Bağırsam
neye yarar, nasılsa duymazlar.
Ben
bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm;
İçimde
cesetler ve daha ölmemişler var.
Metin
ALTIOK
1908’de Japonya’nın bir gazetesinde tefrika halinde yayımlanan Madenci
romanını şu cümlelerle bitiriyor Natsume Soseki: “Kâtip
olarak beş ay boyunca azimle çalıştım. Sonra da Tokyo’ya döndüm. İşte
madencilik tecrübelerim bundan ibaret. Ayrıca söylediğim her şey doğru, zaten
bunu kitabımın bir romana dönüşemediği gerçeğinden pekâlâ anlayabilirsiniz.”
(2018:197)
Tokyo’daki evinden geri dönmemecesine kaçan, kırsala yerleşmeyi
düşünmeyen, geleceğini alt etmek için kuzeye doğru yürüyen adam yürüdükçe
içinden sıyrılamayacağı dünyaya daha çok battığını fark etmekte, yaşama amacı
yoksa da hiç kimsenin olmadığı bir yerde tek başına yaşamayı istemektedir. Ailesini
sevmediğinden ya da onları üzmek istediğinden değil, ailesi ve akrabaları dâhil
tahammül edemediği tüm insanlara karşı duyduğu tiksinme ve nefret duygularından
dolayı evden kaçmıştır. Roman bu yönüyle bize Çalıkuşu’nu anımsatmaz mı?
İdealist öğretmen Feride’nin doğuşunu hatırlayalım.
“Kâmran Beyefendi. ‘Sarı Çiçek’ romanını baştan başa öğrendik. Bir
daha ölünceye kadar birbirimizi görmek yok. Senden nefret ediyorum.” (Güntekin,
2007: 115)
Adanmış bir hayat yaşamayı, aldatan bir aşk hikâyesine bağlayan Reşat
Nuri’nin realizmine benzer Soseki’nin on dokuzluk genci madene sürüklemesi. Çozo’nun
teklifiyle geçişi sağlar: “İş lazım mı genç adam?” İki roman kişisi de dönüşü
olmayan yollara gelişigüzel atılmaktan çekinmeyen karakterlerdir ve bu gözü
pekliğin onların kişilik gelişimlerine uyup uymadığı tartışmaya açıktır.
Romanın adına bakarak bir maden ve madenci kitabı bekleyen benim
gibiler için on dokuz yaşındaki bu delikanlının macerası şaşırtıcıydı. Yazarın yukarıdaki
cümlelerinden de anlaşılacağı üzere bu metin ne kadar romansa o kadar da maden
ve madencilik kitabıdır. Toplumculuk şöyle dursun, toplumsal bir açılımı da yok
romanın. Sosyalist, Marksist çerçeveye yerleştirebileceğimiz toplumcu edebiyat
bağlamında bir bakış açısıyla, roman kişilerinin oluşturulmasında ezen ve
ezilen sınıfların çatışmasıyla hiç ilgisi yok Soseki’nin. Hatta romanın tek
noktasında bile bilinç uyandırma adına toplumcu bir çıkış yapmıyor.
Edebiyatımızda sıkça rastladığımız, haksızlıkları görüp de susan kişiler de yok
onda. Toplumcu da değil, toplumsal da. Tamamen çözümsüz bir örgü içinde on
dokuz yaşındaki delikanlının her adımında hissettiğimiz insanlığının kitabı
Madenci. Duygu ve düşüncelerin hep teyakkuzda olduğu, gerildiği, değiştiği bir
eser.
İlk modern roman 1920’lerde James Joyce’un yazdığı Ulysses kabul
edilmekle birlikte onun öncüleri için Proust, Kafka, Faulkner gibi yazarlar anılır.
Bugün Kavabata, Marukami gibi büyük kalemlere sahip Japon edebiyatının
modernleşmesinin önemli isimlerden biri olarak Natsume Soseki’yi bu bağlamda anabiliriz.
