Aykut ağabeyle otogarda
karşıladığımız Salih Bolat güleç bir insandı. Arabayla etkinliğin
gerçekleşeceği Maden Mühendisleri Odası Lokali’ne giderken sohbet etmeye
başladık. Şiirlerindeki gibi sıcakkanlıydı. Fakat ortamın en
mutlusu bendim. Daha dün 1980 sonrası şiirimizi anlatırken bahsettiğim
şair konuğumuzdu. Söylemiş, “Bu mutluluk her şeyden değerli,” diye eklemiştim.
Öyleydi. Murathan Mungan, Ahmet Erhan, Enis Batur, Hüseyin Atlansoy, Enver
Gökçe, Seyhan Erözçelik, Lale Müldür gibi şairlerle birlikte andığım Salih
Bolat’la bir rüya zamanı yaşayacaktık.
Etkinlik öncesi son
hazırlıklarımızı tamamlayınca ben masaya oturdum, Salih Bey sözleştiğimiz üzere
dinleyicilerin arasındaydı ve ben davet edince gelecekti.
Salih Bolat’la ilk
kez yine Zonguldak’ta, hem de bu salonda karşılaştığımı söyleyerek başladım
konuşmaya. Kiminin şaşırdığını kiminin inanmazca baktığını ama herkesin
sözlerimin devamıyla ilgilendiğini görünce sürdürdüm. Gereken etkiyi
yaratmıştım. “Sivas Kıyımı’nın anması dolayısıyla Sivas’ı unutmamak,
unutturmamak için Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok Akatlı davetlimizdi ve
Salih Bolat da dinleyiciler arasındaydı. Hepimizi derinden sarsan, yaralayan,
belki umutlarımızı kıran kıyımın kasvet ikliminde boğulanlardan biri olduğumdan ve günün getirdiği karanlık
psikoloji nedeniyle kendisiyle yeterince iletişim kuramamanın derdine
sonradan çok düşmüştüm. Neyse ki kendisini yeniden bu salonda, üstelik davetlimiz
olarak ağırlamanın onuruna sahibiz.”
Şairin yaşam öyküsünü
kısaca dile getirdim. Amacım şiirinde özel bir yeri bulunan kentleri, özellikle
Adana’yı ön plana çıkarmaktı. Bu nedenle dizelerinden yakaladığım parçalarla
konuşmamı sürdürdüm: “Şairin yaşadığı coğrafyayla ilişkisi şiirine hep yansıdı.
Adana’da geçen ömrünün ilk on sekiz yılında yoksul ama güzel bir çocukluk
geçirdi. Bağlar arasında, çiçekler içinde, kalabalık bir evde büyüdü. Babası,
romantik taşralı bir demir yolu işçisiydi. Annesi demek, evin avlusu demekti
biraz da. Yağ tenekelerinde, kırık dökük saksılarda yetiştirdiği akşamsefaları,
ortancalarla, o çiçeklerin o yıllardaki annece adlarıyla büyüdü. Efsanelerden,
kabadayı hikâyelerinden, cin-şeytan hikâyelerinden etkilenmemesi olanaksızdı. Yirmi
altı yıl yaşayacağı, Adana’ya kıyasla daha modern ve daha eğitimli Ankara’daysa
1980 öncesi ve sonrasının kanlı faşist ortamına tanık olacaktı. Şair bunlardan da etkilendi elbette. Yaklaşık yirmi yıldır İstanbul'da yaşadığından bu kadim izleri de mevcut şiirinde.
“Dahası bir
memleket tarihi… Kıyımlar… Dinmeyen kan… Doğrusu çok sıkı bir külliyatımız var
bu konuda. Elbette Sivas bunların kilometre taşlarından biri ve Salih Bolat’ın
şiir evrenini derinden etkileyen kıyımların belki de birincisi. Dönüp dolaşıp yine
kan iklimine sürüklenmekse yazgımız galiba. Ki, söz gelimi Bir Fotoğrafa Bakmak
şiirinde kanlı canlı, sevgi dolu iki güzel şairle yan yanadır: Behçet Aysan ve
Metin Altıok. Yıllar sonra bile o fotoğrafı görmek bir insanın, hele de naif
bir şairin canını kim bilir nasıl acıtmaktadır? Öyle ya, kaç şiirdir
görüşmüyorlar kim bilir?
“Salih Bolat bir
röportajda ‘Sivas katliamı, şiirin bittiği yerdir. Tarihsel bir suçluluktur.
Gerçekten, alçaklığın evrensel tarihi yazılacaksa, Sivas katliamı kanlı
kilometre taşlarından biri olmalıdır,’ demiş. 1993’ün üzerinden çok zaman geçti;
gelgelelim ne tarihsel suçlar azaldı ne alçaklığın tarihi durdu. Acılar değişse
de acılar bizimle kaldı. Dolayısıyla bu kesintisizlikte şiirin bitmemesi,
dinmemesi gerekiyor. Rüya Zamanı’na böyle kuru zamanlarda ne çok ihtiyacımız
vardı. 2014’te yayımladığı Atların Uykusu’nun üzerinden beş yıl geçmişti. İşte
bu beş yılın şiirlerinden oluşuyor Rüya Zamanı. Üstelik şairin kırk yıla
yaklaşan şiir serüvenine baktığımızda onu giderek daha derinlikli, daha imgesel
ve daha doğacı görüyoruz.”
Çok değil, şairi masaya davet etmeden evvel en fazla üç
beş saniye kadar kâh hemen karşımda oturan şaire kâh salondaki misafirlere
baktım. İlgili bir kitle vardı ve tek bir olumsuzluk görünmüyordu. Kendisini
davet ettiğimde gülümseyerek geldi, tokalaştık, yanıma oturdu. Masa mikrofonunu
önüne sürdüm.
“Nerelerden gelip
nerelere gelmişiz?” diye gülümseyerek başladığında ben de defterime not almaya
koyulmuştum. Hayat pratiği içerisinde kimler nerelere gitmiyordu ki?
Ömrünün ilk durağından, Adana’dan söz etti. Öyle ya ne bereketli topraklardı oralar,
ne çok sanatçı çıkarmıştı! Var mıydı bir sırrı, varsa neydi? “Bunda Adana’nın
çelişkilerinin çok keskin olmasının ciddi payının olduğunu düşünüyorum. Bu
çelişkiler elbette diğer şehirlerde de var ama ilk gençliğime kadar yaşadığım
Adana’da korkunç çelişkiler vardı. At arabasıyla Jaguar’ı yan yana
görebilirdiniz.”
‘Öyle miydi’ demeye
kalmadan bir çırpıda aklımıza gelivermişti, Çukurova’nın mevsimlik tarım
işçilerini anlatan romanlar. Yarı aç yarı tok çalışırken sıtmadan kırılanlarla eli
pamuğa değmeden köşeyi dönenlerin anlatıldığı Orhan Kemal, Yaşar Kemal
romanları.
Salih Bolat’ın
şiirlerinde Adana’nın renkli izleri o kadar belirgin ki bu izleri biraz detaylandırmalıydı.
Üstelik herkes farkındaydı, çocukluğunun masal dünyasını anlatırken keyifle
gülümsediğinin. “Belediye otobüslerinin son durağında otururduk. Bağ bahçe
kültürü vardı o zamanlar. Öyle bir yerde büyüdüm. Bin bir çeşit çiçeği vardı
annemin. Annemden isterlerdi de o bir ‘çitil’ (fide) vermezdi kimseye. Sıra
sıra dizdiği Vita tenekelerinde, eski püskü saksılarda yetiştirirdi
çiçeklerini. Dolayısıyla okulda 10 Kasımlarda en çok çiçeği ben götürürdüm.
Öğretmen sorunca bu çiçeklerin adını, ben de söylerdim: puştoğlan, küçükorospu,
çirkinhanım… Doğrusunu nerden bileyim, annem öyle seslenirdi onlara. Gerçekten
çok güzel küfrederdi annem, çiçeklere koyduğu adlardan da belli olduğu üzere. Başkasının
ağzında ağır duran küfürler ona yakışırdı. Yaratıcı, hayal gücümü zenginleştiren
bir dili vardı annemin ve herkes onu çok severdi.
“Evimizin yanında
dev bir sakız ağacı vardı. Onun altında toplanılır, neler neler anlatılırdı.
Her evin bir yılanının olduğu, dedikodular, efsaneler, cin-şeytan hikâyeleri, şahmeran
hikâyeleri… Çocukluğumda ne çok dinledim bunları. Zihnimde döner durur hâlâ.
Şiirimi etkilemesi doğaldır.
“Babam romantik bir
taşralı demiryolu işçisi… Trenlerle ilişimiz hep yoğundu bu nedenle. Hatta
Selim İleri televizyona program yaptığı dönemde, trenleri anlattığı bölüme beni
çağırmıştı. Adnan Binyazar “Ağlaya ağlaya izledim,” demişti o program için.
“İstasyon yakındı,
tren düdüklerini rahatlıkla duyardık evden. Sesinden ne treni olduğunu
anlardık. Sesi dinleyen babam “Gene sevkıyat var” derdi bazen. Uzun uzun,
acıklı olursa asker taşırdı tren, yolcu treniyse kesik kesik, iki trenin
selamlaşmasıysa uzunca ve tek… Kara trenler tabii bu dediklerim.
“İlkokula gitmek
için rayları geçmek zorundaydım. Hatta bazen vagonların altından geçtiğim olurdu.
“Yazın bahçede ‘hayma’
dediğimiz bir tür kameriyede yatar, yemek yerdik. Buzdolabı yoksa da kuyumuz
vardı. Babam soğusun diye kuyuya sarkıtırdı karpuzu. Bir saat sonra yukarı
çektiği karpuz buz gibi olurdu.
“Çok okurdum, roman
kahramanları beni büyülerdi. Teksas, Tommiks de öyle. Bunları babamdan gizli,
ders kitabının arasına koyarak okurdum. İki katlı evimizde bizim yatak odamız
üst katta, babamlarınki alt kattaydı. Yukarı çıktıkları merdivenin sesinden
duyulur duyulmaz bakardık çaresine.
“Kitap kiralardık o
zamanlar 10 kuruşa. Nice kitap okumuşumdur bu sayede. O okumaların imge
geliştirmede bana çok yararı olduğunu daha sonra fark ettim. İmajinasyonumun
geniş olması çocukluğumdan, hayal kurmamdan.
“O yıllarda
okumuştum Orhan Kemal’in Baba Evi romanını. Baba-çocuk ilişkileri, Teksas,
Tommiks okumalar… Aynı benim hayatım. Bunu ben de yazarım dedim.
“Lise ikinci sınıfta
öykü yazıyordum. Yeni Adana gazetesi vardı, gittim, tanıştım. Anlattım öykü
yazdığımı. Her hafta bir öykümü yayımlıyorlardı artık. Hatta bir seferinde
benimle röportaj yapmışlardı da “Adana’nın Bağrı Yanık Öykü Yazarı” diye başlık
atarak basmışlardı. Okulda okumayan kalmamıştı. Ne çok utanmıştım.
“Yazar olma
hayallerim bir kıza âşık olana kadar sürdü. Daha doğrusu kız beni terk edene, bir
gün buluşmaya gelmeyene kadar... Ondan sonra yazarlık bitti, şairlik başladı. Dersleri
filan bırakmıştım. Arkadaşlarım kızıyordu, sınava bile girmiyordum. O kızdan
hep. Şimdi iyi ki gelmemiş o buluşmaya diyorum.
“Bir arkadaşımın
güzel bir şiir defteri vardı. Orada okuyup hayranlık duyduğum şairler oldu. Nâzım
Hikmet, Baudelaire… O günlerde şiirin iki boyutu olduğunu anladım. Birincisi
dil boyutuydu, arkadaşımın defterindeki şiirler gibi. Diğeri hayat boyutuydu,
kanıma giren o kız gibi. O defterin izini sürdüm sonradan, oradaki şairlerin
kitaplarını getirttim.
“Adana’nın çok
kültürlü yapısıdır Adana’yı farklı kılan, beni besleyen. Farklı etnik yapılar iç
içe yaşar. Yoğun bir Ermeni kültürü vardı mesela, 1909’dan önce. Bunlar da
Adana’yı, Adanalıyı zenginleştirir. Bana Fransa’nın güneyini anımsatır Adana.
Çok benzetirim oralara. O kadar ki gökyüzünün yapısı, rengi bile benzer. Zaten
Akdeniz’de şiir daha belirgindir. Kuzeye çıkıldıkça roman, sahne sanatları,
biraz düşünceyle ilgili türler öne çıkar.
