NAKİYE HANIMIN YAHYA’SI




Yahya Kemal Beyatlı’nın Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hatırlarım[1] kitabında öyle bölümler var ki insanın içine dokunur. Kitap “Hayâtımın Bâzı Seneleri” diye başlayan küçük bir ön sözün ardından şairin Nakiye Hanımı anlattığı “Annem” başlıklı bölümle sürer. Bu başlık altında okuyacaklarımızın gönül telimizi titreteceğini ilk cümlesinden hissederiz: “Annemin bir resminden mahrûmum.”

Bir evladın vefat etmiş annesine dair tek bir görüntüye muhtaç olmasını günümüz dünyasında anlamamız kolay değil. Ne var ki bu devasa eksiklik, Yahya Kemal’in kapanmayacak yarasıdır. “Onun bir resmi hayâtımın en büyük yâdigârı olurdu. Annemin sîmâsını şimdi iyi hatırlayamıyorum. İslâm tesettürünün en şedîd bir muhîtinde doğduğu, yaşadığı ve öldüğü için bir resmini bırakmadan kayboldu.” Sözünü böyle sürdüren şair paragrafı “kayboldu” diye sonlandırırken annesi Nakiye Hanımı hafızasında canlandıramamanın acısını yaşamaktadır. Bir fotoğraf yahut resimle var olacak, somutlaşacak, kalıcılaşacakken şimdi kaybolmuştur. Evlat Yahya’nın bahtsızlığı bir yanda duradursun, annesine üzülmektedir şair. Çünkü annesi saklanmanın, örtünmenin, erkekten kaçmanın en şiddetli muhitinde doğmuş, yaşamış ve ölmüştür.

Nakiye Hanım beş vakit namazına koşut aldığı abdestinden başka gün içinde defalarca elini yüzünü yıkayan marazi derecede titiz ve temiz bir kadın olup okuldan dönen kendisini ve kardeşini temizlemeden rahat edemezdi. Öte yandan kocasının akşamcılığına dertlenir, dertlense de içkisini karşısında içmesini dilerdi. Nitekim on iki yaşına kadar her akşam babasının içkisini onlarla içtiğini hatırlayan şair, o tarihten sonra babasının değiştiğini, Selanik’e gidip geldiğini söyler. O tarih, 1895, ailenin miladıdır. En başta nispeten rahat bir hayat süren annesinin kaderi bu andan itibaren değişir. Babası Üsküp’ten ayrılmak, Selanik’te yaşamak isteğinde diretir. Annesinin tüm karşı koyuşlarına karşın babası, kararını uygulatmak için merhametsiz kalbiyle evin eşyalarını satar. Gururu perişan olan kadın kahrından yataklara düşer. Yuvasının sonsuza kadar dağılacağını anlayan bu hisli kadının bahtı, kötü bir adama dönüşen babasından dolayı tersine dönmüştür. Üstüne bir de vereme yakalanır. “Zavallı ümmî kadın ne kadar doğruyu görüyormuş! Hakîkaten o zamandan sonra kendi öldü, biz evlatları küçük yaşda dağıldık, perîşan oldu, hasılı o gün bu gün bir daha bir çatı altında birleşemedik!..”

Hâl böyle olunca Üsküp’ten ayrılışları feci olur. Selanik’te denize nazır, güzel bir eve taşınmışlar, babası Selanik Adliyesi’nde bir memuriyet almıştır. Ne var ki gündüz adliyeye devam eden adam geceleri içki ve eğlence âlemlerinde dolaşmakta, vur patlasın çal oynasın yaşarken ciğerlerine yapışan amansız illetten mustarip annesi yeni evlerinde hasta yatmaktadır. 

Günden güne kötüleşen dermansız kadın, Üsküp’e dönmek, orada ölmek isteğini sürekli dillendirdiğinden en sonunda babası kardeşiyle gitmesine razı olur. Yahya’ysa tahsiline Selanik’te devam edeceği için babasıyla kalmak zorundadır fakat bir süre sonra onlar da Üsküp’e dönerler.

Veremin kıskacında ölümü bekleyen zavallı kadın, tek teselliyi Yahya’dan beklerken o sürekli arkadaşlarıyla koşup oynamakta, afacanlıklar, çığırtkanlıklar yapmaktadır. Fakat bir gece annesinin etrafında bir kalabalık görünce evde bir farklılık sezer. Felaket gelip çatmıştır. O geceyi annesinin hasta yattığı salonun yanındaki odada geçirir. Gece boyunca yorganın altında ağlar durur, uykuya daldığı sıralarda korkulu rüyalar görür. Bu rüyalardan birinde bir arkadaşının kucağında yatan annesinin çenesinin bağlandığını görünce korkuyla uyanıp odanın kapısını açar ve annesinin rüyadaki vaziyette çenesinin bağlandığını görür.

Teneşire yatırılan annesinin üzerinde beyaz kefen vardır. “Yüzünü açtılar. Kendisini ruhsuz, gözleri açık ve gülümser bir halde gördüm; (...) Kendisi (ile) aramda ne kadar mesâfe olduğunu ölçemiyordum; yüzünü müebbeden hayâlime nakşetmek için, kalbimin bütün kuvvetiyle bakıyordum.”

Şair yüzünü tam hatırlayamadığı annesini son görüşünü Ufuklar[2] şiirinde de aynı kederle anlatır.

 

Annemin na’şını gördümdü;

Bakıyorken bana sâbit ve donuk gözlerle,

Acıdan çıldıracaktım.

Aradan elli dokuz yıl geçti.

Âh o sâbit bakış el’an yaradır kalbimde.

O yaşarken o semâvî, o gülümser gözler

Ne kadar engin ufuklardı bana;

Teneşir tahtası üstünde o gün,

Bakmaz olmuştular artık bu bizim dünyâya.                         

 

Annesi Nakiye Hanım’ı çok erken yaşta veremden kaybeden Yahya Kemal, onun yokluğunun yarattığı eksikliği ömrü boyunca hisseder. Aynı yakınlığı babasına duymadığı gibi hatıralarında babasını uzun uzadıya anlatmamış, “Babam” diye bir bölüm yazmamıştır. Çünkü şairin gözünde annesinin acılarına, ölümüne neden olan kişi bizzat odur. Bu nedenle babasına hayatı boyunca -zaman zaman şiddeti azalsa bile- kırgın kalmıştır.

“Annem ölmüştü. Çıldırmış bir haldeydim. O (anda ölmek), intihar etmek istiyordum. Bu müthiş yokluğa, bu derin acıya tahammül edemiyordum. Bir deliyi tutar gibi sımsıkı tutuyorlardı; yüzümü, gözümü yıkıyorlardı. Heyhat ki ıztırâbım durmuyordu (...) Annem gibi ölmek, hemen ona kavuşmak istiyordum. İntihar vâsıtalarının ne olduğunu düşünüyordum.ʺ 

 

Divan şairi Nedim’in “Sözü az söyle, güzel söyle” anlayışına uygun bir şiir anlayışındaki şair, en çok ölüm, İstanbul, müzik, sonsuzluk, doğa, deniz, aşk, tarih temalarını işlemiştir. Annesinin naaşını teneşir tahtası üzerinde gördükten elli dokuz yıl sonra olayı şiirleştirdiği düşünülürse ölüm temasını ve annesini ne kadar önemsediği bir kez daha açığa çıkar. Ne var ki onun şiirlerinde sıklıkla rastladığımız ölüm, bir son değil, bir kader ve sürekliliktir, âsûde bahâr ülkesidir.

 

                Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,

                Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.

               

Klasik İslam inancının, ibadet dizgelerinin, tasavvuf felsefesinin dışında tuttuğu ölümü özgün bir bakışla anlatır.

 

Artık güneş görünmez olur, gök bulutludur,

Râhatça dal, ölüm sonu gelmez bir uykudur.

 

Hem öğrencisi hem yakın dostu olarak şairin sürekli yakınında bulunmuş Ahmet Hamdi Tanpınar, “Yahyâ Kemâl, sohbetlerinde gerek Üsküpʹteki hayattan, gerek annesinin ölümünden sık sık bahsederdi. ‘Ben anneme benzerim’ sözü, Lamartine gibi onun da konuşmalarında geçerdi.” diye belirtir. [3] Şairin annesini kaybetmesi, geri gelmeyecek bir bahar mevsimi, bozulan bir huzur iklimi, emsalsiz bir sıcaklığın bitimidir. Yahya’nın annesiz geçen ömrü bir denge yitimidir, ona bütün bir hayatı yalnız yaşatan.

Koca şairin Tanrı inancının olup olmadığını sorgulayan densizlerden olmamakla beraber yaşamı onun gibi düşünenlerdeniz: “İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.”

 


[1] Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hatırlarım, Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul Fetih Cemiyeti, 8. Baskı, İstanbul, 2017

[2] Kendi Gök Kubbemiz, Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul Fetih Cemiyeti, 47. Baskı, İstanbul 2018

[3] Yahyâ Kemâl, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergâh Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1995

 


Düşmanla yüzleşmeyi dertlenen roman: Livaneli'den Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm





Her insanın derdi kendine büyüktür. Kuşkusuz böyledir ki bazen hangi sığınağa kaçacağımıza karar veremezken bir gün bir göçükte sıkışmış gibi tek ışık huzmesine mahrum olarak aklımızın karanlık kasvet kuyularında büyüttüğümüz nur topu derdimiz yüzünden soluksuz kalabiliriz. Bu hipnoz anları hiç bitmez artık. Her türlü ortamda varlığını duyurabilen, mükemmelleştirdiğimiz dert yüküyle bütünleşmişizdir. Nefrettir o, biz nefretizdir artık.
Gelgelelim en büyük dert yükünü omuzladığına inanan insanın ruhuna mercek tutacak olursanız içinde gizlenen kendini büyük görme duygusunun ne denli semirdiğini de görebilirsiniz. Öyle ya, bu kişiler büyük dertlerin büyük hedefleri engellemek için var olduklarını iddia edeceklerdir.
Dert yükünü yakasından indiremeyenlerle, her derdi kendine yük edinmişlerle, çaresizlerle, usanmışlarla çevrili bir kara parçasıdır etrafımız; oysa omuzlarımıza abanan devasa nefret yüküyle inim inim inlemekte ve çağdaş bir Sisifos gibi dertler tanrısının katına doğru tırmanmaktayızdır. Ezilmekten korksak da yükü bırakamayız, yükten usansak da duramayız. Dünya yansa görecek, kokusunu alacak durumda değiliz! Hal böyle zorlu, yük böyle esaslı, hayat böyle umarsızken ikinci bir seçenekten habersiz kalınca çözümü nasıl bulacağız? Dert müptelası olmuş, dert dışında her şeyden arınmış, inim inim inleyen bir boşvermişlik anıtı olduğumuzun ayırdında değil misin?




