Kardeşimin vasat hikâyesi





Zülfü Livaneli’nin sanatçı kimliği üzerine uzun uzadıya konuşulabilir ve ne kadar konuşulursa konuşulsun mutlaka eksik bıraktığımız, unuttuğumuz yönleri olacaktır. Besteci, müzisyen kimliğinden tutun da yönetmenliğine, köşe yazarlığından tutun da sayısı sürekli artan romanlarına kadar giderek uçsuzlaşan özgün bir sanat vadisinden bahsediyoruz. Öyle ki çeşitli vesilelerle kendisi ve eserlerinin belli yönleri hakkında bizim de söz söylemişliğimiz vardır.
Son on beş, yirmi yıldır Zülfü Livaneli’nin diğer sanat dallarına nazaran edebiyatla daha içli dışlı olduğunu yıldan yıla sayısı artan eserlerine bakarak görebiliyoruz. Ne var ki yazarı Zülfü Livaneli bile olsa her eserinin sürekli ilgiyle karşılanması, yüzlerce baskı yapması, birçok dile çevrilmesi gibi olumlu süreçlerin sonucu olarak dinmeyen bir hızla kitap yayımlamanın riskleri de var. Bu temponun bir ürünü olarak yayımlandığı 2013’ün en çok okunan romanı olan, farklı kesimlerden isimlerin övgü cümleleriyle tanıtımı yapılan “Kardeşimin Hikâyesi” bize kalırsa Livaneli gibi nitelikli ve özgün bir yazarın eser listesinde hayli vasat duruyor.
Kardeşimin Hikâyesi, Arzu Hanım’ın bıçakla delik deşik edilerek öldürülmesiyle başlıyor ve tıpkı bir film sahnesi gibi gözünüzün önünde canlanıveriyor anlatılan. Elbette ortada kanlı bir cinayet varken ve cinayetin faili belirsizken bize olan olmuş, biten bitmiş demek yerine cinayetin sırrını çözmek düşüyor. Derken mesleğinin henüz başındaki genç ve güzel gazeteci kadın, cinayeti haberleştirmek, maktulün ölümündeki esrar perdesini aralamak, bu sayede kendini kanıtlamak için Podima’ya gelir ve Ahmet’in kapısını çalar. Romanın baş kişisi Ahmet’in dış dünyadan uzak durması, gizemli yaşamı hem okurun hem de gazetecinin ilgisini çeker.
Buradan itibaren öykünün giderek vasat seyretmeye başladığını, basitleştiğini hissediyorsunuz. Şimdi bunun gerekçeleri üzerinde durmaya çalışalım.
Romanı herkes okusun, roman herkese hitap etsin diye arı duru tutulan dilinin tatsız bir yavanlıkta olduğunu, ortalama bir düzey tutturulan anlatım özellikleriyle duygusuzlaşmış, derinliğini yitirmiş, tatsız tuzsuz bir kıvama ulaşmış bir metne variyva yolumuz. Yazar, dilindeki yalınlıktan edebi haz uyandırmamayı amaçlamış olamayacağına göre sorunun kaynağını yazarın seçiminde aramak gerek. Böyle bir konunun sarsıcı, şaşırtıcı bir biçemle yazılmamış olması da bir yazarlık seçimi. Üç yüz sayfayı aşkın bir anlatı boyunca dilin sıradanlığı, aynı şekilde biçemi, olmayan dil oyunları, bir tane bile bilinmeyen sözcük kullanılmaması ile Zülfü Livaneli “titiz romancılığı”nı Tayland’da (orada yazdı romanı Zülfü Livaneli) bırakmış sanki.
Romanın yazı boyutunun alışılagelenden hayli büyük tutulması yine genel okur düzeyi algısı gözetilerek belirlenmiş olsa gerek. Bu kadar deneyimli bir yazarın (bütünlüklü bir sanat adamının) kendini çok satılan eserler okuruna göre konumlaması, dolayısıyla popüler kültüre ayarlaması yadırganmayacak gibi değil.
Kitap boyunca ne çok marka adı geçiyor. Bunlara gerek var mı? Örneğin ısrarla votkanın markasını söylemesindeki amaç nedir? Aynı ısrarı otomobil, tablet, ayakkabı gibi ürünlerde de sürdürerek sıradan okuruna vitrin gezmesi mi yaptırıyor yoksa romana gizli reklam mı alıyor? Öyle ki Rus votkası, Rus üretimi votka, Rusların meşhur votkası demesi haliyle yeterlidir.
Roman, “odağında aşk var” biçiminde sunulsa ve güya aşkın labirentlerine doğru yol alan baş döndürücü bir serüvene dönüştüğü iddia edilse bile ne Ahmet’in gazeteci kıza ne Ali’yle Muharrem’in Arzu’ya bağlanması ne de Olga’ya sırılsıklam aşık olan Mehmet anlatılan aşkın tadındaydı. Aksine zorlama bir aşk kitabı oluşturulmaya çalışıldığını düşündüm.
Kitabın reklam meziyetlerinden bir diğeri ise “cinayet romanı” diye sunulması. Ne var ki daha ilk ipucunda tüm düğümü çözülen yapısıyla (kolyeden itibaren) bu da sırıtıyor. Dolayısıyla bir cinayet romanı, bir polisiye romanı için fazla elini gösteriyor.
Anlatıcının on yaşında ölen Ahmet’in ağzından yapılıyor olması (ya da olmaması), şizofren eğilimli kardeşin yerine de bir hayat yaşanmış olması çok başarılı verilmiş. Yine Ludmilla’nın Olga’ya karşı duygularını romanın sonunda bir çırpıda ve biraz şaşırtmaca yaparak veren yazar bu şaşırtmacasında da başarılıyken bu duyguların doğallığında aynı başarıdan uzaklaşıyor gene. Düpedüz yapay ve tatsız.  
Romanın sonu da son gibi bitmiyor. Aceleci, eksik, güdük, dolgu tadında bir son.
Doğan Kitap’ın bu roman için “Bu yazın en çok okunacak kitabı” diye reklama çıkmasını, romanı okuduktan sonra abes bulmadım. Yerinde bir öngörü. Fakat neden böyle? Yukarıda saymaya çalıştığımız tüm göstergelerin vardığı, varacağı sonuç, Kardeşimin Hikâyesi romanının yüksek satış oranına ayarlı bir ticaret ürünü olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla plajda, piknikte, kampta, bahçede, mangalda, her yerde okunabilecek rahatlıkta ve asla okurunu yormayacak kolaylıkta bir eser olup kitlesinin merakını kamçılamak için yeterli bir eser görünümünde; ne var ki “gerçek edebiyat okuru”na hitap etmeyen kurulukta...
Bendeki baskısında “467000 adet” yazıyor. Keşke bu sayıyı hiçbir ünü olmadığından kitapçı raflarında tozlanan, yıpranan nice nitelikli eserlere paylaştırabilsek.

Kardeşimin Hikâyesi, Zülfü Livaneli, Doğan Kitap, 234. Baskı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder