Her insanın derdi kendine
büyüktür. Kuşkusuz böyledir ki bazen hangi sığınağa kaçacağımıza karar
veremezken bir gün bir göçükte sıkışmış gibi tek ışık huzmesine mahrum olarak aklımızın
karanlık kasvet kuyularında büyüttüğümüz nur topu derdimiz yüzünden soluksuz
kalabiliriz. Bu hipnoz anları hiç bitmez artık. Her türlü ortamda varlığını
duyurabilen, mükemmelleştirdiğimiz dert yüküyle bütünleşmişizdir. Nefrettir o,
biz nefretizdir artık.
Gelgelelim en büyük dert yükünü
omuzladığına inanan insanın ruhuna mercek tutacak olursanız içinde gizlenen
kendini büyük görme duygusunun ne denli semirdiğini de görebilirsiniz. Öyle ya,
bu kişiler büyük dertlerin büyük hedefleri engellemek için var olduklarını
iddia edeceklerdir.
Dert yükünü yakasından
indiremeyenlerle, her derdi kendine yük edinmişlerle, çaresizlerle, usanmışlarla
çevrili bir kara parçasıdır etrafımız; oysa omuzlarımıza abanan devasa nefret
yüküyle inim inim inlemekte ve çağdaş bir Sisifos gibi dertler tanrısının
katına doğru tırmanmaktayızdır. Ezilmekten korksak da yükü bırakamayız, yükten
usansak da duramayız. Dünya yansa görecek, kokusunu alacak durumda değiliz! Hal
böyle zorlu, yük böyle esaslı, hayat böyle umarsızken ikinci bir seçenekten
habersiz kalınca çözümü nasıl bulacağız? Dert müptelası olmuş, dert dışında her
şeyden arınmış, inim inim inleyen bir boşvermişlik anıtı olduğumuzun ayırdında
değil misin?
Zülfü
Livaneli’nin Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm[1]
romanı geçmişin yıkıntılarıyla yüzleştiriyor bizi. Ama bu yüzleşmeyi, sağlıklı
biçimde yapabileceğimiz bir mekanda, çözüm yollarına başvurma geleneği olan,
dertleriyle başa çıkabilen ve bunlarla uyumlu biçimde yaşayabilen İsveç’te
yaptırıyor.
Bu
ülke iyiydi, bu doktor gibi iyi insanlardan oluşuyordu. Bu çılgın dünyada,
nasıl olduysa saf ve temiz kalabilmiş bir ulus yaşıyordu Kuzey’de.
Terk ettikleri ülkelerin gaddar
düzenleriyle kıyaslanamayacak bir beyazlıklar ülkesidir İsveç ve kendine
sığınanların dertlerini kara toprağına alıp üzerlerini bembeyaz örter. Kar
altındaki gün sayısı uzadıkça oranın huzuruna, sükunetine uyum sağlayan
insanlarıyla yarı ütopik bir masal diyarıdır. Üstelik bir tür aşıdır Kuzey’de
bu dertler ve azmanlaşmasına izin vermedikleri küçük dertçikleri kontrollü
olarak salarlar ideale yakın bünyelerine.
Günün birinde, işkence görerek
vatanlarından koparılmış bir avuç politik mülteciyi ortak acılarda buluşturan
tiksindirici biri gelince İsveç’e, kemikleşen düşünceleriyle dertlenir/dertleşirler.
Hayatında
en çok nefret ettiği insandı bu. Yıllarca ölümünü arzuladığı düşmanıydı...
Zamanın her derde deva olduğu, en
büyük ilaç olduğu sözlerinin doğruluğunun sınandığı bir karşılaşmadır, eski
bakanla rastlaşması ve dokuz yıldır ülkesinden uzakta yaşasa da geçmişinden
kurtulamayan Sami’yle önü alınamaz bir hikâyeye sürükleniriz.
Dokuz yılda neler değişmez ki!
Her şeyle beraber insan değişir en başta. Geçmişin çözümlemesini doğru ve
tutarlı yapanların değişimi az kusurlu olurken tersine davrananların
değişimleri tarihin gelişim seyrine değil, günün seyrine uyar. Sami hayatının
nefret timsali olan eski bakanla bir tür ıssız adada yalnız kalarak kendisiyle
de yüzleşir. Böylece gurbette iki düşman mı, yoksa birbirine muhtaç iki yurttaş
mı olduklarını sorgulamaya başladıkça yüksek seyreden nefret çıtasının giderek
düşmeye, hatta sönmeye meylettiğini görür.
Oysa
Sami işi hiç bu noktadan algılamamıştı. Yaşlı adamla bir arada bulunmanın
yarattığı ilk heyecan ve adama duyduğu öfke, yerini merak ve oyalanma duygusuna
bırakmıştı. İlk anda, o ulaşılmaz adamın elinin altında olduğunu bilmesi, ona
garip bir zevk vermiş, isterse adamı öldürebileceğini bilmenin ürpertici tadını
yaşamıştı.
Uçsuz bucaksız bir plajın tek bir
kum tanesi ne kadar küçükse evrende kapladığımız alan da benzer oranda küçük. Ne
var ki aklımız, her türlü taşınmaz dert yükünü küçücük omuzlarımıza yüklemeye
kalktıkça bunların altında ezilir dururuz. Geçmişin hesaplaşmasını ortaya atıp
sonra bu düşüncede bocalayan; ama yine de bundan tamamen vazgeçirmeyen
ayrıntılarla doludur aklımız. Sami’ye en çok nefret ettiği adamdan hesap sordurtacak
feci ayrıntı bir 3 Ocak günü yaşandığı için infazın 3 Ocak’ta gerçekleşmesi şartıyla
sorumluluğu üzerine alır. Hayatının karartıldığı, sevdiğinin öldürüldüğü günün
yıl dönümünde dert yükünden de arınacaktır.
Aradan
çok geçmemiş olmalıydı çünkü radyoda hâlâ Sealed with a kiss çalıyordu. Derken
benim tarafımdaki kapı açıldı. Bağırışlar, haykırışlar duydum. Biri başıma
vurdu. O anda dönüp Filiz’e baktım. Niye daha önce o tarafa dönmedim
bilmiyorum. Belki de o kadar vakit geçmemişti. Her şey birkaç saniye içinde
olup bitmişti.
İnsanın yaşamında özel anlar
vardır. Bunlar genellikle büyük acılarla kesişir. İnfazlar, ağır
adaletsizlikler, engeller... O özel anlarda yaşanan ve yaşatılanlarla hayatı bir
anda berbat olan kişi hesaplaşmasını asla bırakmaz. Tek taraflı olarak sürdürdüğü
bu hesaplaşmada karşı tarafın sorumluları azılı suçlulardır.
İnsanın hayatında sevmedikleri,
aynı ortamda bulunmak istemedikleri, hatta nefret ettikleri olmaz mı? Öyle
tiksinti duyulan kişiler olur ki onların başına gelebilecek en kötü şeylerin
gelmesini arzular insan.
Her insanın farklı bir tarihi
vardır, hiç tartışmasız. Nice aşılamayan engel, varılamayan durak, ulaşılamayan
ödül varsa yaşamında, şimdiki zaman varlığını oluşturan o geçmişin
gerçekleşememiş, çizilmiş, zedelenmiş, bozulmuş olmasındandır. Zaten artan bir
adaletsizlik üzerine kurulmuşken insanın bugünü abatılı değerlendirmelerle
giderek ayarı şaşan geçmişin terazisi bir daha asla doğruyu gösteremez. Bu
bağlamda nostaljik bir sorgulamanın yapılabilmesi zaten pek de mümkün değildir
ve kişisel tarih “mazi” özlemiyle yanar durur. Dolayısıyla kişisel tarihini
değerlendirmeye her insan mazhar olamaz.
O
zaman dehşetle, geleceğe dair hiçbir hayalimin olmadığının farkına vardım.
Ziyan olmuş bir yaşamın arkasından ağıt yakıyordum ve ileriye dönük hiçbir şey
söylemiyordum.
İnsanın tiksindiği durumlarla,
kişilerle yüzleşmesi iki karşıt varlığın birbirini yok etmesi biçiminde
olmayabilir. Sami düşmanı bellediği eski bakanla rastlaşıp bir süre aynı çatı
altında yaşadıktan sonra derdini söndürmeyi 3 Ocak’a ayarlıyor. Ne var ki
umduğu gibi olmadığını, nefretini sürdürecek zemini yitirdiğini ve düşmanı
saydığı adamla giderek yakınlaştığını hayretle fark ederek 3 Ocak gününe geldiğinde
şöyle düşünüyor:
Horatius’un dizesini hatırladım: “Ölmek isteyeni
kurtarmak, öldürmekle birdir."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder