Unutulmayacak bir aşk öyküsü: Romantika




Popüler kitaplara duyduğum alerjiyi azaltan popüler kitaplar karşısında hep serseme dönmüşümdür. Turgut Özakman’ın Romantika romanına internette ilk rastladığımda adının ne kadar piyasaya ayarlı olduğunu düşünerek koskoca yazara bu tavrından dolayı eksi puan vermiştim. Zamanla kitap önüme bu sefer okuyucu yorumlarıyla da çıkmaya başladı ki çok okunan her kitaba çok yorum yapılmadığını, yapılanlarınsa genellikle “beğendim, beğenmedim, değmez, süperdi” gibi eserin özüne dokunmayan sığ ifadeler olduğunu görür ve bunların hiçbirini ciddiye almazdım. Romantika bu bakış açımın altındaki zemini çekip beni boşa düşürmesiyle de ilginçti. Yapılan yorumlar gerçekten daha nitelikli okurlarca gerçekleştiriliyor, hatta yayınevi kitabın reklamını bu yorumlar üzerinden döndürebiliyordu. Demek ki okurda ciddi iz bırakan eserlerden biri olmaya, benim nazarımda da aday bir eserdi.
Sonunda kitabı almaya, beğenirsem –ki nedense beğeneceğime dair ters bir önyargı gelişmişti içimde- öğrencilerime de okutmaya karar vermiştim. Hatta içimdeki “nasıl olsa beğeneceksin, okumadan da öğrencilere önerebilirsin” çıkışını güçlükle önlemiştim. İyi ki de önlemişim. Öğretmenliğin kutsalını sadece darbenin 24 Kasım’ında anımsayan, medya ve medyanın biçimlendirdiği insanlar topluluğu olan ülkem insanı, mesleğin çürük çarıklarını genelleştirme eğilimiyle kitabın arkasına eklenmiş ünlü nü resimleri sanatsal açıdan -elbette- değerlendirmeyecekti. Ancak kitabı okuyup da bu sıkı aşk öyküsüne hayran kalınca gerçekten edebiyat meraklısı öğrencilerime, kitaptan bahsederek,  önermeye karar verdim.
Son zamanlarda kitap okurken günlüğüm genellikle önümde hazır bulunur ve kitabın özel bulduğum tümcelerinden alıntılar yazıp değerlendirmelerimi sıcağı sıcağına aktardığım çok olur. Romatika’yı okurken alıntı yapılacak öyle fazla tümce, bölüm vardı ki yazı yazmak kitapla arama gireceğinden bunların çoğunu yazmamıştım bile. Yazdığım altı parça alıntı ise devede kulak gibiydi ve işte o zaman bu roman hakkında düşüncelerimi içeren bir yazı yazmanın yazara ve kitabına yönelik bir ödev olduğunu düşündüm; çünkü fazlasıyla değerliydi.
“Ben mi savunmasızdım, yoksa şarkı mı acımasızdı, bilmiyorum, iç bayıltan bir melankoli yavaş yavaş dört bir yanımı sardı. İçime yine sebepsiz bir yalnızlık çöktü.” (s. 15)
Günlüğüme geçirdiğim ilk tümceler bunlardı. Henüz on beşinci sayfa olmasına karşın romanın nasıl soluduğunu, masada nasıl kanlı canlı durduğunu hissedebiliyordunuz.


Unutulmaz kitaplarım arasındaki yerini alan kitapları eşe dosta özel günlerde alıp hediye etmek öteden beri âdetimdir. Ki, bu kitap da hediye kitaplar listemde artık. Peki, bunu nasıl başardı? Öncelikle yazarın deneyimli, üretken, çalışkan kalemi öyle yalın, akıcıydı ki o usta işi dille her şey silinip süpürülüyor, aklınızdan sadece kendisine odaklanılmasını istiyordu. Edebiyatın keyfiyle büyülenmişçesine yazarın tüm yönlendirmelerine uyuyorsunuz.
“Ankara küçük bir kentti..” dedi, “..Gittikçe büyük bir kasabaya dönüşüyor. Bu hali demokrasimize daha yakışıyor. Çünkü o da kasaba demokrasisi.” (s. 19)
“Biliyor musunuz..” dedim, “..ben kötü günleri çok çabuk unuturum. Ama sizin şunu hiç unutmamanızı dilerim. Yurdu yurt yapan, taş toprak değil, orada insanların yaşıyor olmasıdır. İnsansız yurt olmaz. O yüzden yurtseverliğin ilk şartının, insanlara, suçlu bile olsalar, insanca davranmak olduğunu sanıyorum.” (s. 138-139)
 Günlüğüme geçirdiğim bu bölümlerse romanın derinliğine derinlik katan bölümlerdendi. Romanın zamansal ve mekânsal katmanlarında gezinen politik ve toplumsal havanın bilinmesi, bir aşk öyküsü için çok mu gerekli, diyenler çıkacaktır elbet. Onlara yazarın takındığı bu aydın tavrın peşinen çok gerekli olduğunu, bu havanın her şey gibi bir aşk öyküsünü de biçimlendirebileceğini romanı okudukça göreceklerini belirteyim.
En başta rahatsız edici kuşkularla içiniz hop ededursun giderek farklı, zarif ve vurucu bir aşk öyküsü kurgusuyla karşılaştığınızı anlıyorsunuz. Basitleştirerek ve tüm rahatsız ediciliğiyle öğretmenin öğrencisine âşık olması biçiminde özetlenebilecek öykü, içinde barındırdığı bin bir düğümle sizden sadece hatta kalmanızı bekliyor ki ilerledikçe ilmek ilmek çözülen düğümlerle siz de kendinizi birçok kere öğretmenin yerine koyuyor, bu maceranın sonu nereye varacak diye merak ediyorsunuz.
“(…) Sokuldum ama karım, herhalde sessiz sedasız, törensiz, gösterişsiz bir barışmayı yeterli bulmadığı için yüz vermedi.
Akılsız!
İçimin köpüre küpüre başka bir denize akmasını önlemeye çalışıyorum. Bana yardımcı olsana!” (s.50)
Yukarıdaki bölümde öğretmenin –artık istifa etse de- evliliğini koruma çabaları bize aşk öyküsünün parantezlerini sunuyor. Paranteze alınansa karısının o burnu havada tavırlarıyla “evlilikleri” oluyor. Parantezler renksiz evliliğe açıladursun gözlerimizin önünden akıp giden zarif aşk öyküsü soluğumuzu kesiyor.
 “Benden başka kimse görmesin diye seniz gündüzleri cebimde taşımak, gece yastığımın altında saklamak istiyorum. Hırsız gözlerle paylaşır mıyım? Kendi bencil yanımdan bile korumaya çalışıyorum” (s.108)
“Aşk gerçekten ayıbı güzelliğe, utancı sevince dönüştürüyormuş.” (s. 113)
Başucu kitapları tabirini sevmem, bence hiçbir kitap sürekli başucunda duramayacağı için bu tabir uygun değildir; benim baş tacı kitaplarım vardır, aradan belli bir zaman geçince yeniden okumak istediğim ki Romantika da bu kitaplar kervanına eklendi.



Turgut Özakman, Romantika, Bilgi Yayınevi, 47. Baskı, Aralık 2017

İçimde hepsi
















I

sonradan hatırlayacaksın
gözlerin puslanacak, hatırladığını anlayacağım
dışarıda kıyamet kopsa aldırmayacaksın
bu takvim yaprağını iyi sakla
o gün arayacaksın


II

susmuştum
bugün dilimi de kestim
artık içimde hepsi


                                                                                                                             8.1.18, Zonguldak

Ruhumdaki İnfial




“Koşturmaca” deyip küçümsediğimiz yaşam kavgası, yüksek eğimli yatağında telaşla akıp giderken büyük olaylara alışkın bilinçlerimiz, görmezden geldiğimiz küçücük değişiklikleri derinden hissedince şaşırıp kalıyoruz. Üstelik bu curcunayı fiziksel değilse bile zihinsel açıdan devre dışı bırakan davranışlar sergilediğimizde kendimizi olağanüstü buluyoruz. Son zamanlardaki yoğun ve netameli iş temposundan, evdeki soluksuz çocuk nöbetlerinden tükenmiştim. Yaşamın ritminde herhangi bir gerileme yaşanmasa da o kitabı yeniden okuyarak, yaşayarak, düşleyerek yaşamın kaçan tadını yeniden aldığımı anbean hissettim. Kitabın sürükleyen akışına, daha evvel okumama ve “ünlü kitaplar fobi”me karşın kapıldım gittim. Şu kocaman dünyada onun kadar yapayalnız dolaştığım zamanların azımsanmayacak çokluğundan, epey zaman içimdekileri bir kişiye olsun dökemediğimden ve böyle bir insan bulmama imkân bile vermediğimden… Raif Efendi nasıl ki denetimini kaybetmişti, en az onun kadar ben de devreden çıkmıştım.
Raif Efendiyi hasta yatağında, beni sağlığımda kıvrandıran “geçmiş” kaç kere yakılmasına rağmen her nasılsa yine boy vermişti. Bedenimiz değilse bile benliğimiz yaşamımızın çatlaklarından sızabiliyordu. Hemen oracıktaydı, Raif Efendi’nin yanı başında, ondan başkalarının göremeyeceği bir tarih solumaktaydı. Ki bu satırları kâğıda düşerken bile ensemde o geçmişin solumalarını nasıl duyumsadığımı o kadim özne asla bilemez! Gelgelelim Raif Efendinin sobaya atılmasını istediği gizli tarihimizle yaşamaya ölüm döşeğinde bile engel olamayacağız demek ki. Belki kiminin defter tutmuşluğu,  hatta herhangi bir kayıt tutmuşluğu dahi yoktur; ama herkesçe bilinir ki belleğimizin sıra sıra odalarında o meçhul tarihin filmleri oynamakta, olur olmaz zamanların fotoğrafları birer birer dönmektedir.
“Yavaşça defterin yapraklarını karıştırdım. İçimde mukavemet edilmez bir merakın gitgide büyüdüğünü hissediyordum. Tek çizgili sahifelerde, iri, intizamsız harfler, gayet acele yazıldığı belli satırlar vardı. İlk sahifeye bir göz attım, serlevha filan yoktu. Sağ tarafta 20 Haziran 1933 tarihi ve hemen bunun altında şu satırlar yazılıydı:
“Dün başımdan garip bir hadise geçti ve bana on sene evvelki başka birtakım hadiseleri yeniden yaşattı.” (s. 43)
Ki mazi, elbet adama, adamına anlatılır. “İnsanları öğrenmek, bilhassa insanların size ne yaptıklarını bilmek istiyorum…” (s. 45) merakında olmayanlara içiniz ısınarak berelenmiş yaralarınızı gösterebilirsiniz. Hem belki o da sizin içtenliğinize inanır da böylece “Seninle hiç şöyle uzun boylu konuşamadık evladım… Yazık!” (s. 46) diye dertlenmekten kurtuluverir. Sonra aydınlanıveren doğa gibi canlanıverirsin. Dilbaz yanınız ortaya çıkmış, pekâlâ sizin de uzun uzadıya konuştuğunuz bir an nihayet gelmiştir. Sırrın dilinizde değil ruhunuzda olduğunu, hissederek dile getirdiğinizi karşınızdaki nereden bilsin?
“… İçimde hep o boşluk var… Daha da büyümüş olarak… Ne yapalım? Kabahat sende değil… Sana âşık değilim. Halbuki dünyada sana âşık olmama icap ettiğini, sana da âşık olmadıktan sonra hiç kimseyi sevemeyeceğimi, bütün ümitlerimi terk etmek lazım geleceğini gayet iyi biliyorum… Fakat elimde değil… Demek ki, ben böyleyim.” (s.119)
Benzer sayıklamalarını, tüm sayıklamalarının içinden seçecek denli iyi anımsarsın. Dizlerine yatmıştı, iri gözleriyle içini okurcasına bakmaktaydı ondan kaçırdıklarına; gelgelelim senin tek sözünde sahtelik yokken onun tüm sözleri zehirli dikendi.
Diyemezsin, en azından o an ve hiçbir mutlu an için. Dilinin ucuna gelir, özünden taşar; yine de söze dökülmez. “Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar çok inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı. Ona kızgın değildim. Ona kızmama, darılmama, onun aleyhinde düşünmeme imkân olmadığını hissediyordum. Ama bir kere kırılmıştım. Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı; çünkü o benim için bütün insanlığın timsaliydi. Sonra, aradan seneler geçtiği halde, nasıl hâlâ ona bağlı olduğumu gördükçe, ruhumda daha büyük bir infial duyuyordum.” (s.148-149)
Bunca yıl sonra yine bu korları görmeyi beklemediğinden gözleri dolmuştur ve şu an bu satırları okurken geçmişin geçiciliğinin bir yanılsama olduğunu keşfetmiştir. Geçmiş, anlamı dışında geçen bir şey değildir ki! Geçen, sadece öykülerin yaşanma sırasıdır, hangi öykünün ne denli yaşayacağıysa düşündüğün gibi olmayabilir. Kurmacaymış, romanmış demeden kendinle özdeşleştirmen hep bundan işte! Canında acımış, etinde kanamış, berelenmiş yaraların bugün kanamıyor diye unutulur mu her şey? “Aman sende” diyebiliyor musun? Diyebilsen, bu yazıyı okuyor olmazdın! Bunların hepsi ruhumuzdaki infialden… Kızının öldüğünün ortaya çıkması, Raif Efendi’nin ‘kimse için hiçbir şey değilim’ sayıklamalarıyla ölmesi aynı infialden. O zaman şöyle diyelim: Ruhumuzdaki infial; geçmiş dışında kimsenin gideremeyeceği, akıl almaz özlemlerin devleştiği, yeri bir türlü doldurulamayan, bir gün karşılaşırsak hâlâ sevdiğini anlamandan korktuğun ve asla dolmayacağını yıllar sonra kesinkes anladığın boşluktur.


Alıntılar: Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna, Yapı Kredi Yayınları, 50. Baskı, İstanbul, Mart 2012

Hoş geldin

























değil diyemiyorum; sorsam sanat
içime batıyor; hepi topu kuru inat

karanlık pusuya yatan
gözümden uçuruma bakan
kuşkularımızın ortaklığına hoş geldin