Bir şiirinde “Ömür bu, çizik-yazık-keşkeyle değil, insanlar yeniden
(t)üreterek paylaşsın / Bir gün toprağa düştüğümüzde, ışıklı çocuklarımız
meşalemizi taşısın…” diyen Müslüm Kabadayı
yeni kitabıyla kapımızı çaldı: Yeniden
Hayal Kurabilmek[i].
On iki öyküden oluşan kitap Klaros Yayınları’ndan çıkarken yazar, bitmez
tükenmez edebiyat sevgisine bir halka daha eklemiş oldu böylece.
Kitabı okudukça aynı söz içimde yankılanmaya, derken kulağımda
uğuldamaya başladı: Coğrafya kaderdir.
Müslüm Kabadayı’nın yeni öykülerinin pusulası olmaya uygun. Antakya, Afrin,
Libya, Şam, Beyrut, Kuzey Yemen, Halep… Yeri geliyor Deyfe’nin gezi yazıları
bize eşlik ediyor, yeri geliyor yazarın Refik Halitvari gözlem gücüyle dış
dünyayı seyrediyoruz. Nehirlerin suları Aşkdeniz’e dökülse de sorunlarla
boğuşmaktan yüzünü maviliklere dönemeyen bölge insanı huzursuz, gergin, diken
üstünde. Hangi ülkeden, hangi kentten olursa olsun gelecekten ümitsiz. Öyle ki
kadim dönemlerden beri silahların susmadığı bölge hâlâ kanıyor. Etnik
farklılıklar, dini farklılıklar, bunları sürekli kaşıyan emperyalist politikalar,
işbirlikçi hükümetler, güya düzen arayışları, karışıklıklarla ağırlaştırılan
sömürü çarkı, bitmeyen savaşlar, çatışmalar, soykırımlar, susmayan silahlar…
Bir kültür filmi izliyoruz öte yandan. Ağır yaralı, kanaması olan uygarlığın merkezi bir türlü iyileşmiyor.
Ne zaman ki hastamız toparlanma sürecine girecek oluyor, yine kıyamet kopuyor. Büyük
güçler ve onların maşaları perde arkasından tedaviyi sürekli engelliyorlar. Söz
gelimi bombalar, havan mermileri ve kurşunlarla zehir kusuyor işgalciler
Palmira’ya. Oradakiler toprağını, geçmişini savunuyor savunmasına ama
işgalciler öyle kalabalık, öyle silahlarla donatılmış ki yenilmeleri kaçınılmaz.
Gelgelim kazıbilimci Halid’i kimse oradan ayrılmaya ikna edemez. Ömrünü bu
topraklara adamışken cesedini çiğnemeden kimseyi buraya sokmayacaktır. Nitekim
ateş çemberi giderek daralırken o, kazıda buldukları Kraliçe Zenobya’nın veda
mektubunu çözmeyi sürdürür. Zenobya ki koskoca Roma İmparatorluğu’na kafa
tutacak denli bağımsızlığına düşkün biri ve yüzyıllar önce halkına
“Çölgelini’nin aydınlığını, hiçbir karanlık kapatamaz,” diye seslenmiş. Onun sözlerini
düşünceleriyle kuşanan Halid tepeden tırnağa irade kesilir. Ölüm de dâhil, hiçbir
güç koparamayacaktır onu doğduğu topraklardan. Katil sürüsü bir yandan
balyozlarla heykelleri parçalar, insanlık mirasını yok ederken öte yandan son
adamını da öldürüp karşısına dikilir. Açık hava müzesine her türlü zararı
vererek bugüne, elbette geleceğe ve dahası geçmişe karşı korkunç suçlar
işlemeyi sürdürürken akıllarında tek bir şey vardır: Zenobya’nın hazinesi. İnsanlığın
paha biçilemez mirası umurlarında değilken bildikleri tek miras ivedilikle satıp
savacakları değerli madenlerdir. Ne var ki Kraliçenin yolunu seçen Halid’e sorgular,
işkenceler kâr etmez. Nihayetinde kazıbilimci bilgenin duran kalbi, savaş baronlarını,
tarihi eser kaçakçılarını çıldırtmaya yeter. O gün ve sonrasında talan edilen,
ABD ve İsrail silahlarıyla cehenneme çevrilen Palmira yıkılsa da Halid’in
mirası Zenobya’nın katına erişmiştir artık.
Bölgede cirit atan işbirlikçi örgütlerden canını kurtarmak için göç
eden insanları neler bekler? Yeni ülkeler ve kentlerde her şey sil baştan
yaşanabilir mi? Geçmişini yüreğine gömen bu insanlar yaşamlarını nasıl
sürdürür? Ölümden kurtulmak, mutluluğa kavuşmak değildir ki! Öyleyse akşamları
eve mutlu bir yüzle dönmenin sırrı nedir? Bir halin süprüntülerinden toplanan yiyecekleri
eve götürmenin mutlulukla ilgisi var mıdır? Sekiz kardeş ve anne baba yolunuzu
gözlerse vardır.
Tüm yollar, tüm hikâyeler ölüme çıkar Önasya’da. İbn Garip okula
değil, ölü çocukların kan denizine girer, kardeşi Fariz’in gözünden vurulmuş
cansız bedenini görür. Beyrut’u gezen karı koca patlamalara denk gelince
onlardan dikkatli olmaları, yoksa canlarına kıyılabileceği söylenir. Allah’a
şirk koşan heykelleri kutsadıkları palavrasıyla Palmira’ya ölüm kusar, IŞİD
silahları. Bir Sünni’ye âşık olduğu için Dürzi kızı Senâ’ya kıyılır. Yüksek
sanatını başkalarına sunmasınlar diye ustalar bile öldürülür. Heyhat! Silahlı
çetelerle, katil sürüleriyle, apansız patlayan bombalarla, işgalci ordularla ölüm
kanıksanmıştır bu topraklarda. İnsanların hayatları bir kader sarmalında ölümle
kuşatılmıştır. Peki, yok mudur bu hayata karşı gelmenin, mücadele etmenin bir
yolu? Ölümü göze almak gerekir gene. Bir insancık hak aramayagörsün başında
sallanır Demokles’in kılıcı. Şayet kimin elinin kimin cebinde olduğu bilinmeyen
bu coğrafyada çektiğiniz bir fotoğraf bile hayatınızın karartılmasına yeter. İnsanın
insanı aşındırma etkisi öyle kuvvetli eser ki bu topraklarda çöl rüzgârının esamisi
okunmaz! Kimiyse çaresizliğinde arar çareyi. Bu durumlardan birinde Halalı
Mücahittin şöyle der: “Şu aklı fikri çıkarlarında olanların oyunlarına
düşmeyecek kadar uyanık olabilse insanlar, hiçbir toprak kana bulanmaz. Sırtlan
sürülerinin üşüştükleri leşe dönüşmez insanlar.” Ne var ki bu sert benzetme
bile yeterli gelmez yaşananları anlatmaya. Anaokulu öğretmeni Mizgin’in yerini
yurdunu bırakıp Almanya’nın ücra bir köşesine göçmesi nedendir? El Nusracı
kuduz köpek sürülerinin katliamından kaçmasındandır. Görece şanslıdır Afrinli
öğretmen. Öyle ki tam o sırada kıyıya vurur, Aylan bebeğin cesedi. Üstelik
zavallının ardından söylenenler… Tüm bunlara karşın insanlığı kıyıya vurmayanlardandır
Mizgin. Vicdanının susmaması bundandır. “Akdeniz ve Ege balıklarını yiyen
insanların, aslında mavi sularda boğulan göçmenlerin etini yiyor olmaları değil
miydi sorgulanması gereken? Silahtan sermayesini büyütenlerin kana
doyamadıklarını görüp komşusuyla el ele vererek ayağa kalkmak, hesap sormak
değil miydi hedeflenmesi gereken?” Mizgin öğretmen iki çocuğuyla hayata yeniden
tutunabilenlerden olur ve yeniden hayal kurmaya başlar. Bölge insanının birçoğu
onun kadar şanslı değildir. Petra’ya Giderken öyküsünde bir fotoğraf karesiyle
Türk gazetecinin başına gelenler yürekleri hoplatmaya yeter. O, sınır dışı
edilerek kurtulsa da bu topraklarda kimler canından olmaz ki! Öyle ki insanlığı
kıyıya vuranların bu kadar kalabalık, avaz avaz, vahşi olduğu coğrafyada
mücadele edenler öyle azken İbn Garip’in aklından bir türlü çıkmayan “Korkarım,
Sahra halkı yeni Ömer Muhtarlara muhtaç kalacak,” cümlesini bu bağlamda okumak
mümkün.
Yazar en sona Çantadaki Anılar’ı bırakırken sonsözü Halalı Barış’a
veriyor: “Birçok gıdayı bir araya getirip tatlandırmayı bilen insan,
paylaşmanın da tadına vardıktan sonra niye düşmanlıklar, savaşlar olsun ki?
İnsanlar, toplumlar arasına çekile siyasi sınırlar, halkların kültür
ortaklığını yok edemiyor işte. Mutfak kültürümüz başta olmak üzere üretim
biçiminden gelenek-göreneklere kadar yaratılan ortak değerlerin sınır
tanımadığı ortada.”
Bölgede hiç susmayan silahların bırakılacağına, kan ve gözyaşının yerini
paylaşmanın bin bir çeşidinin alacağına inanıyor yazar. Kimse kimsenin oyuncağı
olmasın diyor. Bu kesin. Bunun da ancak birlik olarak yurduna, tarihine sahip
çıkmakla gerçekleşeceğini vurguluyor. Birlik olunca acılar azalacak, uzaklar
yakın olacak. Buna iki örneği var Müslüm Kabadayı’nın. İlki Gezi. “İşgal
kuvvetlerine destek veren komşu ülkenin hükümetine karşı komşu halkın çocukları,
Haziran Direnişi’nde en büyük dersi vermişti. Taksim Gezi Parkı’nın kalbi
Şam’da, Halep’te, Kalamun’da atmıştı.” İkincisi Çanakkale. “Dünyanın neresinde
olursa olsun, haksızlığa, zulme ve işgale karşı halkların birliği
Çanakkale’deki gibi sağlanırsa, savaş tüccarlarına da meydan bırakılmaz. Bunun
bilincinde olmayan komşular, halklar birbirini boğazlarken, onlara silah satanlar,
yer altı ve yer üstü zenginliklerini de sömürüyor. Oysa Dünyanın kaynakları tüm
insanlığı bal gibi geçindirir. Kıtlık da olmaz, yoksulluk da.”
Yeniden Hayal Kurabilmek okurun nicesine ulaşsın!