“Soğuk
bir gündü.”
cümlesiyle başlayan Odalarda[1],
henüz ilk satırlarından itibaren kötücül bir havaya bürünür. Havuz boştur,
ağaçlar çıplaktır, yukarılardan gri bulutlar geçiyordur. Erdal Öz’ün daha ilk
sayfadan serpiştirdiği bu betimlemeler boşuna değildir ve romanın da benzer bir
yoldan gideceğinin işaretlerini verir.
Herhangi bir adın niteliklerine sahip olmadığı
için kimsenin adıyla ya da herhangi bir sıfatla seslenmediği adamın
dünyasındaki olumsuz havanın kaynağı, annesinin yokluğundan dolayı düştüğü
büyük yalnızlık çukurudur. Bu boşluk beklenenin aksine acıyla örülmeyecektir.
Annesini yitirmesine ilişkin tek üzüntü sözcüğü kullanmayan adamın esas
kaygısı, yılların getirdiği alışkanlığının yok olmasına ilişkindir. Kimseyle
ilişki kuramayan, bir başka zaman insanı olan kahramanımızın bütün sıkıntısı;
annesiyle doldurduğu zamanın alışkanlığıyla oluşan boşluğu nasıl kapatacağını
bilememesindendir. Çerçeveye daha yakından bakınca yeni kötücül bakış
açılarının da filizlendiğini görürüz. Bir kere hiçbir dostu bulunmayan
kahramanımız annesinden zaten bıkmıştır ve onun ölümünü bile hatırlamak
istemez. Bu nedenle ona ait ne varsa ölümünün henüz üçüncü gününde atar, satar,
yakar, yok eder. Evde annesine dair tek bir anı bırakmaz. Bu eylemle ilk
başlarda üstünkörü bir bağımsızlık duygusuyla dolduğu anlar olur.
(…) onsuz olmasını dilediğim odayı -evet- onsuz
buluyordum.
Annesinin cenazesini ne yapacağını, nasıl ve
hangi parayla kaldıracağını bilemez. Mecburen müdürüne çıkar ve durumu anlatır.
Müdürün cana yakın, içli, gözlerinin içine bakan ve epeyce kadınsı yaklaşımıyla
biraz rahatlar. Yine de kuyruğunu altına alıp oturmuş, sahibinden
korkan bir köpek psikolojisinden kurtulamaz.
Annesinin yaşamında sandığından çok daha derin
bir boşluğu doldurduğunu her an yeniden anlamaya başlar. Evde, evin odalarında
yalnız kalmak, o güne değin onu idare eden alışkanlıklar dizgesine
benzememektedir. Uykuları bölünür, odanın ışığını kapatmadan yatar ama bu evde,
bu kasabada tek başına yaşamak kolay değildir.
Yeni yaşamına başlayalı, yeni alışkanlıklar
edinmeye çalıştığından sık sık kahveye uğrar. Orada ısınır, tembel tembel çay
içer, oranın önünden geçen insanların camdaki kırılmalarını oyunlaştırarak
seyreder. Gide gele bir adamla tanışır. Kendisi hakkında uzun ve detaylı
yorumlar yapar yeni adam ve onu sohbetine çekmeye çalışır. Ardından bir falcı
edasıyla insanları çözümlemeye başlar, ilk başta da kahramanımızı. Dairede
küçük bir memur olduğunu, masasında yazı makinesi olduğunu, evli olmadığını
bilir. Zaten onun dostu değil tikleri vardır ve savunma halinde insanlardan
kaçar. Küçükken çok sivilceli bir yüzü olduğu için devamlı elini yüzüne
götürmektedir. Ayrıca kadınlar hakkında tam bir cahildir ve kendini çirkin
bulur. Yeni adam, başkaları hakkında da büyük hikâyeler, yaşam öyküleri
kurgular. Ötedeki ilerici savcı, umarsız bir avukat olmuştur… Ama kimdir bu
yeni adam? Polis, belki sosyalist? Bu ilginç adam karşısında bocalayan
kahramanımız etkilenmekten kurtulamaz.
O günlerde ev sahibi evi boşaltmasını ister.
