Kanamalı Bir Öykü
İçin Hikâye Aranıyor [i]
öyküsünde, annesiyle babasının yatak odasında, kendi gibi kırık bir dolapta, zamanının
gerisinde kalmış bir çanta vardır. Sapı kopmuş, anahtarı kaybolmuş, görünüş
itibariyle gayet eski, değersiz, meşin bir çanta. “Eskinin sünnetçi çantalarına benzer, onlardandır belki de.” Ne var
ki sağlığında babasının açtığı bu çanta, ailenin kıymetlilerini saklayan bir istiridyedir.
Nüfus cüzdanları, aile cüzdanı, babasının nişan yüzüğü, birkaç ziynet eşyası,
evin tapusu hep içindedir. Gelgelelim bu kıymetli eşyaların arasında bir de
çatal vardır. “İri, ağır, zamanın
hışmından kararmış, gümüş bir çataldır bu.” Babasının vaktiyle ev kurarken dedesinin
evinden yanına aldığı tek eşyadır. Almış çıkmıştır işte, niyesi belirsiz. Anlatıcımız
bugün için çok merak etse de sağken babasına sormamış, soramamıştır. Yıllar
sonra annesine sorduğundaysa –ne soruyu ne cevabı önemsemiştir annesi– aldığı
cevap onu tatmin etmez. “Koymuş işte
rahmetli.”
Çatal, öyküyü anlatan evladın aklını kurcalayan bir eşya
figürü olmanın ötesinde, öykünün her şeyidir. Onun o kıymetliler arasında
bulunması hem merak hem çatışma unsurudur. Üstelik o kadar merkezdedir ki
haliyle çözümün de ondan gelmesini bekleriz. Çatalla ilgili bir son umar, bunun
da ilginç olanını yeğleriz.
Buraya kadar doğal seyrinde giden, kendine belirgin bir
yatak oluşturan öykünün suları birdenbire yer altına çekilir. Kadri Öztopçu’nun
klasik öykü anlayışını hafifseyerek reddetmesinin, kendi öyküsünü yerleşik
kalıpların hayli dışında konumlandırmasının bariz bir sonucudur bu.
Klasik öykü okuru onu garipseyip geçerken omuz silkip
geçmeyen, ne olup bittiğini kavramaya çalışan, yeni anlayışlara az çok aşina
okur arada kalır. Onun için durum hayli çetrefildir. Anlaması zamana ve çabaya
bağlıdır. Öyküye burun kıvırmaz ise yazarın ve öykünün yaratmak istediği etkiye
kapılmış olur ki ondan sonrası çorap söküğü gibi gelir. Kanamalı Bir Öykü İçin Hikâye Aranıyor bağlamında pirelenir ve
şöyle sorular sorar: Bu kısacık yazı bir öykü müdür? Öyküyse çatalın öyküsü
müdür? Neymiş çatalın hikâyesi? Söylemeyecekse niye yazmış?
Bizimle eğleniyor mu? Merak uyandıran düğümlerin yanıtlarını neden vermiyor? Okur,
bu sorulara vereceği yanıtlarla sadece bu öyküyü kavramakla kalmayacak, aynı
zamanda tahkiyeyi, klasik öyküyü sorgulama gereği duyacaktır.
Öztopçu’nun kendi öykü dünyasını kurarken yarattığı bu
iklim bir tarafta duradursun, bu öyküyü yazarken oldukça eğlendiğini düşünüyorum.
Onun geleneksel anlayışları reddeden tarzı, söylemek istediklerini bir tık geri
çeken öyküsüyle birleşince okur, yakalandığı ağla su yüzüne çıkan balık gibi
sersemler. Nasıl sersemlemesin? Babasının, babasının evinden çıkarken niye ala
ala tek bir çatal aldığının ve çatalı neden o çantada sakladığının yanıtı
yoktur. En çalışkan okur bile düğümlere dair açık, gizli hiçbir çözüme
rastlayamaz. Yoktur çünkü. Öyküdeki sesimiz anlatıcının hiçbir şey öğrenemeyip topu
bize atması bundandır. Peki, bir şeyler sezinlese öykünün seyri böyle olur
muydu? Başlığa bakarak bu soruya peşinen olumsuz yanıt verebiliriz. O zaman öykü,
öykü olmaktan çıkar, hikâye olurdu. Yazar bir biçimde olayı bağlasa kadim tahkiye
etme geleneğimize uygun biçimde hareket etmiş, dinleyicisini/okuyucusunu sarmalamış
olurdu. Bunların hiçbirini yapmayan yazar, anlatıcıyı okurla kendi arasında
konumlandırır ve onun ağzından seslenir: “Yani
sevgili dostum, bu öyküdeki çatalın hikâyesi (varsa bir hikâyesi), nedir, bilmiyorum. Belki sen hikâye uydurur,
muhtemelen anlamsız bulduğun öyküye kendince anlam katarsın.”
Hâlâ
daha öyküyle hikâyenin eş olup olmadığı üzerine
farklı düşüncelerin olduğu bu edebiyat ikliminde Öztopçu’nun Kanamalı Bir Öykü İçin Hikâye Aranıyor başlığı
atması tesadüf müdür? Hem öykünün başlığında hem içeriğinde bu iki kavramın
birlikte kullanılması bilinçli bir tercihtir. Öykü, yazılı edebiyatın bir türü
olarak konumlanmışken hikâye, kâh
olay anlamında kâh uydurulan, rivayete dayalı,
belirsiz, hayali, gerçek dışı, hatta yalan anlamlarında kullanılıyor. Bu
haliyle hikâye sözlü edebiyatın bir türü olan
halk hikâyesini anımsatıyor. Tam da buradan
hareketle Türk öyküsünün tahkiye geleneğinden öyküye geçişi üzerine bile isteye
düşündürür okurunu. Bu bağlamda Kanamalı
Bir Öykü İçin Hikâye Aranıyor gelenekseli sorgulamak için bir çeşit
davettir. Halk edebiyatına ve ondan el alan Ahmet Mithat’a değin
götürebileceğimiz tahkiyeyi ve uzantısı klasik hikâyeyi
özellikle olay örgüsüne bakışıyla masaya yatırabiliriz. Çatışma ögesi içerecek
olayın ortaya çıkması, sürmesi ve sonlanması biçiminde gerçekleşen bu klasik
plan, hiç şaşmadan sıralanır durur.
Öztopçu’nun gelenekten yararlanma, geleneği çağdaşa
dönüştürme, özgünleştirilme konularına mesafeli durduğu açık. Yazarın
geleneksel anlatı biçimlerini kırmak için deneysel, açık bir öykü yazdığını
düşünmek de mümkün.
Bir eşya figürü olarak kullanılan çatalın kişileştirme ve
konuşturma sanatlarına başvurulmadan, insani niteliklere büründürülmeden akılda
kalan sorularla öyküde kullanılması, çok rastladığımız bir anlatım tarzı değil.
Günümüz öykü ve romanındaysa eşyalara, kişileştirme ve konuşturma sanatlarıyla
insani nitelikler kazandırılması sayesinde geleneksel anlatımın dışına
çıkıldığıysa bir yanılsamadır. Çünkü insanileştirilen eşyalara, varlıklara o
denli sık rastlanılır oldu ki artık bu kullanımın yeni olduğunu söylemek neredeyse
gülünç. Buna karşın Kadri Öztopçu’nun bayatlayan yönelimlerden kaçındığını,
eski ve yeni tekdüzeliklere düşmediğini ve bulanıklaştırıp muğlaklaştırdığı
çatalla geleneksel anlatı yollarını kırdığını söyleyebiliriz.
Anlatıcı, Kadri Öztopçu’nun kumandasıyla okur için ipucu olabilecek
zihin açıcı sorular türetir: “İnsan
babasının evinden çıkarken, niçin tek bir çatal alır, eşya diye? Neyi anlatır,
en az seksen yıllık, eski, ucu körelmiş, iri ve ağır, kararmış gümüş bir çatal?
Neden ailenin kıymetli evraklarının özenle saklandığı çantadadır? Hangi
zamanda, hangi yemeğin sonunda sofranın emeklisi olmuştur? Gözden ve gönülden
düşmüştür de ondan mı girmiştir çantaya? Tersi mi yoksa, bir terfi midir bu? Ve
niçin, seksen yılın sonunda bir gün, günün sonuna doğru, bir hüzün vaktinde,
alacakaranlıkta sessizce gelir, kendi öyküsüne ansızın saplanır? Kanatır, içten
içe?”
Anlatıcının sıraladığı tüm sorular, gelip gelip yazara bu
öyküyü yazdıran dertte kilitlenir. O çatal seksen yıl sonra, hüzünlü bir
vakitte o çantadan başını gösterdiğinde yazarını içten içe kanatmasa bir ilmek
daha atarak son cümlede “Hikâyesi yok
gibi duran kimi öykünün hikâyesi, iç kanamasında mı saklıdır yoksa?” der miydi? Bu son
cümleyi istifham yapılan, bir sözde soru cümlesi olarak okumak gerek. Belirgin
bir planı olmayan Kanamalı Bir Öykü İçin
Hikâye Aranıyor öyküsünün hikâyesi
yazarın kim bilir hangi iç kanamasında saklıdır?
[i]
Kadri Öztopçu, Kuş Oltası, “Kanamalı Bir Öykü İçin Hikâye
Aranıyor”, Can Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder