İnsanın zihinsel gelişimini tamamlamadığını,
belki de hiçbir zaman tamamlayamayacağını bizzat tanıklıklarımızdan biliyoruz. Uzağı
yakını bırakarak, sadece yaşadığımız günlere bakarak bile bu yargıya ulaşabiliyoruz:
İnsanın zihinsel gelişimi hâlâ yetersiz. Öyle ya, her yanımızın acı, öfke,
yoksunluk, cılk yara olmasının, dinmeyen kadın cinayetlerinin, kapanmayan gelir
adaletsizliğinin insan zihniyle ilgisini düşünün. Dünyanın neresinde görülmüştür,
hazine aramak için bir gölün kurutulması, sonra taşıma suyla doldurulmaya
çalışılması? Yazık ki kapitalizmin bahtı için anbean yok ettiğimiz dünyanın
yerine başkasını koyamayacağımızı da biliyoruz, yani bu kadarını öğrenmişiz; ama
hâlâ birileri dur durak bilmeden dünyayı tahrip etmeyi, birileriyse onları
sessizce seyretmeyi sürdürüyor.
İnsanı biyolojik kalıplara sokarak izah
etmek mümkün; gelgelelim onun çapraşık bilincini pürüzsüz bir satıhta açıklamak
mümkün değil. Tıpkı kopmaz bağlarla var edip kendine bağladığı roman türü gibi.
Öyle ya, insan neyse roman odur ve elbette roman da gelişimini tamamlamamıştır.
Stendhal’in yol boyunca gezdirdiği aynayla
gerçeğe ulaşıp sonrasında onu yeniden yeniden bozan roman türü, günümüzde gerçeğin
nerede olduğundan daha çok nasıl sağlandığıyla ilgili. Roman okuyucusu
açısındansa değişen pek bir şey yok. Maddi bir bedel karşılığında edinip
zamanını adadığı, sıradanlığından, tarihsel gerçeklerden nispeten uzaklaşmak
istediği romana inanmak, onda kaybolmak istiyor. Kitap bitse bile kafasında bitmeyen,
rüyalarına giren romanlar arıyor. Yaşadığımız çılgın zamanlar düşünüldüğünde
okuyucunun şuncacık kaçma arzusu pek abes sayılmasa gerek. Kafka’nın adamı bir
sabah böcek olduğunda ‘bu ne saçma şey’ demiyor, okumayı iştahla sürdürüyorsa
bu onun romandakileri gerçek kabul etmesindendir. Dolayısıyla okuyucunun
gerçeğe bakışı, romancıya da yol gösteriyor. Hâl böyleyken roman ister realist
ister postmodernist ya da farklı yönelimlerle yazılmış olsun en sonunda
okuyucunun aradığı yere çıkıyor: Romanın gerçekleriyle hayatın gerçeklerinin
uyuşması. Akşamdan sabaha aynı kalamayan, hızla değişen koşullarımız
düşünüldüğünde romancının ‘eskimeyecek metin’ anlayışı, okur için ‘tereddüde
düşülmeyecek metin’ arayışına çıkıyor.
Gerçekçilik hayatı, doğayı, olayları,
insanları olduğu gibi anlatmaksa roman gibi kendini tamamen kurmacaya adamış,
onunla var olagelmiş bir tür gerçeklere ne derece bağlı kalabilir? Dahası bağlı
kalınan gerçekler kime, neye göre belirlenir? Salt doğrusu var mı ki gerçeğin?
Bilimden değil romandan söz ettiğimize göre aradığımız gerçeği, hayatın
gerçeklerine uygunluğu bağlamında düşünebiliriz. Zihniyet kavramının içini
dolduracak olgusal bir gerçeklik arıyoruz. Gerçeği kurmacayla yoğuran romancı
onu bozdukça, değiştirdikçe, dönüştürdükçe başkalaştırır ve edebi gerçek yapar.
Romanın harcına katılan edebi gerçek, metin bağlamında tutarlı olduktan sonra her
dozda verilebilir ki bu dozu ölçecek bir ölçüt henüz bulunmuş değil. Dolayısıyla
buradan şu sonuca pekâlâ ulaşabiliriz: romanın gerçeği tarihi gerçek değil,
edebi gerçektir.
Hasan Ali Toptaş Ankara’nın merkeze uzak
bir gecekondu mahallesinin belirsiz bir zamanını anlatıyor Beni Kör Kuyularda’da.
Henüz romanın başında Güldiyar’a “Babanı aklı başında biri mi sanıyorsun?” diye
seslenen Bahriye, hiç de aklı başında olmayan bir Muzaffer’le karşılaşacağımızı
duyuruyor bize. Derken Güldiyar allak bullak bir yüz, donmuş bakışlar, dağılmış
güzelim saçlarla dönüp, konuşamayıp gözlerinden yaş yerine taş dökünce
felaketin ortasında buluyoruz kendimizi. Son derece sıradan başlayan roman yarattığı
deprem etkisiyle birdenbire sarsıyor okuru. Neye uğradığını şaşıran okur, yaşananların
nedenini aramayı ve içten içe bir ışık kollamayı sürdürse de öykünün gidişatı ışık
kaynağından giderek uzaklaşır. İçlerinde zerre kadar merhamet kalmamış meraklı komşularla
başlayan karartma ak sakallılarla artıyor. Romanı daha çok Muzaffer’in gözünden
seyreden, onun edilgenliğiyle ve çaresizliğiyle kıvranan okur, Güldiyar’ın hastaneye
götürülmesiyle soluklanabilecekken Bahriye’nin apansız ölümüyle yeni bir travma
yaşar. Nicedir komşusu Muzaffer’e dargın olan Dursun’un “Bundan sonra o zavallı
bunaltılmayacak” diyerek imdadına koşmasıyla azıcık durulan karartma önce Cihan’ın,
peşindense Rüstem’in yardıma gelmeleri ve Güldiyar’ın hastaneye götürülmesiyle
aralanır. Ne var ki Rüstem’in ağzından işittiğimiz “Yapılacak bir şey yokmuş
dayı, bugüne kadar böyle bir şeyle karşılaşmamışlar,” teşhisiyle okur yeniden
karanlığa itilir. Ondan sonra yazar kuyunun karanlığını biteviye koyulaştırır. Ak
sakallıların “Allah bilir daha neler olacak” demeleri, dalavere çevirdiği belli
olan Rüstem’in siyah elbiselileri başlarına musallat ettiği Muzaffer’in “Bundan
sonra başımıza ne gelecek” diyen önsezisi giderek gerçeğe dönüşür. Siyahlıların
sayıları artarken Dursun ve Cihan’dan sonra Rüstem de ortadan kaybolur. Ondan
sonra denetimi tamamen siyahlılara bırakan Muzaffer cebindeki onbeş lirayla
hiçbir şeye gücü yetmediğinden karnını bile onların pideleriyle,
lahmacunlarıyla doyurdukça “altından bir şey çıkacak” önsezisi güçlenir. Ziyarete
gelen meraklılardan Berber Zahit’in ‘kızının üzerinden para kazanıyorsun’ diye
çıkışmasıyla hislerinin boş olmadığı ortaya çıkar. Siyahlılar Güldiyar’ı görmeye
gelenlerden para almaktadırlar ve Muzaffer hesap sormaya kalktığındaysa onların
lideri çekik gözlünün “Sen ne diyorsun len, hıyarağası?” diye başlayan tepkisi dayakla
sürünce iyice sarsılır okur. Yine de bu kadar kötülük olmaz diyerek safça ışık
beklentisini sürdürür. Muzaffer’in kaçma planıyla umutlansa da yakayı ele vermeleriyle
yeniden kuyuya itilir. Başını Nedim’in çektiği siyahlılar sabahın köründe evde
bitip, eşyaların yerini değiştirip, Güldiyar’ı salona taşımaları basit bir yer
değişikliği değildir. Ticari kafası iyi çalışan Nedim, aynı anda daha fazla
kişiyi nasıl içeri alabileceğini hesaplamıştır. O andan itibaren ziyaret
süresini yirmi dakika olarak sabitler ve içeri girenlerin ayakkabı çıkarmalarını
kaldırır. Ne var ki eve gelenler Güldiyar’ın eskisi kadar ağlamadığından yakınırlar.
“Pilli bebek değil ki bu, düğmesine basınca ağlasın!” diyerek ticari
çaresizliğini duygusuzca vurgulayan Nedim içten içe çareler arar. Derken
“dinsizin hakkından imansız gelir” diyerek umulmadık çareyi buluverir.
