Sait Faik'in Semaver'i




Öykücülerimizin geleneği kullanma düzeyleri ve amaçları değişse de başvurulan iki ana kaynak hiç değişmiyor: Sait Faik ve Sabahattin Ali. Birbirinden değerli bu iki cevheri teraziye koymuşçasına tartarak bir tarafa üstünlük sağlamak gibi kötü niyetli, boş, yapay, anlamsız karşılaştırmaların yararsızlığını da yine öykü tarihimizden biliyoruz.
Türk öykücülüğünü gürül gürül akan bir ırmağa benzetirsek bu ırmağı besleyen ana kollardan birine hiç kuşkusuz Sait Faik dememiz gerekir. Yazarın Varlık dergisinde yayımlanan ilk öykülerinden bugünlere değin edebi gücünü eksiltmeden sürdürebilmesi bunun göstergesi değil midir? Başvurduğumuz diğer bir nokta ise geliştirdiği yenilikçi öykü anlayışıyla hâlâ daha genç öykücüleri etkileyebilmesidir. Öyle ki 1950 kuşağı öykücüleri bizzat onu, 1980 kuşağı öykücüleri 1950 kuşağını, 2000’li yıllardan günümüze değin ulaşan öykücülerse 1980 kuşağını izlediklerine göre altta yatan büyük cevherin Sait Faik öykücülüğü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Küçük insanı farklı yönleriyle öyküye sokan Sait Faik, o güne değin gelişimini klasik çizgide sürdüren öykücülüğümüze yeni bir alan açmıştır. 1936’da yayımladığı ilk kitabı Semaver’den itibaren giderek bilenen kalemi, ona özgü bir öykü anlayışı çıkarmıştır ortaya. “Sait Faik öyküsü” diyebileceğimiz bu yenilikçi tarz, geleneksel öykücülüğümüzden büsbütün ayrıdır. Üstelik yazar kendine özgü bu tarzı oluştururken öyle bir yol tutturur ki ne kendinden önceki yazarların ayak izlerini takip eder ne de kendinden sonra geleceklere takip edilebilir bir iz bırakır. Onu hep genç, eskimez tutan iksirin gizini burada aramak gerek.

İlk kitabına adını veren unutulmaz öyküsü Semaver’de İstanbul Halıcıoğlu’ndaki fabrikada nihayet bir haftadır elektrik amelesi olarak çalışan, mutluluk anlarını evinde annesiyle yaşayan Ali’ye odaklanırız. İkisinin yatakta debelenmeleri, kucak kucağa yemek odasına geçmeleri, Ali’nin annesini öptükçe dudaklarını yalaması, namaz kılarken önünde çömelmesi, taklalar atması, dilini çıkarması, annesinin ona gülmesi mesutları çok az mahallenin çocuklarından ayırır onları. Oğlundan başka kimsesi olmayan, dini bütün, mütevazı, fedakâr anne onu işe göndermek için sabah ezanıyla kalkar, oğluna her sabah ekmek kızartır. Yemek odası kızarmış ekmek kokusuyla dolmuşken semaver güzelce kaynamaktadır. Semaverin öykünün merkezine yerleştirilmesi, simge olması, Ali’yi hayata bağlayan damarlardan biri olması boşuna değildir. Yalnız koku, buhar ve sabahın saadetini üreten ideal bir fabrikadır Ali’nin gözünde.
Ev içeridir, sıcaktır, huzur getirir, geleneksel değerlerle çevrilidir, güvenlidir, mutluluktur, belli bir rahatlık düzeyi vardır, korunaklıdır ve bilinir. Halıcıoğlu’ndaki fabrikaysa dışarıdır, tehlikelidir, karşıt değerlerin kuşatmasındadır, greve, huzursuzluğa, patrona, kazaya dayalı yıpratıcı bir atmosferi vardır.
Bir sabah annesinin ölmesiyle mesut yaşamı bozuluveren Ali’nin mutluluğa dair tüm beklentileri de yok olur. Ne ekmek kokusu ne kaynayan semaverin buğusu… Yapayalnızdır artık Ali. İşlevsizleşen semaverle koku, buhar ve saadetten mahrum kalırken fabrika yaşamına grev, ıstırap, kaza, patron mu egemen olacaktır? Çatışmanın özü tam da burada, işçi Ali’nin içinde doğar. Annesiyle kurduğu mutlu, sevgi dolu, huzurlu, sıcak, evde geçen “iç hayat” bitmiş, bilinmezlerle dolu “dış hayat” başka geliri olmadığından bir zorunluluk biçiminde varlığını sürdürmektedir. Oysa biraz şair tabiatlıdır Ali. Örneğin fabrikayı sadece dışarıdan, bacasını ötmek üzere olan bir horozun kafasına benzettiğinde güzel bulurken uzun ve bütün Haliç’i çınlatan düdüğü onda arzular uyandırır, arzular söndürür.

İlk kez okuyanların belki de dikkat etmeden geçiverdikleri bir ayrıntının önem kazanmasıyla çatışma diner, öykü olağanlaşarak biter. Semaveri göze görünmeyecek bir yere koyan Ali, onun boşluğunu salep güğümüyle doldurur. Erkenden işe gidenler, mektep hocaları, celepler, kasaplarla sırtını duvara vererek üstüne zencefil ve tarçın serpilmiş salep içenlere karışır.


Sait Faik Abasıyanık, Semaver, YKY, 22. baskı, İstanbul 2008

Salih Bolat'la Rüya Zamanı




Aykut ağabeyle otogarda karşıladığımız Salih Bolat güleç bir insandı. Arabayla etkinliğin gerçekleşeceği Maden Mühendisleri Odası Lokali’ne giderken sohbet etmeye başladık. Şiirlerindeki gibi sıcakkanlıydı. Fakat ortamın en mutlusu bendim. Daha dün 1980 sonrası şiirimizi anlatırken bahsettiğim şair konuğumuzdu. Söylemiş, “Bu mutluluk her şeyden değerli,” diye eklemiştim. Öyleydi. Murathan Mungan, Ahmet Erhan, Enis Batur, Hüseyin Atlansoy, Enver Gökçe, Seyhan Erözçelik, Lale Müldür gibi şairlerle birlikte andığım Salih Bolat’la bir rüya zamanı yaşayacaktık.
Etkinlik öncesi son hazırlıklarımızı tamamlayınca ben masaya oturdum, Salih Bey sözleştiğimiz üzere dinleyicilerin arasındaydı ve ben davet edince gelecekti.
Salih Bolat’la ilk kez yine Zonguldak’ta, hem de bu salonda karşılaştığımı söyleyerek başladım konuşmaya. Kiminin şaşırdığını kiminin inanmazca baktığını ama herkesin sözlerimin devamıyla ilgilendiğini görünce sürdürdüm. Gereken etkiyi yaratmıştım. “Sivas Kıyımı’nın anması dolayısıyla Sivas’ı unutmamak, unutturmamak için Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok Akatlı davetlimizdi ve Salih Bolat da dinleyiciler arasındaydı. Hepimizi derinden sarsan, yaralayan, belki umutlarımızı kıran kıyımın kasvet ikliminde boğulanlardan biri olduğumdan ve günün getirdiği karanlık psikoloji nedeniyle kendisiyle yeterince iletişim kuramamanın derdine sonradan çok düşmüştüm. Neyse ki kendisini yeniden bu salonda, üstelik davetlimiz olarak ağırlamanın onuruna sahibiz.”
Şairin yaşam öyküsünü kısaca dile getirdim. Amacım şiirinde özel bir yeri bulunan kentleri, özellikle Adana’yı ön plana çıkarmaktı. Bu nedenle dizelerinden yakaladığım parçalarla konuşmamı sürdürdüm: “Şairin yaşadığı coğrafyayla ilişkisi şiirine hep yansıdı. Adana’da geçen ömrünün ilk on sekiz yılında yoksul ama güzel bir çocukluk geçirdi. Bağlar arasında, çiçekler içinde, kalabalık bir evde büyüdü. Babası, romantik taşralı bir demir yolu işçisiydi. Annesi demek, evin avlusu demekti biraz da. Yağ tenekelerinde, kırık dökük saksılarda yetiştirdiği akşamsefaları, ortancalarla, o çiçeklerin o yıllardaki annece adlarıyla büyüdü. Efsanelerden, kabadayı hikâyelerinden, cin-şeytan hikâyelerinden etkilenmemesi olanaksızdı. Yirmi altı yıl yaşayacağı, Adana’ya kıyasla daha modern ve daha eğitimli Ankara’daysa 1980 öncesi ve sonrasının kanlı faşist ortamına tanık olacaktı. Şair bunlardan da etkilendi elbette. Yaklaşık yirmi yıldır İstanbul'da yaşadığından bu kadim izleri de mevcut şiirinde. 



