Ruhumdaki İnfial




“Koşturmaca” deyip küçümsediğimiz yaşam kavgası, yüksek eğimli yatağında telaşla akıp giderken büyük olaylara alışkın bilinçlerimiz, görmezden geldiğimiz küçücük değişiklikleri derinden hissedince şaşırıp kalıyoruz. Üstelik bu curcunayı fiziksel değilse bile zihinsel açıdan devre dışı bırakan davranışlar sergilediğimizde kendimizi olağanüstü buluyoruz. Son zamanlardaki yoğun ve netameli iş temposundan, evdeki soluksuz çocuk nöbetlerinden tükenmiştim. Yaşamın ritminde herhangi bir gerileme yaşanmasa da o kitabı yeniden okuyarak, yaşayarak, düşleyerek yaşamın kaçan tadını yeniden aldığımı anbean hissettim. Kitabın sürükleyen akışına, daha evvel okumama ve “ünlü kitaplar fobi”me karşın kapıldım gittim. Şu kocaman dünyada onun kadar yapayalnız dolaştığım zamanların azımsanmayacak çokluğundan, epey zaman içimdekileri bir kişiye olsun dökemediğimden ve böyle bir insan bulmama imkân bile vermediğimden… Raif Efendi nasıl ki denetimini kaybetmişti, en az onun kadar ben de devreden çıkmıştım.
Raif Efendiyi hasta yatağında, beni sağlığımda kıvrandıran “geçmiş” kaç kere yakılmasına rağmen her nasılsa yine boy vermişti. Bedenimiz değilse bile benliğimiz yaşamımızın çatlaklarından sızabiliyordu. Hemen oracıktaydı, Raif Efendi’nin yanı başında, ondan başkalarının göremeyeceği bir tarih solumaktaydı. Ki bu satırları kâğıda düşerken bile ensemde o geçmişin solumalarını nasıl duyumsadığımı o kadim özne asla bilemez! Gelgelelim Raif Efendinin sobaya atılmasını istediği gizli tarihimizle yaşamaya ölüm döşeğinde bile engel olamayacağız demek ki. Belki kiminin defter tutmuşluğu,  hatta herhangi bir kayıt tutmuşluğu dahi yoktur; ama herkesçe bilinir ki belleğimizin sıra sıra odalarında o meçhul tarihin filmleri oynamakta, olur olmaz zamanların fotoğrafları birer birer dönmektedir.
“Yavaşça defterin yapraklarını karıştırdım. İçimde mukavemet edilmez bir merakın gitgide büyüdüğünü hissediyordum. Tek çizgili sahifelerde, iri, intizamsız harfler, gayet acele yazıldığı belli satırlar vardı. İlk sahifeye bir göz attım, serlevha filan yoktu. Sağ tarafta 20 Haziran 1933 tarihi ve hemen bunun altında şu satırlar yazılıydı:
“Dün başımdan garip bir hadise geçti ve bana on sene evvelki başka birtakım hadiseleri yeniden yaşattı.” (s. 43)
Ki mazi, elbet adama, adamına anlatılır. “İnsanları öğrenmek, bilhassa insanların size ne yaptıklarını bilmek istiyorum…” (s. 45) merakında olmayanlara içiniz ısınarak berelenmiş yaralarınızı gösterebilirsiniz. Hem belki o da sizin içtenliğinize inanır da böylece “Seninle hiç şöyle uzun boylu konuşamadık evladım… Yazık!” (s. 46) diye dertlenmekten kurtuluverir. Sonra aydınlanıveren doğa gibi canlanıverirsin. Dilbaz yanınız ortaya çıkmış, pekâlâ sizin de uzun uzadıya konuştuğunuz bir an nihayet gelmiştir. Sırrın dilinizde değil ruhunuzda olduğunu, hissederek dile getirdiğinizi karşınızdaki nereden bilsin?
“… İçimde hep o boşluk var… Daha da büyümüş olarak… Ne yapalım? Kabahat sende değil… Sana âşık değilim. Halbuki dünyada sana âşık olmama icap ettiğini, sana da âşık olmadıktan sonra hiç kimseyi sevemeyeceğimi, bütün ümitlerimi terk etmek lazım geleceğini gayet iyi biliyorum… Fakat elimde değil… Demek ki, ben böyleyim.” (s.119)
Benzer sayıklamalarını, tüm sayıklamalarının içinden seçecek denli iyi anımsarsın. Dizlerine yatmıştı, iri gözleriyle içini okurcasına bakmaktaydı ondan kaçırdıklarına; gelgelelim senin tek sözünde sahtelik yokken onun tüm sözleri zehirli dikendi.
Diyemezsin, en azından o an ve hiçbir mutlu an için. Dilinin ucuna gelir, özünden taşar; yine de söze dökülmez. “Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar çok inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı. Ona kızgın değildim. Ona kızmama, darılmama, onun aleyhinde düşünmeme imkân olmadığını hissediyordum. Ama bir kere kırılmıştım. Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı; çünkü o benim için bütün insanlığın timsaliydi. Sonra, aradan seneler geçtiği halde, nasıl hâlâ ona bağlı olduğumu gördükçe, ruhumda daha büyük bir infial duyuyordum.” (s.148-149)
Bunca yıl sonra yine bu korları görmeyi beklemediğinden gözleri dolmuştur ve şu an bu satırları okurken geçmişin geçiciliğinin bir yanılsama olduğunu keşfetmiştir. Geçmiş, anlamı dışında geçen bir şey değildir ki! Geçen, sadece öykülerin yaşanma sırasıdır, hangi öykünün ne denli yaşayacağıysa düşündüğün gibi olmayabilir. Kurmacaymış, romanmış demeden kendinle özdeşleştirmen hep bundan işte! Canında acımış, etinde kanamış, berelenmiş yaraların bugün kanamıyor diye unutulur mu her şey? “Aman sende” diyebiliyor musun? Diyebilsen, bu yazıyı okuyor olmazdın! Bunların hepsi ruhumuzdaki infialden… Kızının öldüğünün ortaya çıkması, Raif Efendi’nin ‘kimse için hiçbir şey değilim’ sayıklamalarıyla ölmesi aynı infialden. O zaman şöyle diyelim: Ruhumuzdaki infial; geçmiş dışında kimsenin gideremeyeceği, akıl almaz özlemlerin devleştiği, yeri bir türlü doldurulamayan, bir gün karşılaşırsak hâlâ sevdiğini anlamandan korktuğun ve asla dolmayacağını yıllar sonra kesinkes anladığın boşluktur.


Alıntılar: Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna, Yapı Kredi Yayınları, 50. Baskı, İstanbul, Mart 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder