK’in 1997 hükümlü tutuklu sayısı verileri de sersemletici. 1997’de 60843 olan toplam hükümlü ve tutuklu sayısı 2011’de 128253’e fırlayarak tam 67410 kişi artıyor.

  Fakat benzer artışları kültür verilerinde bulamıyoruz. TÜİK 1990’da halk kütüphaneleri kullanıcı sayısını 18748495 olarak belirlerken 2011’de bu sayı  18826715’te kalıyor. Artan nüfus, artan üniversite mezunu sayısı nedense bu sayıya yansımıyor.

   İnternette dolaşan başka istatistikleri de paylaşayım. Dünyada bir yılda ders kitapları dışında basılan kitap sayısında ABD 72000 ile zirvede yer alırken Almanya 65000, İngiltere 48000, Fransa 39000, Brezilya 13000 iken Türkiye yalnızca 6031’de kalıyor.

    Japonya’da bir yılda kişi başına ortalama 25 kitap, İsviçre’de 10 kitap, Fransa’da 7  kitap düşerken Türkiye'de ancak 6 kişiye 1 bir kitap düşüyor ve bu verilere göre Türkiye'de okuma alışkanlığına sahip olan kişi sayısı ancak 40 bin kişide kalıyor.

  7 milyon nüfuslu Azerbaycan’da bir kitap 100 bin tirajla basılırken bizde bu oran 2000-3000’i nadiren geçiyor.

  Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2011’de hazırladığı “Türkiye Okuma Kültürü Haritası”na göre, nüfusumuzun %30'u okuma yazma bilmiyor, düzenli kitap okuyanların oranı yalnızca %0.01.

 

  Yerlerde sürünen bunca veri zihinsel çapımızın küçüklüğünü, cahilliğimizin yüksekliğini göstermez mi?

     Söz bitti, öz başladı. Yorum sizin.