Sabahlara kadar ışığının yandığını, pis işler çevirdiğini, tek başına yaşayan bir
bekârı evinde barındırmak istemediğini, hatta iki aylık borcunu da almayacağını
ama hemen evi boşaltmasını söyler. Adamın “Işığı kitap okumak için
kapatmıyorum.” türünden masum yalanlarına ev sahibi inanmaz. Zaten koca bir
evi dolduramayacağından oda aramaya başlar ve iş arkadaşına durumu açar.
İçindeyse tarifsiz bir sevinç vardır. Bu güçlü ikilem, iş arkadaşının
başsağlığı dilemesiyle daha da güçlenir. İşin olumsuz yanlarına takılmayan
kahramanımızın “Ne iyiydi; düzenli, yaşamayı seven, az da olsa dostları
olan biriydim artık” yönlü iç değerlendirmeleri insanların yaygın
değerleriyle enikonu ters düşecek türdendir, hatta ilk fırsatta yeni bir
ayakkabı almayı, annesinin de yaşamını işgal etmediğinden ilk aylığıyla
borçlarını kapatıp üstüne başına çekidüzen vermeyi tasarlar.
Kahramanımızın nasıl köksüz bağsız, inançsız,
hatta geçmişsiz, umutsuz, dolayısıyla topluma yabancılaşmış bir birey olduğuna
dair birçok ayrıntı birikmeye devam eder. Dolayısıyla Odalarda, varoluşçuluğun
özelliklerine sahip bir roman görünümündedir.
Lokantada karnını doyurunca kendini kahvenin
önünde bulur. Gözü, geçenlerde tanıştığı adamı arar ve çok geçmeden bulur.
Bizimki, bugünün güzel bir gün olduğunu ve bu yüzden keyiflendiğini ve hep
böyle olduğunu, mevsim değişikliklerinde şaşkınlaştığını, baharın gelmesinden
çok kışın gidişine sevindiğini söyler. Buna karşın oda aramaktan dolayı
sıkıntılı olduğunu da belirtir. Diğeri ise kısa bir sessizlikten sonra müjdeyi
verir: Tam ona göre bir oda biliyordur. Kendi kaldığı evin bir odasında pekâlâ
kalabilir. Dul ev sahibi hoşça bir kadındır ve onu ikna edebileceğini söyler.
Kendisinin tavan arasında oturduğunu, ev sahibinin her işini gördüğünü, bunun
bekâr bir erkek için bulunmaz nimet olduğunu ekler.
Ertesi gün sözleştikleri saatte kahveye gider ama
kısa bir gecikmeyle. Özellikle gecikir, adamı bekletme düşüncesi ona cinsel
denebilecek, vazgeçilmez bir haz yaşatır. Ne de olsa karşısındaki adam
bambaşka, kendisine göre çok ama çok üstün biridir.
Dul, sarışın, genç, yuvarlakça, hoş bir kadın olan
ev sahibine dair ilk izlenimleri olumlu olur. Adamın duyguları tek başlı ve
doyumsuz bir noktaya ulaşır: sevinç. Ev sahibi kadın için gizleyemediği
duyguları, romana erotik bir tat katmaya başlar. İçindeki kadın özlemi, dahası
kadınlara karşı çekingenliği giderek romanın egemen duygusu olur.
Hem odadan hem de sahibinden hoşnut kalınca hemen
taşınır, zaten eski evinde vakit geçirmek istememektedir. Yadırgadığı bir
sevinç ve bilemediği bir tedirginlikle odaya yerleşir. Arkadaşı her ne kadar
müthiş bir insan da olsa ondan çekinmekte, hatta korkmaktadır; buna karşın
odasındaki ilk gecesinde ışığı kapatıp mutluluk ve huzur içinde uykuya dalar.
Ertesi gün ev sahibini avluda bacakları açık
görünce aklı başından gider. Olduğu yerde donar, kıpırdamadan izler; kadın onu
fark edip bacaklarını örtse bile görüntüyü belleğine çoktan kazımıştır. Sesi
titrer, bedeni titrer, içi içini yer, kendini yatağa atar, sarışının niyetine
yastığa sarılır, onunla boğuşur, yastığı hoyratça ezer, öper, koklar.
Onunla ölümü kurgular.
Kadın yalnızca kendisine karşı mı bir gariptir
bilemez öyle ki geldi geleli onunla hiç konuşmamıştır, bu durum sevincinin
egemenliğini daraltan önemli nedenlerdendir.
Arkadaşıyla sarışından söz edişlerinde dikkati
çeken nokta güzel sıfatlar, değerlendirmeler ve benzetmelerdir: “Ev
sahibimizin sarışın güzelliği”, “dupduru bir kadındır”, “çok net bir kadındır”,
“çok açıktır”, “suskun bir kelebektir”…
Yepyeni bir yaşama kavuşan kahramanımız
mutluluktan uçmaktadır. Tüm bunlar gerçekleşirken müdüre olan para borcunu
öder. Müdürün karşısında yine ezilip büzülmüş, müdürün ince tavırları ise yine
dikkatinden kaçmamıştır. Üstelik bir ara müdür onun evli olup olmadığını sorar.
Müdürün hitap biçimini ve çeşitli davranışlarını sanki süzgeçten geçirir.
Müdürün şu sözleriyle bocalar: “şekerim”, “Seni çok beğeniyorum”, yine “şekerim”,
“ne hoş bir insansınız”, “bir gün birlikte olalım”… Konuşma sürerken elini
omzuna bastırması, yüzünü okşaması kahramanımızın karışık kafasını adamakıllı
karıştırır.
Yeni odasında, güzel ev sahibine karşı güçlü bir
gözlemci ve istekli bir erkek görünümündedir. Aklından geçirdiklerini,
gözlemlerinin ayrıntılarına inince daha açık görürüz ama ne yaparsa yapsın
kadın onunla konuşmaz. Kadını konuşturmak sandığından güçtür, bu güçlüğü
arkadaşının düşüncelerini kendisi adına kullanarak gerçekleştirmeye çabalar:
“Kimbilir ne güzel yemekler yapıyorsunuzdur. Bu kadar güzel bir
kadının yaptığı yemekler de kimbilir ne güzeldir. Zaten kadınlar, duygulu,
içli, alıngan, pırıl pırıl yaratıklardır.”
Kadın konusu başta olmak üzere, hayat karşısında
oldukça beceriksiz, hatta düpedüz yeni doğmuş çocuk portresi çizen adam, bundan
sonra ne zaman ev sahibi kadınla ilgilense ya da ne zaman kur yapma amacı gütse
arkadaşının düşüncelerine sığınacaktır. Elbette özgün olmayan bu düşünceler onu
daha yapaylaştırır, saçmalaştırır. Bir tür gecekondulaşmadan öteye
geçemeyecektir bu tavrıyla, özellikle de kadınlar konusunda.
“Kadınlar, biz erkekler gibi öyle kapalı,
duygularını gizleyen yaratıklar değillerdir. Biz erkekler kadınlardan daha çok
konuşuruz, yalan bile atarız. Gerçekleri pek açık etmezler, ama gizleyemezler
de. Onların içleri yüzlerine vurur.”
“Öyle güzel susuyorsunuz ki. Kelebeğin yemek
yiyişi gibi.”
Kahramanımız varoluşçu bir romanın birinci kişisi
olarak saçmaya dair bir görünüm çizer. Ne var ki herhangi bir düşünsel dayanağı
bulunmayan, topluma uyumsuz görünen, bu nedenle yabancılaşmış kişinin tam bir
anlamsızlık içinde olduğunu söylemek de doğru olmaz. Romanın seyri içerisinde
giderek anlam kazanan bir durum vardır. O da ev sahibi kadındır. Bu bağlamda
diğer varoluşçulardan farklı olarak Albert Camus’nün yolunu izler Erdal Öz.
Kahramanının davranışları saçma da olsa onda bir anlam vardır. Evet, belki
yaptıkları saçmadır, zaten hayat da saçmadır ama öte yanda annesinin ölümünü
görerek hayatın sonunun da bir saçma olduğunu anlar. Dolayısıyla geçmişi
olmadığından, geleceğe dair bir hedefi de bulunmadığından şimdiyi yaşamak
ister. Şimdi; ev sahibi kadındır, tutkudur, Meursault’un gerçekler karşısında
yüzünü kuma gömmesidir.
Arkadaşına öykünmeyi o denli abartır ki sonunda
hem kendini hem sıradanlığını bambaşka biçimlerde sunar. Sıradan kişiliğini ani
bir hatip becerisiyle gizler ve sıradanlığının kadında da olduğunu iddia eder,
hatta bu aynılığın onları toplumdan soyutladığını ama bunun kötü bir durum
olmadığını belirtir. Öyle ki topluma yabancılaşmasını bile kadınla
özdeşleştirecek, deyim yerindeyse “bizim kadar birbirine denk bir başka
kadın-erkek bulunamaz” diyecektir. Evet, ben de sizin gibi, kimsesi
olmayan, bir tek can dostu, bir tek konuşup dertleşecek arkadaşı olmayan bir
‘yalnız’ kişiyim. Babamı hiç tanımadım. Hiç bilmiyorum onu. Annem mi? Onu
toprağa vereli daha bir ay bile olmadı. Başka da kimsem yok. Kolay değil. Ben
de sizin gibi sıkılan biriyim. İçine kapanık biriyim. Sıkılmak benim ülkemdir.
Evet, insanın bir sıkıntısı olmalı aslında. Sıkılmayan, sıkılmayı bilmeyen
insanları hiç sevmem. Ot gibidir onlar. Ne kadar da çokturlar,
biliyor musunuz? Onlar gibi olmak istemem. Sanırım siz de öylesiniz.
Kadın onunla hâlâ konuşmamış, hatta tepki bile
vermemiştir. Gelgelelim adamın konuşacak kimsesi olmadığı gibi yanına düştüğü
bu suskun kelebekten de vazgeçecek değildir. Böylece yalnızlığını doldurmayı
tasarlar ve giderek davranışlarının bir koşullanma hâline büründüğünü görürüz.
Ondaki saçma hâli bir seçim, bir irade gereği yapılmaktadır. Ne var ki
davranışlarının akılcılığı tartışılabilir. Hâliyle romandaki saçma, roman
kişisinin akılcı davranamamasıyla gelişir. Hatta yazarın saçmaya dair şöyle bir
hedefi olduğu da düşünülebilir: Kahramanının davranışları, okurun akıl mantık
terazisinde öyle aklı dışı ve anlamsızdır ki bu yargılar elbette saçmayı
desteklemektedir.
Arkadaşının kapıyı çaldığını duyduğu bir gün
kıskançlık nöbeti geçirir. Ev sahibi terliklerini sürüyerek odasının önünden
geçip avlu kapısını açar. Açar ama merdivende hiçbir gıcırtı işitmez. Adam
yukarı çıkmadığına göre… Yoksa? Yalnızlığın günlerdir her yandan onu kuşatışı,
kadının arkadaşını odasına almasıyla doruğa çıkar. Yastığına sarsılır, unutmaya
çalışır ama ne mümkün! Tam bu açmazda yeniden annesini anımsar ve ilk kez
annesinden olumlu denebilecek bir havada söz eder: Annem, hiç olmazsa
bir sesti, bir kokuydu, bir soluktu yanımda, bir yakınlıktı bana. Şimdi o da
yok. Kimsem yok artık. Koskoca dünyada bir başınaydım.
Bu karmaşık duygular içinde kıvranırken kadınlar
konusunda deneyimsizliğini itiraf eder. Bu eksiklik, onun kanayan yarasıdır.
Kolay değil, beğendiği kadın -ya da hayatının anlamı- yan odada arkadaşıyla
sevişmekte ve bu gerçek aklını başından almaktadır. Yan tarafta olup bitenler
onu o derece sinirlendirmiştir ki ufacık bir şeye kızarak ev sahibinin
karşısına dikilmek, onunla tartışmak ister. Tavan arasına ilerleyen ayak
seslerinin peşinden harekete geçer. Nedense içeriden hiçbir tepki gelmeyeceğini
düşünerek kadının kapısına dikilir ama sesini işitince ilk şoku, kadın
karşısına çıkınca ise ikinci şoku yaşar. Kısacık bir gecelik vardı
üzerinde. Küçük çıplak ayaklarından başlayan biçimli bacakları, diz
kapaklarının üzerine doğru çıldırtıcı bir yuvarlaklıkla ince geceliğinin
eteklerinde -yazık ki- bitiyordu. (…) İçeriden vuran ışık, butlarının ipek
sarısı incecik tüylerini ışıtıyordu. (…) Geceliğin altında beliren toparlacık
karnının biraz daha üstüne çıkarken açık kalan yakanın ortasında uçları görünmeyen
göğüslerinin yuvarlak diriliği tenha bir boyunla sürüp gidiyordu.
Kadının sesini ilk kez burada işitir: “İçeriye
buyurun.” Kaçamak bakışları, kadına dokunmak isteyip de kendini
dizginlemesi, büyüyen erkeklik organını elleriyle gizlemeye çalışması,
utanması, başını önüne eğmesi… Yeniden gözlerini kadından ayıramaması, pürüzlü
sesiyle bulanan yeni utanç dalgası yaşaması, başını yine önüne eğmesi,
dişlerinin birbirine vurması, kadın çok yakınına sokulsa bile bakmaya cesaret
edememesi, oysa o dolgun göğüslerini görmek için tutuşması… Bu şok öyle
etkilidir ki yine saçmalamaya başlar. Yalnızlığından, hiç kadın arkadaşı
olmamasından, hatta kadınları hiç bilmemesinden, tek bildiği kadının annesi
olduğundan dem vurur. Yani bir süre önce söyledikleriyle baştan ayağa çelişen
sözler... Bu böyle sürecek, belki kadın onu avutacak diye düşünürken önemsiz
bir temas her şeyi alt üst eder. Kadın elini onun dizine koymuştur; ama bu
dokunuş adamı delirtmeye yeter. Diz çöker ve “evlenelim” der.
Ağzından birdenbire dökülen bu söz, okura “hadi canım” dedirtebilirse de bir
yaşam acemisi için şaşırtıcı olmayabilir. Evet, o kadar yabancısıdır ki bu işlerin akıldan çok arzuların diliyle
konuşur. Öyle de olsa bir kadına sahip olması ve hayatının anlam kazanması
demek, tamamen bilinçsiz bir tercih olamaz.
Bir bölümü sonlandıran bu temas ve peşi sıra
gelen teklifin ardından romana “mutlu dokuz gün”ün damgası vurulur. Arkadaşının
sayesinde çarçabuk evlenmişlerdir. Evlilik, onu hem kadın hem ev sahibi
yapmıştır. Mutlu dokuz günde saçma ortadan kaybolmuş, roman kişisi hayatla ve
zamanla uyumlu günler geçirmiştir.
Ben’dim, yani bir kadının kocası bir ailenin
reisi, bir evin sahibi, bir kiracının evsahibiydim. Yani benim de -işimin
gücümün dışında- bir evim barkım, bir sevgili güzel karım vardı.
Yepyeni biri olmuştur. Hele karısının, yani güzel
kadının yalnız kendine ait olduğunu duyumsaması müthiş bir doygunlukla doldurur
içini. Hatta evlendiğini bile karısının güzelliğine bağlayarak açıklar, örneğin
iş arkadaşına karısını “Sarışınları sever misiniz?” biçiminde
tanıtır.
Öykü başlarda Camus`un Yabancı romanı gibi başladı,onunda annesinin ölümü ve izin problemiyle başlar öykü ama sonra farklılaştı.Umarım okuma fırsatım olur, Erdal Öz`ün Darağacında üç fidan ve yaralısın adlı kitaplarını okumuştum çok eskiden.
YanıtlaSilAynen dediğiniz gibi düşünmüştüm ben de; ama yazarın kitabın başında (ya da sonunda) bu yargıya ilginç bir karşı duruşu vardı. Albert Camus'un Yabancı'sından değil Gogol'ün Palto'sundan etkilenerek yazmış.
YanıtlaSilBen hala Yabancı da Yabancı diyorum.
Çok bilinen kitaplarından olmamakla birlikte bizde Varoluşçuluğun bu denli yoğun işlendiği ender kitaplardandır.
Darağacında Üç Fidan Nihat Behram'ın. Konusu gereği diliniz sürçtü sanırım. Gülünün Solduğu Akşam diyecektiniz. Yaralısın çok güzeldir. Gelgelelim ben en çok onun Kanayan adlı öykü kitabını severim. O zor günlerin sertliğini yumuşak geçişlerle çok hoş anlatır. Öneririm.
Haklısınız, yazmışım ya bütün sorun çok eskiden okumam, sonuçta ikisi de Deniz ve arkadaşlarını anlattığı için karıştırmışım.Bazen kütüphanemdeki kitaplara bakıyorum da bazılarını hiç hatırlamıyorum içerik olarak. Hatta yazdım yeniden okumak istiyorum bazılarını diye.
Sil