Sait Faik'in Semaver'i




Öykücülerimizin geleneği kullanma düzeyleri ve amaçları değişse de başvurulan iki ana kaynak hiç değişmiyor: Sait Faik ve Sabahattin Ali. Birbirinden değerli bu iki cevheri teraziye koymuşçasına tartarak bir tarafa üstünlük sağlamak gibi kötü niyetli, boş, yapay, anlamsız karşılaştırmaların yararsızlığını da yine öykü tarihimizden biliyoruz.
Türk öykücülüğünü gürül gürül akan bir ırmağa benzetirsek bu ırmağı besleyen ana kollardan birine hiç kuşkusuz Sait Faik dememiz gerekir. Yazarın Varlık dergisinde yayımlanan ilk öykülerinden bugünlere değin edebi gücünü eksiltmeden sürdürebilmesi bunun göstergesi değil midir? Başvurduğumuz diğer bir nokta ise geliştirdiği yenilikçi öykü anlayışıyla hâlâ daha genç öykücüleri etkileyebilmesidir. Öyle ki 1950 kuşağı öykücüleri bizzat onu, 1980 kuşağı öykücüleri 1950 kuşağını, 2000’li yıllardan günümüze değin ulaşan öykücülerse 1980 kuşağını izlediklerine göre altta yatan büyük cevherin Sait Faik öykücülüğü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Küçük insanı farklı yönleriyle öyküye sokan Sait Faik, o güne değin gelişimini klasik çizgide sürdüren öykücülüğümüze yeni bir alan açmıştır. 1936’da yayımladığı ilk kitabı Semaver’den itibaren giderek bilenen kalemi, ona özgü bir öykü anlayışı çıkarmıştır ortaya. “Sait Faik öyküsü” diyebileceğimiz bu yenilikçi tarz, geleneksel öykücülüğümüzden büsbütün ayrıdır. Üstelik yazar kendine özgü bu tarzı oluştururken öyle bir yol tutturur ki ne kendinden önceki yazarların ayak izlerini takip eder ne de kendinden sonra geleceklere takip edilebilir bir iz bırakır. Onu hep genç, eskimez tutan iksirin gizini burada aramak gerek.

İlk kitabına adını veren unutulmaz öyküsü Semaver’de İstanbul Halıcıoğlu’ndaki fabrikada nihayet bir haftadır elektrik amelesi olarak çalışan, mutluluk anlarını evinde annesiyle yaşayan Ali’ye odaklanırız. İkisinin yatakta debelenmeleri, kucak kucağa yemek odasına geçmeleri, Ali’nin annesini öptükçe dudaklarını yalaması, namaz kılarken önünde çömelmesi, taklalar atması, dilini çıkarması, annesinin ona gülmesi mesutları çok az mahallenin çocuklarından ayırır onları. Oğlundan başka kimsesi olmayan, dini bütün, mütevazı, fedakâr anne onu işe göndermek için sabah ezanıyla kalkar, oğluna her sabah ekmek kızartır. Yemek odası kızarmış ekmek kokusuyla dolmuşken semaver güzelce kaynamaktadır. Semaverin öykünün merkezine yerleştirilmesi, simge olması, Ali’yi hayata bağlayan damarlardan biri olması boşuna değildir. Yalnız koku, buhar ve sabahın saadetini üreten ideal bir fabrikadır Ali’nin gözünde.
Ev içeridir, sıcaktır, huzur getirir, geleneksel değerlerle çevrilidir, güvenlidir, mutluluktur, belli bir rahatlık düzeyi vardır, korunaklıdır ve bilinir. Halıcıoğlu’ndaki fabrikaysa dışarıdır, tehlikelidir, karşıt değerlerin kuşatmasındadır, greve, huzursuzluğa, patrona, kazaya dayalı yıpratıcı bir atmosferi vardır.
Bir sabah annesinin ölmesiyle mesut yaşamı bozuluveren Ali’nin mutluluğa dair tüm beklentileri de yok olur. Ne ekmek kokusu ne kaynayan semaverin buğusu… Yapayalnızdır artık Ali. İşlevsizleşen semaverle koku, buhar ve saadetten mahrum kalırken fabrika yaşamına grev, ıstırap, kaza, patron mu egemen olacaktır? Çatışmanın özü tam da burada, işçi Ali’nin içinde doğar. Annesiyle kurduğu mutlu, sevgi dolu, huzurlu, sıcak, evde geçen “iç hayat” bitmiş, bilinmezlerle dolu “dış hayat” başka geliri olmadığından bir zorunluluk biçiminde varlığını sürdürmektedir. Oysa biraz şair tabiatlıdır Ali. Örneğin fabrikayı sadece dışarıdan, bacasını ötmek üzere olan bir horozun kafasına benzettiğinde güzel bulurken uzun ve bütün Haliç’i çınlatan düdüğü onda arzular uyandırır, arzular söndürür.

İlk kez okuyanların belki de dikkat etmeden geçiverdikleri bir ayrıntının önem kazanmasıyla çatışma diner, öykü olağanlaşarak biter. Semaveri göze görünmeyecek bir yere koyan Ali, onun boşluğunu salep güğümüyle doldurur. Erkenden işe gidenler, mektep hocaları, celepler, kasaplarla sırtını duvara vererek üstüne zencefil ve tarçın serpilmiş salep içenlere karışır.


Sait Faik Abasıyanık, Semaver, YKY, 22. baskı, İstanbul 2008

1 yorum: