Kıpırtılar dinip fısıltılar
kesildiğinde göz ucuyla bakıyorum salona. Gözler bizim üzerimizde. Masadaki
kitaplardan Sakallarımı Kestim Kuşlara’yı[1]
elime aldığımda heyecanlıyım. Neyse ki şiir kendini okutuyor: “saat mermi ve kuş / tıkır tıkır kanat
sesleri / rüzgârı vurdular aabi / öğlendi / yağmur tam bulutun üstünde”
Sonra çalıştığımız biçimde
salondaki kalabalığın içinde dağınık oturan arkadaşlarım sırayla Israrotu’ndan[2] Halis
hocam Bülent Bi Çay, Nurgün hocam Israrotu, Ekim Bütün Şeyler, Meral hocam
Perdeler, Mahmut hocam Akasya’ya Mektuplar, Serpil hocam Karıncalar şiirlerini
okuyorlar.
İzleyicileri salonun soğuğundan
şiir vadisinin sıcağına çekebildiğimizi şiirler okunurken masadan
gözlemleyebiliyorum. Çıt çıkmıyor. Şiirler bittiğinde hazırladığım açılış
konuşmasını yapıyorum:
İNSANLIĞA
GÜZELLEME: GÖKHAN TANER GÜNSAN’DAN “ISRAROTU”
1978 Ağustos’unda Samsun’da
doğan Gökhan Taner GÜNSAN Adana’nın Kuşçusofulu ve Denizli’nin Söğüt köylerinin
ardından öğretmenlik mesleğinin son altı yılını Çaycuma Nebioğlu Ortaokulu’nda
sürdürdü.
Şiirlerini Zon Kişot,
Bireylikler, Yaba Edebiyat, Evrensel-Kültür, Sunak, Yom Sanat, Varlık,
Yasakmeyve, Mor Taka, Yeni E, Ada gibi dergilerde yayımladı. 2013’te Yasakmeyve
yayınları arasından çıkan “Sakallarımı
Kestim Kuşlara” adlı şiir kitabını, Meda Kitap yayınları arasından çıkan
yeni kitabı “Israrotu” izledi.
Gökhan öğretmenimiz bilimsel,
demokratik ve laik eğitim adına mücadele eden her Eğitim Senli arkadaşımız gibi
insanlığını gerici iktidarlardan, aklını cemaatlerden almamıştı. İşte bu
nedenlerden hiçbir hukuk kuralı tanınmadan, sorgusuz sualsiz, tamamen kanıtsız
biçimde 7 Şubat 2017 tarihinde yayımlanan 686 sayılı KHK ile sevgili
arkadaşımız, Eğitim Sen Çaycuma temsilci Gökhan Taner GÜNSAN, memuriyetten
ihraç edilmişti. Her dem yarı aydınlık yarı gölgeli ülkemizin iklimi bir doz
daha karartılmıştı ve bugün, ikinci kitabının söyleşisini yapma onurunu
yaşadığımız Gökhan Taner GÜNSAN, bir diğer ihraç edilen arkadaşımız Eğitim Sen
Zonguldak Şubesi şube sekreteri İsmet AKYOL’la birlikte haksız hukuksuz ihracın
ikinci yılını da öğrencilerinden uzakta geçirmenin burukluğunu yaşıyor. Oysa
onlar cezalandırılmayı değil, ödüllendirilmeyi hak eden eğitimcilerdi. Keza bu
doğrultuda yüksek sorumluluk düzeyine sahip bir eğitimci ve sendikacı olmasının
yanında toplumsal duyarlılığını üst seviyelere taşımış bir şair olarak şiirleri
ve yayımladığı kitapla da kentin kültürel gelişimine önemli katkılar sunduğu
için ZOKEV (Zonguldak Kültür ve Eğitim Vakfı) tarafından İsmet AKYOL ile
birlikte 2017 Eğitim Ödülü’ne layık görülmüştü.
Gökhan Taner GÜNSAN toplumsal
acılarımızdan, hüzünlerimizden koparmadı şiirlerini. Soma’yı, Ermenek’i, üstübüyle
gözyaşını silen çocukları, Cumartesi Annelerini, Hrant’ı, Ethem’i unutmadı.
Yarınlara inandı ve biz unuttukça bize baharı hatırlattı.
Bugün şiirle sımsıkı dost olmuş,
hatta tepeden tırnağa şiire kesmiş Gökhan öğretmenimizin ikinci kitabının
heyecanıyla doluyken hâlâ görevine iade
edilmemesinden mutluluğumuz yine gölgeli. Onun dediği gibi “Maalesef bu ülkede mutlu olmak, heyecan duymak neredeyse lüks haline
geldi. Ama ısrarcıyız yaşamı yeniden kurmak için, çünkü gidecek başka yerimiz
yok. Şiirlerim tanığıdır yaşadıklarımın, yaşadıklarımızın.”
Yeni kitabından birkaç dizeyle
bitireyim: "Bir ananın evladını
alabilirsiniz/ ama doğurganlığını asla/ bir çiçeğin tohumunu alabilirsiniz/ ama
tohumun çiçek olmalığını asla."
Sözü çekik gözlü, güleç, utandığında
o çekik gözleri düz, siyah bir çizgide kaybolan Gökhan Taner GÜNSAN’a
bırakıyorum ve söze birkaç gündür bu etkinliğin afişini internette paylaşmasının
mahcubiyetiyle başlarken bu çizgiyi yüzünde görebiliyorum.
Halis hocanın okuduğu,
Israrotu’nun da ilk şiiri olan “Bülent Bi
Çay”ın öyküsüyle başlıyor söyleşiye. Çaycuma Öğretmenevi’ndeki çaycı Bülent’e
yazmış bu şiiri. Onun eğrisiyle doğrusuyla günümüz emekçilerine ait kurnazlık,
insan sevgisi gibi birbirinden farklı özellikleri üzerinde taşıdığını söylüyor.
Bülent, kendisine şiir yazıldığını öğrenince pek mutlu olmuş, hatta arkadaşları
arasında övülmüş; ne var ki Bülent daha bir çay bile ısmarlamamış ona. Zaten
şiir de öyle başlıyor: “oturup uzun bir
çay söylüyorum kendime” Şiirin son dizesi ise gönül telimi titretiyor: “bu şiir kendine bir çay bile
söyleyemeyenlerindir”
“Solgun” şiirinde geçmişin, büyütülmüş yoksullarının izinden
yürütüyor bizi. Şiir bittiğinde gözlerim üzerinde, elim yazmaya hazır,
bekliyorum. “yetmiyor yazmak / yetmiyor
yaşamak” dizelerini yineliyor. Vurucu, dolu, biraz karamsar, günümüzle iç
içe...
(Kilimli'de açlık grevi yapan maden işçileriyle dayanışma gününden. Mayıs 2016 olmalı. Fotoğraf Tuna Ölger'e ait.)
İki yılı aşan ve hâlâ sürmekte
olan yorucu süreçten söz ediyor ve bazen sadece şiirle ilgilenme niyetiyle
ıssız yerlere kaçma isteğiyle dolduğunu gizlemiyor. “Bir an önce dönsek de Orhan
Veli gibi şapkamızın altında yaşasak diye düşünüyorum bazen,” diyor. Anlattıkça
o, Orhan Veli, bir de ne ilgisi varsa Charlie Chaplin canlanıveriyor gözümün
önünde. Ortada Gökhan, iki kenarda iki usta... Yürüyorlar, Charlie bastonunu
sallıyor, Gökhan yerdeki çakıl taşlarını tekmeliyor, Orhan Veli’yse gökyüzüne
baka baka “Beni bu güzel havalar mahvetti,” diye mırıldanırken... Hooop,
belediye çukuruna.... Hayallerimiz bile rutubetli, karanlık...
Yazan bir insanın diğer işlerle uğraşmasından
dem vurarak örnek veriyor. Mesela bir şiirin ortasında gecelemiş, sabahlamışken
İsmet arıyor ve sendikal etkinliklerin peşinde okul okul koşturmaya başlıyor. Sonra
yaşananları anımsatarak bir tür iç çözümlemeyle “ne kahramanız ne de mağdur,”
diyor. Ayrıca Israrotu’nda iki yıllık
ihraç sürecini anlatan çok az şiir olduğunu, çoğunun daha önceki zamanlarda
yazıldığını öğreniyoruz.
Eleştiriyi çok önemsediğinin
altını çizerek yeni bir öykünün peşine götürüyor bizleri. İlk kitabı Sakallarımı Kestim Kuşlara’da yer alan 33
şiirde 66 kere “ölüm” sözcüğünün geçtiğini söylemiş biri, karamsarlığından dem
vurarak. “Bu kitapta olmasın dedim, ölüm yerine, öleni anlatmak yerine ‘onlar yaşadılar’ dedim; ama bakıyorum
yine karamsarlık hakim.” İşin ilginci, ilk kitabın eline ulaştığı gün Gezi direnişi
başlamış. Herkes gibi onun da gözü kulağı, gönlü havalanmışken kitabı ortaya
çıkarmamış, bekletmiş, ancak üzerinden bir ay geçince süreçle bağını kurarak kitabı
okurla buluşturmaya karar vermiş.
Kitabın son şiirini, “Zonguldak Türküsü”nü okuyor. Bunu, Zonguldak’a
geldikçe orada oturmayı çok sevdiği, Demokrat Büfe’nin oradaki İşçi Kahvesi’nde
yazmış. O bunu der demez gözümün önünde bir fotoğraf beliriyor. Camında İşçi
Kahvesi yazan yuvarlak bir masada otururan
şair, bu fotoğrafıyla mı ikinci kitabının muştusunu vermişti? Aklımdaki
fotoğraf karesine bakarken karenin dışındakileri o anlatıyor. Kahvenin
müdavimleri, masanında ha bire bir şeyler yazan birine sıcak bakan türden kişiler
değil. Öyle ya, orası bir işçi kahvesi. Millet geçim derdindeyken “Bu adam ne
yazıyor?” diye terslemezler mi? İşitmiş, inşaattan gelen birinin ustasından 10
lira sigara parası istediğini. Durumun vehameti! O ortamda şiir epey lüks... “Orada
dayak bile yersin,” derken gülümsüyor.
Derken Gökhan’ın dünya tatlısı
kızı Akasya salona dönerek “Doğanın Şarkısı” şiirini okuyor. Özenli defterini,
güzel yazısını görebiliyorum. Babası gibi şiir yazmasını düşünürken şiirinde
“tohum” diyerek sanki beni doğruluyor Akasya. Yerine oturduğunda bu şiir
yürekli kızı hâlâ alkışlıyor salondaki kalabalık. Ben “Babasının kızı,” diye
takılmaya hazırlanırken dostluğuna güverenek “Babasından daha yetenekli,” diyenler
oluyor. Gülüşmelerimiz, Gökhan’ın “Daha para eden bir türde yazmasını, örneğin
roman yazmasını söyledim ama şiirde karar kıldı,” demesiyle yoğunluk kazanıyor.
Şiirin dünyamızdaki yerinden
bahsediyor. Toplumsal mücadelede bizi bir araya getiren, hayatımızda çok önemli
yeri olan bir tür olarak düşündüğünü; öyle ki şiirlerin elden ele
dolaştırılması, yaygınlaştırılması lazım diyerek ekliyor: Ne var ki
yayınevlerinin şiire mesafeli yaklaştığını, birçoğunun ancak masrafları
karşılanırsa şiir kitabı bastığını; çünkü şiirin çok okuru olmadığını söylüyerek
Cumhurbaşkanının “her yerde iktidarız; kültür sanatta değiliz, sözlerine dair
nitelikli şair ve yazarların ciddi sorunlar yaşadıklarını, eserlerini yayımlatmalarının
sanıldığından zor olduğunu sözlerine ekliyor.
Şair Osman Günay, Gökhan’a ek
olarak çoğunluğun şiiri çok ciddiye almadığını; ama egemen güçlerin şiiri her
zaman ciddiye aldıklarını, üzerinde titizlikle durduklarını söylüyerek Nazım
Hikmet örneğini veriyor: “Nâzım, parti üyeliğinden değil, şairliğinden onca yıl
cezaevlerinde kalmıştır.” Hiç ummadığı biçimde kendinin de dört şiiriyle hakim
karşısına çıktığını, yargılandığını, dolayısıyla şiirin izinin düşündüğümüzden
daha fazla sürüldüğünü anlatıyor. Bu durumları göz önüne alarak sanatçıları sindirmeye,
sindirmeyi başaramadıklarını dönüştürmeye çalıştıklarını, kamuoyunda böyle
sanatçıların olduğunu, hatta salondakilerin çoğunun kitaplığında bu şairlerin
kitaplarından bulunduğuna emin olduğunu söylüyor. Şiirin gücünden dem vurunca
“unutmayalım,” diyerek cumhurbaşkanını örnekliyor. “Onun İstanbul Büyükşehir
Belediye Başkanlığından yükseliş yolu, hapis yattığı şiirle açılmıştır.” Sözü
Gökhan’a geitrerek iki yolu var diye sonlandırıyor Osman Günay: “İlki eğitim
emekçisi yolu, diğeriyse edebiyat sanat yolu,” diyerek onun sanatçı yönüyle de
desteklenmesi gerektiğini vurguluyor.
[1] Gökhan
Taner Günsan, Sakallarımı Kestim Kuşlara, Yasakmeyve Komşu Yayınları, 1. Baskı,
İstabul 2013.
[2] Gökhan
Taner Günsan, Israrotu, Medakitap, 1. Baskı, Ankara 2019.