“Dahası bir memleket tarihi… Kıyımlar… Dinmeyen kan… Doğrusu çok sıkı bir külliyatımız var bu konuda. Elbette Sivas bunların kilometre taşlarından biri ve Salih Bolat’ın şiir evrenini derinden etkileyen kıyımların belki de birincisi. Dönüp dolaşıp yine kan iklimine sürüklenmekse yazgımız galiba. Ki, söz gelimi Bir Fotoğrafa Bakmak şiirinde kanlı canlı, sevgi dolu iki güzel şairle yan yanadır: Behçet Aysan ve Metin Altıok. Yıllar sonra bile o fotoğrafı görmek bir insanın, hele de naif bir şairin canını kim bilir nasıl acıtmaktadır? Öyle ya, kaç şiirdir görüşmüyorlar kim bilir?
“Salih Bolat bir röportajda ‘Sivas katliamı, şiirin bittiği yerdir. Tarihsel bir suçluluktur. Gerçekten, alçaklığın evrensel tarihi yazılacaksa, Sivas katliamı kanlı kilometre taşlarından biri olmalıdır,’ demiş. 1993’ün üzerinden çok zaman geçti; gelgelelim ne tarihsel suçlar azaldı ne alçaklığın tarihi durdu. Acılar değişse de acılar bizimle kaldı. Dolayısıyla bu kesintisizlikte şiirin bitmemesi, dinmemesi gerekiyor. Rüya Zamanı’na böyle kuru zamanlarda ne çok ihtiyacımız vardı. 2014’te yayımladığı Atların Uykusu’nun üzerinden beş yıl geçmişti. İşte bu beş yılın şiirlerinden oluşuyor Rüya Zamanı. Üstelik şairin kırk yıla yaklaşan şiir serüvenine baktığımızda onu giderek daha derinlikli, daha imgesel ve daha doğacı görüyoruz.”
Çok değil, şairi masaya davet etmeden evvel en fazla üç beş saniye kadar kâh hemen karşımda oturan şaire kâh salondaki misafirlere baktım. İlgili bir kitle vardı ve tek bir olumsuzluk görünmüyordu. Kendisini davet ettiğimde gülümseyerek geldi, tokalaştık, yanıma oturdu. Masa mikrofonunu önüne sürdüm.
“Nerelerden gelip nerelere gelmişiz?” diye gülümseyerek başladığında ben de defterime not almaya koyulmuştum. Hayat pratiği içerisinde kimler nerelere gitmiyordu ki?
Ömrünün ilk durağından, Adana’dan söz etti. Öyle ya ne bereketli topraklardı oralar, ne çok sanatçı çıkarmıştı! Var mıydı bir sırrı, varsa neydi? “Bunda Adana’nın çelişkilerinin çok keskin olmasının ciddi payının olduğunu düşünüyorum. Bu çelişkiler elbette diğer şehirlerde de var ama ilk gençliğime kadar yaşadığım Adana’da korkunç çelişkiler vardı. At arabasıyla Jaguar’ı yan yana görebilirdiniz.”
‘Öyle miydi’ demeye kalmadan bir çırpıda aklımıza gelivermişti, Çukurova’nın mevsimlik tarım işçilerini anlatan romanlar. Yarı aç yarı tok çalışırken sıtmadan kırılanlarla eli pamuğa değmeden köşeyi dönenlerin anlatıldığı Orhan Kemal, Yaşar Kemal romanları.
Salih Bolat’ın şiirlerinde Adana’nın renkli izleri o kadar belirgin ki bu izleri biraz detaylandırmalıydı. Üstelik herkes farkındaydı, çocukluğunun masal dünyasını anlatırken keyifle gülümsediğinin. “Belediye otobüslerinin son durağında otururduk. Bağ bahçe kültürü vardı o zamanlar. Öyle bir yerde büyüdüm. Bin bir çeşit çiçeği vardı annemin. Annemden isterlerdi de o bir ‘çitil’ (fide) vermezdi kimseye. Sıra sıra dizdiği Vita tenekelerinde, eski püskü saksılarda yetiştirirdi çiçeklerini. Dolayısıyla okulda 10 Kasımlarda en çok çiçeği ben götürürdüm. Öğretmen sorunca bu çiçeklerin adını, ben de söylerdim: puştoğlan, küçükorospu, çirkinhanım… Doğrusunu nerden bileyim, annem öyle seslenirdi onlara. Gerçekten çok güzel küfrederdi annem, çiçeklere koyduğu adlardan da belli olduğu üzere. Başkasının ağzında ağır duran küfürler ona yakışırdı. Yaratıcı, hayal gücümü zenginleştiren bir dili vardı annemin ve herkes onu çok severdi.



“Evimizin yanında dev bir sakız ağacı vardı. Onun altında toplanılır, neler neler anlatılırdı. Her evin bir yılanının olduğu, dedikodular, efsaneler, cin-şeytan hikâyeleri, şahmeran hikâyeleri… Çocukluğumda ne çok dinledim bunları. Zihnimde döner durur hâlâ. Şiirimi etkilemesi doğaldır.
“Babam romantik bir taşralı demiryolu işçisi… Trenlerle ilişimiz hep yoğundu bu nedenle. Hatta Selim İleri televizyona program yaptığı dönemde, trenleri anlattığı bölüme beni çağırmıştı. Adnan Binyazar “Ağlaya ağlaya izledim,” demişti o program için.
“İstasyon yakındı, tren düdüklerini rahatlıkla duyardık evden. Sesinden ne treni olduğunu anlardık. Sesi dinleyen babam “Gene sevkıyat var” derdi bazen. Uzun uzun, acıklı olursa asker taşırdı tren, yolcu treniyse kesik kesik, iki trenin selamlaşmasıysa uzunca ve tek… Kara trenler tabii bu dediklerim.
“İlkokula gitmek için rayları geçmek zorundaydım. Hatta bazen vagonların altından geçtiğim olurdu.
“Yazın bahçede ‘hayma’ dediğimiz bir tür kameriyede yatar, yemek yerdik. Buzdolabı yoksa da kuyumuz vardı. Babam soğusun diye kuyuya sarkıtırdı karpuzu. Bir saat sonra yukarı çektiği karpuz buz gibi olurdu.
“Çok okurdum, roman kahramanları beni büyülerdi. Teksas, Tommiks de öyle. Bunları babamdan gizli, ders kitabının arasına koyarak okurdum. İki katlı evimizde bizim yatak odamız üst katta, babamlarınki alt kattaydı. Yukarı çıktıkları merdivenin sesinden duyulur duyulmaz bakardık çaresine.
“Kitap kiralardık o zamanlar 10 kuruşa. Nice kitap okumuşumdur bu sayede. O okumaların imge geliştirmede bana çok yararı olduğunu daha sonra fark ettim. İmajinasyonumun geniş olması çocukluğumdan, hayal kurmamdan.
“O yıllarda okumuştum Orhan Kemal’in Baba Evi romanını. Baba-çocuk ilişkileri, Teksas, Tommiks okumalar… Aynı benim hayatım. Bunu ben de yazarım dedim.
“Lise ikinci sınıfta öykü yazıyordum. Yeni Adana gazetesi vardı, gittim, tanıştım. Anlattım öykü yazdığımı. Her hafta bir öykümü yayımlıyorlardı artık. Hatta bir seferinde benimle röportaj yapmışlardı da “Adana’nın Bağrı Yanık Öykü Yazarı” diye başlık atarak basmışlardı. Okulda okumayan kalmamıştı. Ne çok utanmıştım.
“Yazar olma hayallerim bir kıza âşık olana kadar sürdü. Daha doğrusu kız beni terk edene, bir gün buluşmaya gelmeyene kadar... Ondan sonra yazarlık bitti, şairlik başladı. Dersleri filan bırakmıştım. Arkadaşlarım kızıyordu, sınava bile girmiyordum. O kızdan hep. Şimdi iyi ki gelmemiş o buluşmaya diyorum.
“Bir arkadaşımın güzel bir şiir defteri vardı. Orada okuyup hayranlık duyduğum şairler oldu. Nâzım Hikmet, Baudelaire… O günlerde şiirin iki boyutu olduğunu anladım. Birincisi dil boyutuydu, arkadaşımın defterindeki şiirler gibi. Diğeri hayat boyutuydu, kanıma giren o kız gibi. O defterin izini sürdüm sonradan, oradaki şairlerin kitaplarını getirttim.
“Adana’nın çok kültürlü yapısıdır Adana’yı farklı kılan, beni besleyen. Farklı etnik yapılar iç içe yaşar. Yoğun bir Ermeni kültürü vardı mesela, 1909’dan önce. Bunlar da Adana’yı, Adanalıyı zenginleştirir. Bana Fransa’nın güneyini anımsatır Adana. Çok benzetirim oralara. O kadar ki gökyüzünün yapısı, rengi bile benzer. Zaten Akdeniz’de şiir daha belirgindir. Kuzeye çıkıldıkça roman, sahne sanatları, biraz düşünceyle ilgili türler öne çıkar.
“Eylül başlarında Adana Erkek Lisesi’nin edebiyat öğretmeni davet etmişti Orhan Kemal’le ilgili bir konuşma yapmam için. Benim okulum… Gittim. Çok duygulandım. Orası iyi bir okuldur, Galatasaray Lisesi ayarındadır, belki daha da iyidir. Fransızca öğretmenimiz falan vardı öğrencilik yıllarımda. Verlain, Baudelaire, Paul Valery okuturlardı. Unutmam, Paul Valery’nin Deniz Mezarlığı şiirini okuduğumuzu. 2010’da Sete’ye, şiir festivaline davet edildim. Sete Paul Valery’nin şehri. Müzesini yapmışlar. Her yerde onun ismi var. Anlattım orada lise birinci sınıfta Paul Valery okuduğumu. Demek ki insanın kafası o zamanlardan biçimlenebiliyor. Tabii bizim okul erkek lisesi, kız öğrenci yok. Hocalarla aramız şahane, biraz argo da yapabiliyoruz. Sonra uzun boylu olduğum için en arka sıraya oturturlardı beni. Ben de çok gülerdim. Hâlâ öyle ya… Mehmet Ali Gül adında çok değerli bir edebiyat hocamız vardı. Bana Kartal derdi hep. Bir gün, “Lan Kartal, Yılmaz da burada oturur gülerdi. Bok mu var burada?” demişti. Yılmaz dediği, Yılmaz Güney’di. Adana Erkek Lisesi’nden yıllar sonra davet alınca o sırada oturan çocuğa anlattım bu hikâyeyi. Çocuk bir tuhaf oldu tabii.
“Üniversite okuyarak yazar olmayı -şair değil- istedim. Edebiyat bölümünde okuyacak, iyi bir yazar olacaktım. Trabzon’u tutturdum. Ama gerçekler hiç düşündüğüm gibi değildi. Benim yazar olmamı engelleyen durumlar vardı ortada. Mesela aruz kalıplarını ezberlettiriyorlardı. Hiç bana göre değildi. Öyle olunca ilk fırsatta bıraktım. Kendime göre bir bölüm aramaya koyuldum. Baktım, Gazi Üniversitesi’nde Sosyal Politika diye bölüm açılmış. Kafama yattı. Bu sosyal politikayı okur, edebiyatı da kendim öğrenirim dedim. 1976-1980 arası. Kötü zamanlar… Ahmet Erhan’ın “Bugün de ölmedim anne” dizesi var ya, öyle bir ortam.
“İlerleyen yıllarda babam ölüp yedi kardeşin her biri bir tarafa dağılınca annem tek kalmıştı. Ben üniversite için Ankara’daydım. Hiç unutmam, bir Kurban Bayramı tatilinde Adana’ya gittim. Yalnız ikimiz vardık. Et vermişti komşular. Damda mangalın başına oturmuş, et pişiriyor, bir yandan da türkü söylüyordum. Annem arkamda bir şeyler yapıyorsa da mangala dönük olduğumdan onu göremiyorum. Meğer arkamda durmuş, beni dinliyormuş. “Yavrum senin ne güzelmiş,” demişti. İlk kez orada tanıdım annemi, o da beni tanıdı.
“Sonradan çiçeklerin gerçek adlarını öğrenip ona da söylemiştim.
“Âşık oldum Ankara’da. Oysa okulu bitirip İstanbul’a gidecektim. Aşk, evlilik, çocuk… Kaldım. İyi de oldu bir bakıma edebiyat açısından. ‘Kitap İstanbul’da basılır, Ankara’da okunur’ denir ya, gerçekten öyle bir ortam vardı Ankara’da. Çok okudum, dergiler çıkarttım. İstanbul’a gittiğimdeyse evlilik bitmişti.
“Bugün İstanbul’da, Moda’da yaşıyorum. Avcılar’a gidip geliyorum üniversite için. Bakıyorum ki insanlar köksüz… İnsanın derinlerden gelen değerlerle biçimlenmesi için çok eskide oluşmuş, yontulmuş olması önemlidir. Olmazsa kargaşa çıkar, anlamsız bir ilişkiler ağı olur.”
Yaşam öyküsünden yavaş yavaş şiirine geçiyordu şair. Bundan sonra söyleyecekleri poetikasını oluşturacaktı. Tek çekincemse dinleyicilerin konuşmaları soyut bulup ortamdan kopmalarıydı. Bense defterime kapanmış harıl harıl not alıyordum.
“Hâlâ sorarlar bana, neden öykü, roman yazmıyorsunuz diye. Öykü, roman yazmaya kalktığımda yazdıklarımın şiir olduğunu fark ettim çünkü. Dille ilişkim böyle. Metaforik.
“Dilin hacmi, boyutu belli. Gündelik dil neyi, ne kadar anlatabilir ki? Bunun üzerine insanlık sanat diye müthiş bir şey icat etmiş. Yeni anlamlar ortaya çıkarmak için metafor, benzetme, şiir, müzik gibi yeni diller yaratmış. Çünkü evrende sonsuz anlamlar var. Şiir denilen şey, malzemesi yalnızca dil olan bir sanat. Öykü dediğinizde biraz dil mühendisliği giriyor işin içine. Romanda katman biraz daha artıyor, sosyolojik çalışmalara falan girmeniz gerekiyor. Ama şiir dolaysız, dilin kendisiyle yapılan bir sanat. Bu nedenle gerçeklikle dilin ilişkisi şiirde çok çok önemli.
“Şiir nesnelerle dilin arasındaki boşluktan doğuyor. O boşlukta var olan; ama bizim hissetmediğimiz, duyumsayamadığımız, algılayamadığımız anlamlar bulunuyor. Gerçeklikle dilin arasında boşluk dediğim; bizim duyumsayamadığımız, algılayamadığımız ama var olan anlamlardır. Şiir, bunu duyabilmemize olanak sağlayan yeni bir dildir.”
“Bağlamlar yaratmak, ilişkiler kurmak için çok titiz çalışmanız gerekiyor. Mesela ‘çivi’ gibi sert bir sözcükle aynı sertliği taşımayan naif bir sözcüğü yan yana kullanamazsınız. Üstelik bu kuralları da kendiniz koyarsanız. Şiirin dışındaki diğer dil sanatları daha dünyevi, daha ayakları yerde ve bu dünyanın gerçekliği ile daha çok ilgilidir. Şiir daha bir üst dildir. Ona dilin arkasındaki dil de diyebiliriz. Şiir daha önce de söylediğim gibi, nesnelerle dilin arasındaki boşluğu dolduran yeni bir dildir. Neden bunu yapıyoruz? Çünkü bizim dışımızda var olan ama insan olarak noksan kaldığımız bir anlamlar evreni var. Bu evren, olguları ne kadar çok algılayabilirsek o kadar derinlikli insan olmamızı sağlıyor. Şiiri şuna benzetebiliriz: Mesela şu anda salonda görüntüler, sesler uçuşuyor. Ama bir televizyon ya da radyo aygıtı olmadan bunları duyamıyor, göremiyoruz. Sanatlar da tıpkı bu aygıtlar gibi bizim algılayamadığımız, göremediğimiz, duyularımızın yetmediği konuları anlatmak için var. Anlamları bilinir hâle getirerek insani boyutlarımızın, heyecanlarımızın, iç dünyamızı oluşturan duygularımızın artmasını sağlıyor. Şiir bunu dille yapan, işi gücü tamamen bu olan bir sanattır. Anlamın görsel tasarımı olduğu için de gündelik hayatın kurallı cümleleri, ilkeli sözcükleri, anlamın kendisiyle şiir yazamazsanız. Mesela Melih Cevdet ‘Penceremden güvercinler uçtu’ demiyor, ‘penceremde kopan alkış’ diyor. Böyle yaptığında, var olan ama bizim bilmediğimiz, tanımadığımız yeni bir anlam katmanı yaratıyor, bunu hissettiriyor. Duyarlılığımızı birdenbire başka bir boyuta taşıyıp algılanır hâle getiriyor. Bunu sözcük bağlamlarıyla yapıyor. İşte şairlik denen şey de bu.”

Şairin son sözleriydi bunlar. İmzalanan kitaplar, çekilen fotoğraflarla etkinlik sona erdiğinde artık biliyordum, Salih Bolat’ı şiirleriyle olduğu kadar gülümseyen yüzüyle de anımsayacağımı.