İnsafları hepten kuruyan siyahlılar, kurdukları düzenekle Güldiyar’ı sırtından
bıçakla dürterler o saatten sonra. Gözü hiçbir şey görmeyen Muzaffer kötülüğün
başı olarak gördüğü Nedim’in boğazına saldırsa da sonunda yine kalabalık siyahlılardan
feci bir dayak yer. O sırada rahat koltuğunda oturan okur gibi bazılarının dut
ağacının dibine kümelendiğini, kimilerinin ellerinde külah, tespih, sigarayla
seyrettiğini, içlerini çekerek tek tük acıyanları ve gülenleri de görür. Polislerin
nihayet gelmeleriyle umutlanılsa da onların eve girmeden çekip gitmeleriyle
Güldiyar’la Muzaffer zifiri karanlığa itilir ki sonraki yolların karanlık
dehlizlerden korkar okur. Siyahlıların kurduğu çarkın gerisinde başkalarının
olduğu, bu vahşiliğe kimsenin son veremeyeceği, bu devirde kimsenin bucağı
görünmeyen karanlık kavgaya girmeyeceği dillendirilir. Tüm kötülüklerin
ortasında Güldiyar giderek fenalaşırken siyahlıların başı Şakir her fırsatta hâsılatı
artırmanın yollarını arar. Muzaffer ona yalvardıkça yetkisi olmadığını söyler
durur. Onlarla başa çıkamayacağına inanan Muzaffer musluk suyuyla doldurduğu
şarap şişesinden lıkır lıkır içtikçe sarhoş olurken Güldiyar yeniden fenalaşır
ve yine aynı doktor sahneye çıkar. Artık canı kalmayan Güldiyar bunca
kötülükten sonra tüm haksızlıkları bitirircesine ölür. Muzaffer cenazeye
katılmaz, boşluğa bakar durur. Kalabalıksa yeni eğlencesini bulmuştur ve oradan
ayrılmak istemez. Ölen kızının minderinden gözlerini hiç ayırmayan babaya bakarlar
ve siyahlılara “isimlerimizi yazın, sıraya girelim,” derler. Ölümle dahi
kuyudan çıkmaya niyeti yoktur kimsenin ve okur buna kesinkes inanır artık.
Beni Kör Kuyularda’nın olay örgüsündeki
olaylara tek tek bakarak ‘bu gerçekçi’, ‘bu gerçekçi değil’ diyerek onun gerçeklik
anlayışını açıklayamayız. Tek tek bakıldığında hayatın gerçeklerini bozan,
yıpratan, bizi hayali, bilinmez, akıl dışı birçok olay ve durumla karşılaştıran
yazar metnin gerçekliğini tam da buradan sağlar. Öyle ya, bir yanı hayatın
gerçeklerine bir yanı hayale yaslanan Beni Kör Kuyularda romanı kendi
bağlamında gerçekliğini sımsıkı ören, tutarlı bir romandır.
Yazarın Muzaffer’le Güldiyar’ı dayanılmaz
acılarından bir türlü kurtarmadığı, hatta onlara küçücük soluk alma boşlukları dahi
bırakmadığı, hareket alanlarını giderek daralttığı roman boyunca okuyucunun
gözünden taş dökerek ağlayan acılı Güldiyar’ı, acz içindeki Muzaffer’i bir film
izlercesine tez zamanda okuyup tüketmesi de gayet manidar. Öyle ya, kaba
adamların incelikten, kibirlilerin tevazudan, kötülerin iyilikten söz ettiği o
belirsiz zamanda herkesle birlikte okur da seyretti onları. Yardımlarına koşmak
şöyle dursun, mahremiyetlerine dahi saygı gösterilmedi, hatta acılarından zevk
alanlar oldu.
Bu rezil seyir zevki, bu rahatsızlık ancak
toplumsal bir hastalıkla açıklanabilir ve kimliğini yitirmiş, duygusuz, bir
araya gelmemek üzere son fertlerine kadar ayrışmış, başkalarının acılarından
zevk duyacak ilkel, vahşi kişilerden oluşan toplumlarda görülebilir.
Sonuç olarak, Hasan Ali Toptaş’ın gerçeği
zorlayan öğelere, oyunlara çokça yer vermesi Beni Kör Kuyularda’yı metinsel gerçeklikten
koparmadığı gibi bize masal, mit, hikâye, destan, efsane gibi sayısız anlatı örneğini
anımsattığı sözlü edebiyatımızın, oradan halk edebiyatımızın ve Batı yollarına
düşmüş çağdaş edebiyatımızın nice örneğinde olduğu gibi insanın anlatısını
edebi biçimde, edebi gerçekliğiyle veriyor.