İnsanın düşünce dünyası, genellikle yaşadığı çevreyle
ve o çevrenin geleneksel düşüncesiyle sınırlıdır. Bunu sadece sanat bağlamında
değil, her kulvarda görüyoruz. Biraz düşünürseniz siyasetten spora varana dek
sayısız örnek gözlerinizin önünde belirecektir. Bu korumacı tutumun
otomatikleşmesi bizi koskoca bir kısır döngüye sürüklüyor. Dolayısıyla alın
yazısıymışçasına insan davranışlarında başı ve sonu belli tavırlara
rastlıyoruz. Eleştirdiğimiz sığlığın gerekçeleri de baştan belli: “Çevrem böyle
ister”, “başka türlü davranırsam âlem ne der.” Farklılığı, özgünlüğü marazlı
bir hale koyan bu durumun bilimsel bir karşılığı var mıdır bilmiyorum; ama ben
“tabelacılık” diyeceğim. Tabelaya oynuyorsanız ve sonuç istediğiniz biçimde
bitmişse hiç kimse hiçbir şeyi sorgulamayacaktır. Gelgelelim, özgün tavırlara, davranışlara
sahipseniz, üstüne üstlük sanat ve edebiyat gibi çok yönlü birikim gerektiren
alanlarda kendinizi yetiştirdiyseniz, tüm bu meziyetlerinize karşın tabelada
dilediğiniz sonucu göremediyseniz sonunuz dünden belirlenmiştir.
Gerilerdeki anlamları görebilmek adına derinlere
inmeli, ilk nedene kadar gitmeliyiz ki yarına kalabilecek sağlam sonuçlar
üretebilelim. Yoksa bir kuşaktan diğerine aktarılan, kesinkes sorgulanmayan,
yine de saygın görülen ve buna uymayanların bir şekilde oradan dışlandığını bildiğimiz
bu çerçeve epey sığ. Aslında bunun adı ne gelenek, ne töre, ne yazılı ne de
yazısız kurallar… Dolayısıyla tabelacılıktan vazgeçmeliyiz; çünkü hayata ancak
bu sayede dokunabiliriz.
Birtakım tabulardan bahsediyoruz, dolayısıyla her
tabu gibi bunlar da insanın ilerlemesini, gelişmesini yavaşlatan, belki
durduran, ola ki tersine çeviren bir işlevsizleştirmeye sahip.
Başka diyarlara mı gitmeli, köylerden kentlere,
kentlerden köylere mi göç etmeli bu kördüğümü çözmek için? Aksine, böylesi bir
trafiğe gereksinim duymak yersiz. Yapılması gereken yalnızca somut olanı görüp
ona hak ettiği değeri vermekten geçiyor. Birilerine yaranmak için, birilerinin
üzülmemesi için, göze batmamak için kendimizi gemlediğimiz yeter. Bırakalım
kendimizi hayatın ritmine. Hayatın akışına doğrudan bakalım ki gelişimden
bahsedebilelim.
İşin edebiyat ayağını nasıl atmalı o zaman?
Kendinizi sanattan anlayan biri olarak görmüyorsanız, bırakın sanatın
değiştirici, dönüştürücü işlevine çomak sokmayı. Bırakın anlamadığınız
alanlarda konuşmayı. Bırakın kitaplar geçmişte olduğu gibi kendi ritminde
yayımlansınlar, bırakın heykeller dikilsin barış hudutlarında. Susun ki suçu
sahiplenme gafletine ortak olmayın. Susun ki bu işlerin ehilleri olan sanat
adamları konuşsun. Çünkü kendini adamakıllı yetiştirmiş sanatçılar, emin olun
ki çok daha ileri zamanların insanlarıdır.
***
Edebiyatla uğraşanlar gündelikçi değillerdir.
Eserinin geleceğe kalmasını dilediğinden hiçbir sanatçı güncele hapsetmez
sanatını. Güncelden, yerelden beslenir elbette; ama güncel sorunlar karşısında
günü kurtarmaya yönelik işlerden, eserlerden kesinlikle kaçınır. Üstelik karşı
durduğu sığlık, coğrafyası için de geçerlidir. Kendi düşüncesi ve insanlarda
tutuşturmak istediği özgür düşüncenin gelişmesi adına tek kibritlik olsun ışık
yakabilmektir amacı. Dolayısıyla sanat, yukarıda kara çaldığımız ucuz amaçlardan
katbekat değerlidir ve sırf bu nedenden sanatçılar ölümsüzdür ya!
Yaşar Kemal’i kendimize örnek ve tanık göstererek
yazımızı bağlamaya çalışalım.
Amerika’da düzenlenen bir konferansta neden
sürekli Çukurova’yı yazdığını
sormuşlar. Şöyle cevaplamış: “Ben Çukurova’da doğdum
büyüdüm. Çukurova’da yaşadım. Bütün yaşamım orada geçti. Şu anda
İstanbul’dayım, İstanbul’da yazıyorum. Orada dedim ki Çukurova’yı yalnızca ben
yazmıyorum ki, Tolstoy da Çukurova’yı yazdı, Cervantes de Çukurova’yı yazdı,
Stendhal de Çukurova’yı yazdı. Dünyada ne kadar soylu yazar, soylu sanatçı
varsa hepsi Çukurovalıdır dedim. Çünkü kendi koşullarından soyutlanmış bir
insan sanatçı olamaz. Soyut bir sanatçı yoktur. Soyut bir insan düşünülemez.
Her insan gibi, her sanatçı da koşullarla oluşmuştur.”
Başka da söz etmeye gerek olmadığı kanısındayım…