Kıymetini bugün çok uzaklardan bizim dahi bildiğimiz yazarın bu saygın yeri
elde etmesinde Madenci diğer eserlerine nazaran neden daha etkili oldu? Çünkü daha
önce işlenmemiş konusu, aklın ve mantığın yanında sezgilerle tuhaflıkları
barındırması, dış dünyayı ve gerçekleri bireye göre vermesi, insanın değersizliğini,
yalnızlığını, umutsuz çaresizliğini tüm çıplaklığıyla vermesi, içe dönüklüğü,
insana odaklanması, onun karmaşık psikolojisine ve bilinçaltına dayanması,
absürt ögeleri işlemesiyle yenilikçidir. Üstelik yaşı yüzün üzerinde olan bir
roman için eskimemesiyse cabası.
Madenci’nin yazılma süreciyse biraz karmaşık. Romanın yayımlanmasıyla iskeletini
oluşturan notların tutulmaya başlaması arasında yaklaşık bir ay var. Soseki kendisine
yapılan bir ziyarette tuttuğu notları kullanmış. Burada anlatılanların Şubat
ayında ülkeyi çalkalayan Aşio Bakır Madeni’ndeki madenci isyanıyla birleşmesi
ihtimali düşük olmamalı. Haruki Murakami’nin son sözde belirttiği üzere
özellikle çalışma koşullarının acımasızlığı, ücretlerin düşüklüğü, rüşvetçilik,
çalışma denetimlerinin sertliği, yetersiz güvenlik önlemleri, yaşanan göçükler,
ölmeyen madencilerin silikoza yakalanıp kırkını zar zor görebilmesi, hijyenin
zayıflığı romandaki maden ocağının Aşio olduğuna kanıt gibidir. Ki, ülkeyi bu
kadar etkileyen bir olayın, ziyaretçiden tuttuğu notlarla birleşmesi Soseki’nin
romanında etkili olduğu açıktır. Üstelik söz konusu maden ocağı romandaki
isimsiz gencin gittiği doğrultuda ve uzaklıktadır.
Gelgelelim Soseki ne madencilerin isyanından ne de haklarından söz
eder. Bir romancı elbette toplumsal bir olayla romanını özdeşleştirmek zorunda
değildir. Ne var ki romanında on bin işçinin çalıştığını söylediği maden
ocağında hiçbir şey insanlıkla ilgili değildir. Dahası insanlardan tiksinen on
dokuzundaki gencimizin madenci sözcüğünü duyduğu andan itibaren meslekten sürekli
biçimde insanlığın dışında bir şeymiş gibi bahsetmesi kayda değer.
“Dünyada çok türlü amelelik işi vardı ama bana kalırsa madencilik
bunların arasında en adisi ve en hor görüleniydi.” (s. 21-22)
Bir maden kentinde, madencilerle iç içe yaşayan bana acımasız gelen bu
iş tanımı, romanın isimsiz gencinin düşünce dünyasında gayet tutarlıdır.
“İlkin belki de ölürüm düşüncesiyle evden kaçmıştım. İkinci safhada
düşüncem değişmiş, insanlardan uzakta olduktan sonra ölmesem de olur şeklini
almıştı. Üçüncü safhada ise ben daha farkına varmadan çalışmayı kafaya koymuş
hale gelivermiştim. Ama illa ki çalışacaksam da normal bir işte çalışmaktansa
en azından ikinci safhaya yakın olan bir işte, hatta ilk safhadaki düşünceyle
bağlantılı bir işte çalışmak en uygunu olurdu.” (s. 24-25)
Madencilik günümüz Türkiye’sinde dahi ölümle bu kadar eşse,
insanlardan nefret eden bu delikanlı neden intihar etmiyor diye düşünmek de
çağımız için olağan. “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır,
intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak,
felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” (Camus, 2011: 21) Öyle ya, Camus ve
varoluşçuluk az mı biçimlendirdi bizi? Fakat ne 1900’lerde yaşıyor ne de felsefi
yoğunluğu olan bir metinden söz ediyoruz. Buna karşın delikanlının birkaç kez
intihara meylettiğini, her seferinde korkup vazgeçtiğini, hâl böyle olunca
kendini çürümeye bırakmak istediğini öğreniyoruz ki bu da varlıklı denebilecek
ailesinde mümkün değil. Hazır, evdeki rahatını terk ederek her şeye katlanmayı
göze alacak kadar düşmüş birisiyken toplumsal hayattaki yerini gayet iyi
bildiği madencilikle canlı canlı gömülmeye razıdır.
“Madencinin, yük hayvanları arasında ancak öküzden ve attan üstün
olduğunun pekâlâ farkındaydım ve madenci olmaktan utanacağımı biliyordum,
bundan gurur duymayacaktım.” (s. 50)
Romanın ortalarına doğru delikanlının madenci olma çabası ustabaşı
tarafından ilk kez olumsuz karşılanır. Fakat ta Tokyo’da buralara gelmişken
artık başka seçeneği kalmamıştır ve ne pahasına olursa olsun madenci olmalıdır.
Ustabaşına cevabı tam da durumunu göstermesi bakımından önemlidir: “Şayet
madende çalışamazsam, sokaklarda dilencilik yapmaktan başka çarem kalmayacak.”
(s. 95)
Denemek, yapıp yapamayacağını bizzat yerinde görmek için çukura inmeyi
kararlaştırdıklarında ustabaşı söylediği sözlerle dönemin madenlerinin
tablosunu çizer.
“Şimdi bu madende on bin kişi çalışıyor. Çalışanlar ise kazıcı,
kakmacı, yontmacı ve madenci olarak dörde ayrılıyorlar. Kazıcılar tam olarak
madenci sayılmazlar, madencilerin bir alt rütbesi olduklarını söyleyebiliriz.
Kakmacı ise çukurda çalışan bir çeşit marangoza denir. Yontmacıların çoğunluğu
çocuklardan oluşur, şu az önce sizinle gelen ufaklık gibi, tek yaptıkları iş de
taş ufalamaktır. Yani herkes zamanla madenciliğin inceliklerini öğreniyor. İşte
kabaca böyle özetleyebiliriz. Madenciler sözleşmeli çalışır ve şanslarının
yaver gittiği günlerde bir yen bir yen hatta iki yen bile kazanabilirler. Ne var
ki, kazıcıların günlük geliri sabittir ve yıllar yılı günde otuz beş sen
kazanmak için çalışıp didinirler. Üstüne, onun yüzde beşini de ustabaşı alır,
bir de o gün hasta filan olurlarsa yevmiyesinin yarısı kesilir. Kalan paradan
üç sen –soğuk günlerde kesinlikle iki kat almak gereceği için toplamda beş sen-
yorgan kirası, pirinç pilavına ise yan yemekler hariç günlük on dört sen beş
rin verirler.” (s. 98)
Ertesi gün madene girmek için hazırlandığı sırada madencileri kendi
gözüyle görür: “Suratlarını görünce –itiraf ediyorum- ödüm patladı. Demek
istediğim, kesinlikle sıradan bir insan suratına sahip değildiler. Sıradan bir
insan suratı böyle olamaz zaten. Katıksız birer madenci suratıydı hepsi. Onları
daha farklı şekilde betimlemek mümkün değildi. (…) Elmacık kemikleri çıkmıştı.
Çeneleri sivrilmiş, yanakları ise içeri çökmüştü. Göz yuvaları çukurlaşmış,
gözleri oyuk gibi derinlere kaçmıştı. Burun delikleri iyice sarkmıştı. Bir
başka deyişle, vücutlarında et namına ne varsa çekilmiş, kemikleri ise hep
birden zafer çığlıkları atarak öne çıkmış, sivrilmişti. Surattan kemiklere mi,
yoksa kemikten suratlara mı baktığımın ayırtına varamayacağım kadar haşindiler.
Durum belki de çeşit şartlar altında çalışmanın getirdiği erken yaşlanma
şeklinde açıklanabilirdi ama doğal yaşlanmanın asla böyle sonuçları olamazdı.
Bu suratlarda yuvarlak hatlara, sıcaklığa veya yumuşaklığa dair en ufak bir ize
rastlamak mümkün değildi. Tek kelimeyle yabaniydiler.” (s. 101)
On bin işçinin kendi arasında geliştirdiği bir iletişim biçimi vardır ve
patronu da kardeşliği de bilmekle başlar madencilik. Ne var ki her şey gibi kardeşliğin
gelip dayandığı yer de maddiyattır. Sefil işçilerden Kin hastalanmış,
hastalanınca borçlanmış ve bir türlü iyileşemeyeceği için borcunu ödeyemeyince
rehin gösterdiği karısını elinden almışlardır. Karısını geri alması içinse çok
para kazanıp daha değerli bir teminat bulması gerekmektedir, tüm bunlar içinse
önce hastalığını yenmesi.
Ancak madende çalışmak zorunda kalanların düşebileceği bir karanlık
içindedir tüm işçiler. En ufak bir zekâ parıltısından, küçücük insani
duygulardan yoksun bu kişilerin içinde kimseyi kendine yakın göremezken nihayet
Yasu’yla karşılaşır. Onca cahilin, sefilin, barbarın içinde Yasu gibi eğitimli,
sıradan bir madencinin rüyasında dahi göremeyeceği biçimde Çince ifadeleri
rahatlıkla kullanabilen, nazik, dürüst, fikir sahibi birinin çukurda ne işi
vardır? İşlediği suçtan ötürü eğitim hayatını yarıda bıraktığını, saygınlığını
yitirdiğini, mahvolduğunu ve adaletin elinden kurtulmak için altı yıl önce kendini
bu çukura tıktığını anlatır Yasu. Bir yıl sonra gün ışığını unuttuğu bu
delikten ayrılabilir ama… Bu altı yılda insanların tüm pisliklerini görmüşken,
tiksinmesine, öfkelenmesine rağmen buradan topluma karışma isteği
duymamaktadır. Toplumu düşününce burada sabredebilmektedir çünkü. Fakat onun
gitmesini, alışmadan bu insan mezarlığından kurtulmasını salık verir. Hatta bu
uğurda yol parasını da temin edebilir. Böyle bir adamın madendeki varlığını şöyle
sorgular isimsiz delikanlı: “Toplum mu Yasu’yu öldürmüştü yoksa Yasu toplumun
affetmeyeceği bir şey mi yapmıştı? Öylesine zihin açıcı bir adamın düşüncesizce
şiddet eylemlerine başvurmasını kabullenmek güç olduğu için, suçlu muhtemelen
Yasu değil, toplumdu.” (s. 180)
Her ne olursa olsun Yasu onunla dalga geçmeyen tek kişiydi. Madencilik
yapsa bile özünde bir madenci değildi. Çekiç sallayarak yaşıyor ve onu
kurtarıyordu. Bu ışık ona yeterdi. Ölemezdi; Yasu hayattayken ölünmezdi.
Murakami’nin kitaba son söz yapılan “Soğukkanlı bir Cehennem
Yolculuğu” adlı yazısı daha başında sersem ediyor beni:
“Yazarın can çekişip duran parça parça olmuş midesiyle işlevlerini son
ana kadar sürdürmeye devam eden karmaşık beyni, Tokyo İmparatorluk Üniversitesi
Tıp Fakültesi’ne bağışlanmıştır. “Japon edebiyatı” dendiğinde aklıma hemen
Soseki’nin midesiyle beyninin tuhaf kaderi gelir –ki bu arada ortalama bir
ağırlıkta oldukları anlaşılmıştır.” (s. 198)
Kaynaklar:
Natsume Soseki, Madenci, Çev. Sinan Ceylan, Jaguar Kitap, 2018
Reşat Nuri Güntekin, Çalıkuşu, İnkılâp Yayınları, 2007
Albert Camus, Sisifos Söyleni, Çev. Tahsin Yücel, Can Yayınları, 2011