Sait Faik’in 120 sayfalık kitabı
Sarnıç’ta[1] on
altı öykü var. Öykülerin ortalama uzunluğu kabaca 7,5 sayfa; gelgelelim her birinin tadı aynı yoğunlukta olmadığı gibi sayfaların hakkını verme düzeyleri de farklı.
On altı öyküden Beyaz Altın’ı, Loğusa’yı ve özellikle Kim Kime’yi -bana bu
yazıyı yazdırtacak kadar- beğendiğimi peşinen söyleyeyim.
Kim Kime, ulaşımı İstanbul’dan vapurlarla
sağlanan adalardan birinde geçiyor. Karadeniz’den gelen balıkçılarla ve deniz
mevsiminde gelenlerle nüfusu artan adanın her zamanki insanları arasında Rum
balıkçılar, kahvehaneci, berber, leblebici, hamal kâhyası ve iskele memuru vardır. Bir
de vapura koşturarak yetişen, çıkınlarla dönen ve haftalarca aşağıya inmeyen, orta
yaşlı, berbere göre “moruk, ihtiyar” yukarıki evin sahibi adam sayılabilir.
Aşağıdan bakıldığında ideal bir
ev izlenmimi uyandıran “yukarıki ev” hülya kuranların, tüccarların,
hovardaların, emekli bir hocanın, bir romancının oturabileceği ya da sürgündeki
bir siyasinin son günlerini geçirebileceği uygun bir yerdir. Elbette böyle
kişilere sık rastlanmayacağından beğenmeyeni gayet boldur. Bir kere âşıkların bile önünden yalnız pazarları geçtikleri yol, insanda kayaların çatlayıp dökülmesiyle oluşmuş bir kimsesizlik algısı bırakır. Bu yolu sevse sevse karanlıkta
yıldızları seyretmek için üç beş kişi sever.
Ada ahalisi birbirini
çekiştirmeyi Karadenizli balıkçıların geldiği dönemlerde bırakır ve onlara
evlerini gizlice kiraya vermeye çalışır. Bu gizlilikte kimin hangi balıkçıya
evini kiraladığını herkes bilse bile sözünü etmek için yaz mevsimi beklenir.
Balıkçıların döndüğü, köy
sokaklarının boşaldığı günlerde sarı saçları kardan beyazlamış, gayet genç
yüzlü, sıska bir kadın görünür sokaklarda. Kimdir bu? Merak ederler.
Balıkçılardan biri tanır neyse ki. “Yukarki evin karısı”dır. Sahi ya, yukarıki
evdeki ihtiyar ne vakittir aşağıya inmemiştir.
Kadın iskeledeki memura kocasının
öldüğünü, çocuğunun aç kaldığını söyleyerek cenazeyi gömmesi için yardım etmesini ister.
Memur o güne değin hiç işitmediği bir müracaata şahitlik etmenin şaşkınlığını
yaşamaktadır. Paso meselesi ya da eşya tarifeleri olacaktı ki... “Benim vazifem
vapuru beklemek.” Kadın üsteler, can damarından yakalamaya çalışarak sorar: “Müslüman
değil misin?” İskele memurunun yanıtı düşündürücüdür. Yardım etmek vazife
dışıdır, dahası tabuların çarpışmasında devletin bekası Tanrı inancından
baskındır. “Elhamdülillah Müslümanız ama memuruz da. Buradan ayrılamam, mesul
olurum. Hamal kâhyasına git.”
Kadın söylenen kişiye gider. İki çocuğun
arasında sararmış, eski bir gazeteyi okuyan kara yağız hamal kâhyasına dert
anlatmaya çalışır; ama daha lafını bitirmeden parası olup olmadığını sorar
adam. Çocuğun aç olduğunu, İstanbul’a inebilse para getirebileceğini söyleyince
adam on bir kuruş on para verir. Böylece istenen yardımın parayla yolundan
sapmasına, örselenmesine tanıklık ederiz.
Fırından ekmek alıp eve gitmek
üzere yokuşu çıkarken bir kız çocuğu eteklerine sarılır. Ekmeği ona verince gerisingeri
aşağı inerek belediye doktoruna gider. Aynı sırada idrarını tahlil eden doktor şekerinin
yükseldiğini görür ve kızgınlıkla başından savmaya çalışır kadını. Yukarıki
evin oraya bu hasta haliyle ancak kadının eşek bulabilmesi durumunda gelebilir,
aksi takdirde kocasının öldüğünü onaylayamaz. Doktorun “devlet memuru silahı”nı
kuşandığını, görevini gerçekleştirmek için özel muamele aradığını, üstelik
kendi onayı olmadan kişi ölse bile resmi ölü sayılmadığını anlarız.
Kadın kimseden yardım alamayarak yukarıki
eve çıkar ve ölüyü bir çarşafa sarar. Her yeri bembeyaz eden kar yağışı başlamıştır
o sırada. Tepeye değin kâh sürüyerek kâh taşıyarak gidip uçurumdan
yuvarlayıverir çarşafa sarılı kocasını.
Üç gün üç gece yağan karın
adadaki pislikleri ne denli temizlediği bilinmez, rüzgâr da olur ve bu süre
boyunca ancak üç vapur yanaşabilir iskeleye. Havanın sertliğinden ne hamal
kâhyası ne doktor ne de iskele memuru etkilenir elbette ve o üç günün ardından yaz
gibi bir gün yaşanmaktayken yukarıki evin karısı iskeleye giderken görünür.
Bindiği vapurun tek kadın ve tek biletsiz yolcusu olsa da Kadıköy iskelesinde inenlerin hepsi biletli ve hepsi erkektir.
Kocası gibi o da bir ada sahip
olmadan bir gölge belirsizliğiyle kâh “kadın” kâh “yukarki evin karısı” olur.
İskeledeki memur, hamal kâhyası ve doktorla konuşmalarında kocasının ölümünden
üzüntü duymadığı ortadadır. Tek derdi, kocasının ölüsünü gömebilmek üzere
yardım alabilmektir. Ne var ki karşısındakiler ölen adam için üzülmezler.
Kadın, alamadığı cenaze
yardımından alışılmamış bir çözümle çıkarken tek kaygısı, İstanbul’da ve belli
ki tek başına bıraktığı ve gerçekleşmeyen vapur seferlerinden dolayı üç gün
boyunca tek başına bıraktığı çocuğuna ilişkindir. Kadının vapurdan inmemesine
neden olabilecek iç hesaplaşma durumuna dair ürettiği çözüm yolu da yine yalnızlık
ve yabancılaşmayla bütünleşmiş, sağlıksız bir çözümdür. Çok taraflı yabancılaşmayla kuşatılmış bu ıssızlık adasında herkes kendi payına düşen yalnızlığı yaşamaktadır.