“Eylül başlarında
Adana Erkek Lisesi’nin edebiyat öğretmeni davet etmişti Orhan Kemal’le ilgili
bir konuşma yapmam için. Benim okulum… Gittim. Çok duygulandım. Orası iyi bir
okuldur, Galatasaray Lisesi ayarındadır, belki daha da iyidir. Fransızca
öğretmenimiz falan vardı öğrencilik yıllarımda. Verlain, Baudelaire, Paul
Valery okuturlardı. Unutmam, Paul Valery’nin Deniz Mezarlığı şiirini
okuduğumuzu. 2010’da Sete’ye, şiir festivaline davet edildim. Sete Paul
Valery’nin şehri. Müzesini yapmışlar. Her yerde onun ismi var. Anlattım orada lise
birinci sınıfta Paul Valery okuduğumu. Demek ki insanın kafası o zamanlardan
biçimlenebiliyor. Tabii bizim okul erkek lisesi, kız öğrenci yok. Hocalarla
aramız şahane, biraz argo da yapabiliyoruz. Sonra uzun boylu olduğum için en
arka sıraya oturturlardı beni. Ben de çok gülerdim. Hâlâ öyle ya… Mehmet Ali
Gül adında çok değerli bir edebiyat hocamız vardı. Bana Kartal derdi hep. Bir
gün, “Lan Kartal, Yılmaz da burada oturur gülerdi. Bok mu var burada?” demişti.
Yılmaz dediği, Yılmaz Güney’di. Adana Erkek Lisesi’nden yıllar sonra davet
alınca o sırada oturan çocuğa anlattım bu hikâyeyi. Çocuk bir tuhaf oldu tabii.
“Üniversite
okuyarak yazar olmayı -şair değil- istedim. Edebiyat bölümünde okuyacak, iyi
bir yazar olacaktım. Trabzon’u tutturdum. Ama gerçekler hiç düşündüğüm gibi
değildi. Benim yazar olmamı engelleyen durumlar vardı ortada. Mesela aruz
kalıplarını ezberlettiriyorlardı. Hiç bana göre değildi. Öyle olunca ilk
fırsatta bıraktım. Kendime göre bir bölüm aramaya koyuldum. Baktım, Gazi
Üniversitesi’nde Sosyal Politika diye bölüm açılmış. Kafama yattı. Bu sosyal
politikayı okur, edebiyatı da kendim öğrenirim dedim. 1976-1980 arası. Kötü
zamanlar… Ahmet Erhan’ın “Bugün de ölmedim anne” dizesi var ya, öyle bir ortam.
“İlerleyen yıllarda
babam ölüp yedi kardeşin her biri bir tarafa dağılınca annem tek kalmıştı. Ben
üniversite için Ankara’daydım. Hiç unutmam, bir Kurban Bayramı tatilinde
Adana’ya gittim. Yalnız ikimiz vardık. Et vermişti komşular. Damda mangalın
başına oturmuş, et pişiriyor, bir yandan da türkü söylüyordum. Annem arkamda
bir şeyler yapıyorsa da mangala dönük olduğumdan onu göremiyorum. Meğer arkamda
durmuş, beni dinliyormuş. “Yavrum senin ne güzelmiş,” demişti. İlk kez orada
tanıdım annemi, o da beni tanıdı.
“Sonradan
çiçeklerin gerçek adlarını öğrenip ona da söylemiştim.
“Âşık oldum Ankara’da.
Oysa okulu bitirip İstanbul’a gidecektim. Aşk, evlilik, çocuk… Kaldım. İyi de
oldu bir bakıma edebiyat açısından. ‘Kitap İstanbul’da basılır, Ankara’da
okunur’ denir ya, gerçekten öyle bir ortam vardı Ankara’da. Çok okudum,
dergiler çıkarttım. İstanbul’a gittiğimdeyse evlilik bitmişti.
“Bugün İstanbul’da,
Moda’da yaşıyorum. Avcılar’a gidip geliyorum üniversite için. Bakıyorum ki
insanlar köksüz… İnsanın derinlerden gelen değerlerle biçimlenmesi için çok
eskide oluşmuş, yontulmuş olması önemlidir. Olmazsa kargaşa çıkar, anlamsız bir
ilişkiler ağı olur.”
Yaşam öyküsünden
yavaş yavaş şiirine geçiyordu şair. Bundan sonra söyleyecekleri poetikasını
oluşturacaktı. Tek çekincemse dinleyicilerin konuşmaları soyut bulup ortamdan
kopmalarıydı. Bense defterime kapanmış harıl harıl not alıyordum.
“Hâlâ sorarlar
bana, neden öykü, roman yazmıyorsunuz diye. Öykü, roman yazmaya kalktığımda
yazdıklarımın şiir olduğunu fark ettim çünkü. Dille ilişkim böyle. Metaforik.
“Dilin hacmi,
boyutu belli. Gündelik dil neyi, ne kadar anlatabilir ki? Bunun üzerine
insanlık sanat diye müthiş bir şey icat etmiş. Yeni anlamlar ortaya çıkarmak
için metafor, benzetme, şiir, müzik gibi yeni diller yaratmış. Çünkü evrende
sonsuz anlamlar var. Şiir denilen şey, malzemesi yalnızca dil olan bir sanat.
Öykü dediğinizde biraz dil mühendisliği giriyor işin içine. Romanda katman
biraz daha artıyor, sosyolojik çalışmalara falan girmeniz gerekiyor. Ama şiir
dolaysız, dilin kendisiyle yapılan bir sanat. Bu nedenle gerçeklikle dilin
ilişkisi şiirde çok çok önemli.
“Şiir nesnelerle
dilin arasındaki boşluktan doğuyor. O boşlukta var olan; ama bizim
hissetmediğimiz, duyumsayamadığımız, algılayamadığımız anlamlar bulunuyor.
Gerçeklikle dilin arasında boşluk dediğim; bizim duyumsayamadığımız,
algılayamadığımız ama var olan anlamlardır. Şiir, bunu duyabilmemize olanak
sağlayan yeni bir dildir.”
“Bağlamlar
yaratmak, ilişkiler kurmak için çok titiz çalışmanız gerekiyor. Mesela ‘çivi’
gibi sert bir sözcükle aynı sertliği taşımayan naif bir sözcüğü yan yana
kullanamazsınız. Üstelik bu kuralları da kendiniz koyarsanız. Şiirin dışındaki
diğer dil sanatları daha dünyevi, daha ayakları yerde ve bu dünyanın gerçekliği
ile daha çok ilgilidir. Şiir daha bir üst dildir. Ona dilin arkasındaki dil de
diyebiliriz. Şiir daha önce de söylediğim gibi, nesnelerle dilin arasındaki
boşluğu dolduran yeni bir dildir. Neden bunu yapıyoruz? Çünkü bizim dışımızda
var olan ama insan olarak noksan kaldığımız bir anlamlar evreni var. Bu evren,
olguları ne kadar çok algılayabilirsek o kadar derinlikli insan olmamızı
sağlıyor. Şiiri şuna benzetebiliriz: Mesela şu anda salonda görüntüler, sesler
uçuşuyor. Ama bir televizyon ya da radyo aygıtı olmadan bunları duyamıyor, göremiyoruz.
Sanatlar da tıpkı bu aygıtlar gibi bizim algılayamadığımız, göremediğimiz,
duyularımızın yetmediği konuları anlatmak için var. Anlamları bilinir hâle
getirerek insani boyutlarımızın, heyecanlarımızın, iç dünyamızı oluşturan
duygularımızın artmasını sağlıyor. Şiir bunu dille yapan, işi gücü tamamen bu
olan bir sanattır. Anlamın görsel tasarımı olduğu için de gündelik hayatın
kurallı cümleleri, ilkeli sözcükleri, anlamın kendisiyle şiir yazamazsanız.
Mesela Melih Cevdet ‘Penceremden güvercinler uçtu’ demiyor, ‘penceremde kopan
alkış’ diyor. Böyle yaptığında, var olan ama bizim bilmediğimiz, tanımadığımız
yeni bir anlam katmanı yaratıyor, bunu hissettiriyor. Duyarlılığımızı
birdenbire başka bir boyuta taşıyıp algılanır hâle getiriyor. Bunu sözcük bağlamlarıyla
yapıyor. İşte şairlik denen şey de bu.”
Şairin son
sözleriydi bunlar. İmzalanan kitaplar, çekilen fotoğraflarla etkinlik sona
erdiğinde artık biliyordum, Salih Bolat’ı şiirleriyle olduğu kadar gülümseyen
yüzüyle de anımsayacağımı.