Zülfü Livaneli’nin Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm[1] romanı geçmişin yıkıntılarıyla yüzleştiriyor bizi. Ama bu yüzleşmeyi, sağlıklı biçimde yapabileceğimiz bir mekanda, çözüm yollarına başvurma geleneği olan, dertleriyle başa çıkabilen ve bunlarla uyumlu biçimde yaşayabilen İsveç’te yaptırıyor.
Bu ülke iyiydi, bu doktor gibi iyi insanlardan oluşuyordu. Bu çılgın dünyada, nasıl olduysa saf ve temiz kalabilmiş bir ulus yaşıyordu Kuzey’de.
Terk ettikleri ülkelerin gaddar düzenleriyle kıyaslanamayacak bir beyazlıklar ülkesidir İsveç ve kendine sığınanların dertlerini kara toprağına alıp üzerlerini bembeyaz örter. Kar altındaki gün sayısı uzadıkça oranın huzuruna, sükunetine uyum sağlayan insanlarıyla yarı ütopik bir masal diyarıdır. Üstelik bir tür aşıdır Kuzey’de bu dertler ve azmanlaşmasına izin vermedikleri küçük dertçikleri kontrollü olarak salarlar ideale yakın bünyelerine.
Günün birinde, işkence görerek vatanlarından koparılmış bir avuç politik mülteciyi ortak acılarda buluşturan tiksindirici biri gelince İsveç’e, kemikleşen düşünceleriyle dertlenir/dertleşirler.
Hayatında en çok nefret ettiği insandı bu. Yıllarca ölümünü arzuladığı düşmanıydı...
Zamanın her derde deva olduğu, en büyük ilaç olduğu sözlerinin doğruluğunun sınandığı bir karşılaşmadır, eski bakanla rastlaşması ve dokuz yıldır ülkesinden uzakta yaşasa da geçmişinden kurtulamayan Sami’yle önü alınamaz bir hikâyeye sürükleniriz.
Dokuz yılda neler değişmez ki! Her şeyle beraber insan değişir en başta. Geçmişin çözümlemesini doğru ve tutarlı yapanların değişimi az kusurlu olurken tersine davrananların değişimleri tarihin gelişim seyrine değil, günün seyrine uyar. Sami hayatının nefret timsali olan eski bakanla bir tür ıssız adada yalnız kalarak kendisiyle de yüzleşir. Böylece gurbette iki düşman mı, yoksa birbirine muhtaç iki yurttaş mı olduklarını sorgulamaya başladıkça yüksek seyreden nefret çıtasının giderek düşmeye, hatta sönmeye meylettiğini görür.
Oysa Sami işi hiç bu noktadan algılamamıştı. Yaşlı adamla bir arada bulunmanın yarattığı ilk heyecan ve adama duyduğu öfke, yerini merak ve oyalanma duygusuna bırakmıştı. İlk anda, o ulaşılmaz adamın elinin altında olduğunu bilmesi, ona garip bir zevk vermiş, isterse adamı öldürebileceğini bilmenin ürpertici tadını yaşamıştı.
Uçsuz bucaksız bir plajın tek bir kum tanesi ne kadar küçükse evrende kapladığımız alan da benzer oranda küçük. Ne var ki aklımız, her türlü taşınmaz dert yükünü küçücük omuzlarımıza yüklemeye kalktıkça bunların altında ezilir dururuz. Geçmişin hesaplaşmasını ortaya atıp sonra bu düşüncede bocalayan; ama yine de bundan tamamen vazgeçirmeyen ayrıntılarla doludur aklımız. Sami’ye en çok nefret ettiği adamdan hesap sordurtacak feci ayrıntı bir 3 Ocak günü yaşandığı için infazın 3 Ocak’ta gerçekleşmesi şartıyla sorumluluğu üzerine alır. Hayatının karartıldığı, sevdiğinin öldürüldüğü günün yıl dönümünde dert yükünden de arınacaktır.
Aradan çok geçmemiş olmalıydı çünkü radyoda hâlâ Sealed with a kiss çalıyordu. Derken benim tarafımdaki kapı açıldı. Bağırışlar, haykırışlar duydum. Biri başıma vurdu. O anda dönüp Filiz’e baktım. Niye daha önce o tarafa dönmedim bilmiyorum. Belki de o kadar vakit geçmemişti. Her şey birkaç saniye içinde olup bitmişti.
İnsanın yaşamında özel anlar vardır. Bunlar genellikle büyük acılarla kesişir. İnfazlar, ağır adaletsizlikler, engeller... O özel anlarda yaşanan ve yaşatılanlarla hayatı bir anda berbat olan kişi hesaplaşmasını asla bırakmaz. Tek taraflı olarak sürdürdüğü bu hesaplaşmada karşı tarafın sorumluları azılı suçlulardır.
İnsanın hayatında sevmedikleri, aynı ortamda bulunmak istemedikleri, hatta nefret ettikleri olmaz mı? Öyle tiksinti duyulan kişiler olur ki onların başına gelebilecek en kötü şeylerin gelmesini arzular insan.
Her insanın farklı bir tarihi vardır, hiç tartışmasız. Nice aşılamayan engel, varılamayan durak, ulaşılamayan ödül varsa yaşamında, şimdiki zaman varlığını oluşturan o geçmişin gerçekleşememiş, çizilmiş, zedelenmiş, bozulmuş olmasındandır. Zaten artan bir adaletsizlik üzerine kurulmuşken insanın bugünü abatılı değerlendirmelerle giderek ayarı şaşan geçmişin terazisi bir daha asla doğruyu gösteremez. Bu bağlamda nostaljik bir sorgulamanın yapılabilmesi zaten pek de mümkün değildir ve kişisel tarih “mazi” özlemiyle yanar durur. Dolayısıyla kişisel tarihini değerlendirmeye her insan mazhar olamaz.
O zaman dehşetle, geleceğe dair hiçbir hayalimin olmadığının farkına vardım. Ziyan olmuş bir yaşamın arkasından ağıt yakıyordum ve ileriye dönük hiçbir şey söylemiyordum.
İnsanın tiksindiği durumlarla, kişilerle yüzleşmesi iki karşıt varlığın birbirini yok etmesi biçiminde olmayabilir. Sami düşmanı bellediği eski bakanla rastlaşıp bir süre aynı çatı altında yaşadıktan sonra derdini söndürmeyi 3 Ocak’a ayarlıyor. Ne var ki umduğu gibi olmadığını, nefretini sürdürecek zemini yitirdiğini ve düşmanı saydığı adamla giderek yakınlaştığını hayretle fark ederek 3 Ocak gününe geldiğinde şöyle düşünüyor:
Horatius’un dizesini hatırladım: “Ölmek isteyeni kurtarmak, öldürmekle birdir."



[1] Zülfü Livaneli, Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm, Doğan Kitap, 95. Baskı

Kirpik İmgesi ve Kirpik Bilgisi




Divan edebiyatımızda bazı kavramları dolaylı anlatmak için kullanılan sanatlı sözler vardır, bunlara mazmun denir. Zaman içerisinde çok sevilerek yaygınlaşmış, genelleşmiş, kalıplaşmış bu imgeler halk edebiyatında da kullanılmıştır. Kaşlar yay, keman, hilal; gözler nergis, badem; yanaklar elma; burun hokka; dudaklar kiraz; kirpiklerse ok, mızrak ucu, hançerdir. Sevgiliyi betimlemek için kullanılan bu imgeler aslında mükemmel güzelliğin ve mükemmel sevmenin göstergeleridir.
Biz buradan “kirpik”e yoğunlaşalım. Kirpik, Farsça müjgân sözcüğüyle eş anlamlıdır. Divan şiirinde sıklıkla karşılaştığımız, halk şiirinde de rastladığımız kirpik/müjgân mazmunu, sevgilinin aşığa bakarak ok atmasını temsil eder. Her iki şiir anlayışında da yaralayan, avlayan vasıflarında kullanılan kirpik; aşığı kalbinden yaralayabilme, ona diz çöktürebilme, ah dedirtebilme gücünde bir silahtır.



Simsiyah saçları, simsiyah kaşları ve simsiyah kirpikleriyle ve diğer özellikleriyle zalim sevgili mükemmel güzelliktedir ve bu zalimlikte kirpik, aşığı perişan etme gayesinde kaş ve gözle acımasız bir iş birliği içindedir. Bu kadim birliktelikte asıl vurucu güç kirpiklerdir. Kirpik kâh cellat kâh avcıdır. Bu bağlamda kaş; sevgilinin  göz kapaklarına sıra sıra dizilmiş sayısız oku gerdiği yayıyla hedefine, yani aşığın gönlüne fırlatır. Peki aşık ne yapar, korur mu kendini? Hayır, aşık yanacağını bile bile gönlünü mumun ateşine kaptıran pervane gibidir ve bu oklardan kaçmak şöyle dursun bu okların hedefi olmayı ister.

Biri biriyle müjgan safları gavgâya girmişdir
Nigâh-ı gamze guyâ sulh içün araya girmişdir
Nedim’in yukarıdaki beytini şöyle açıklamak mümkün: Kirpik safları birbiriyle kavgaya girişince gözün yan bakışı, sanki barış amacıyla araya girmiştir. Oysa sevgilinin bu bakışı aşığı öldürme gücüne sahiptir; çünkü kirpik safları okunu, bıçağını, hançerini çekmiş, aşığının kanını dökmeyi şehvetle arzulayan katledici unsurlardır.
Halk şiiri geleneğine ait Aşık Reyhani’nin aşağıdaki dizelerinde kirpikler yine kıyıcı, öldürücüdür.
Kirpiklerin ok ok eyle
Vur sineme öldür beni
BIktım dünyanın kahrından
Vur sineme öldür beni
Elbette çağdaş şiirimizin geleneksel imgelerinden yararlanması birebir geçmişi yansıtma, taklit etme biçiminde olmamıştır. Çağdaş şiirimiz kalıplaşmış bu imgelerden esinlenerek özgünlük peşinde koşmuştur. Sözgelimi Attila İlhan’ın ünlü Mahur Beste şiirini verelim.
şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
o mâhur beste çalar müjgân’la ben ağlaşırız
gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
o mâhur beste çalar müjgân’la ben ağlaşırız.
Bu dizelerdeki “müjgân”, aynı adı taşıyan şairin kedisi ve artık bildiğimiz üzere şairin kirpikleridir. Dizelerde heyecan yaratan, hızlı dostların şöleninin bittiğini ve maalesef onlardan geriye bir acı yel kaldığını söyleyerek kederli yalnızlığında kirpikleri ve kedisiyle birlikte ağlaşmaktadır.
Gelenekte yoğun biçimde kullanılan bu ve bunun gibi kalıplaşmış imgelerin günümüz şiirinde farklı anlayışlarda kullanıldığına tanıklık ederiz.



Yiğit Kerim Arslan’ın ikinci şiir kitabının adını, Kirpik Bilgisi’ni, duyar duymaz “kirpik” sözcüğünü şiir geçmişimizle ilişkilendirip ilişkilendirmediğini düşünmüştüm. Kitabı okudukça şiirlerde ne çok “kirpik” geçtiğini gördüm. Yiğit Kerim Arslan’ın şiirlerinde kirpiğin siyah iş birliği için gece konumlandırılmıştı.
Kitabın ve “Kuyuda Serenat” şiirinin henüz ilk dizelerinde kirpik imgesi bir mazmun çağrışımı gözetilerek kendini gösterir.
Büyümeyecektim; oyuncaklarım
Yalnız kalmayacaktı
Gözbebeklerimde bir bıçak gibi
Taşıdığım ova sabahları, göl kenarları
Yangın nedir gördü, ben kirpiklerimi astım
Şiirde zamanın ilerlemesi, büyüme durumuyla verilirken bıçağa benzetilen, bir silah gibi düşünülen kirpikler geleneğin izlerini taşır. Gelenekten farklı olaraksa kirpiklerin avcı olmadığını, aksine şair tarafından asıldıklarını, belki de av olduklarını görürüz.



Elbette kitabın kendi özgünlüğünde konuşulabilecek farklı yönleri olduğunu biliyorum. Bir bakışta kendini açık etmeyen, şiirsel düşünmekle sis perdesi aralanan şiirler bunlar ve iki bölümden oluşan kitabın ilk bölümündeki şiirler daha içsel, imgesel, hayli kapalı. Bahsini ettiğim kirpik, gece dışında da anlam kapalılığını sağlayan çok sayıda mecaz barındırmakta. Kuyu, günah, kül, ölüm, hiçlik, varlık, yokluk, yitmek, kaybolmak bunların öne çıkanları.
Okul yaşamından, derslerden, tasavvuftan bahsettiği de oluyor şairin, varoluşçuluktan, çağımızın hastalığı yabancılaşmadan, çelişkilerden, dinden bahsettiği de. Örneğin “Yusuf gibi kaldım kendi kuyum dediğim yerde” dizesinde Hz. Yusuf’un kuyu öyküsünü düşürüyor içimize. Ki kuyusundan çıkacak Yusuf’tan sonra ünlüler geçidi Bachmann, Marx’la sürüyor. Kitap boyunca alıntı yapılan şairler de yine çeşitli bir yelpaze oluşturuyor: Mevlana, Ferdi Örnek, Seyyidhan Kömürcü, İsmet Özel, Sıdkı Baba, Kaan İnce, Fuzuli.
Yiğit Kerim Arslan tüm kitap boyunca sürdürüyor arayışını. Varoluşçuluğun, çağımızın hastalığı yabancılaşmanın ona kitap boyunca şiir soluğu sağladığını düşünüyorum. Kitabın veda mahiyetindeki son şiiri bu doğrultuda yazılmış.
peki ben neydim, burada bu ıssızlıkta ben
ne yaptım:
varlığımın eksiğini yoklukla mı tamamladım,
zaten yoktum bunu kendime mi kanıtladım?
ben hiçbir şeydim, özüme döndüm hayır hayır!

olmuyor kaybediyorum, ayak izini yaşamımın
yani, kendime yabancılaştım. (s.60)