Günümüzde veliler, öğrenciler için bazı yanlış değerlendirmelerde bulunuyor. Bunlardan biri hiç kuşkusuz şudur: “Bizim çocuk matematik yapamıyor, demek ki akıllı değil.”
Matematiğin öneminden kimsenin kuşkusu yoksa da matematik
dersinde başarısız diye asla akıldan noksan olamaz, hiçbir çocuk.
Önce zekâ tanımlarına kulak verelim.
“Zekâ, çevreye uyum sağlama gücüdür.”
“Zekâ, zihinsel olarak kendi kendini yönetme
yeteneğidir.”
Bunlara benzer birçok tanımı yapılsa da yaygın
bir anlayış olarak çoğumuz zekâyı salt akılla, aklın da sayısal yönüyle
ilişkilendiririz. İşte burada Howard Gardner’ın “Çoklu Zekâ Kuramı”na kulak
vermemiz oldukça işimize yarayacaktır. Öyle ki bu kuram, zekânın soyut
karışıklığından büyük oranda bizi kurtarır. Böylece zekânın yalnızca sayısal
boyutlu olmadığı, aksine çok boyutlu olduğu ortaya çıkar.
Çoklu Zekâ Kuramı’na göre birey zekâsını geliştirebilir,
somut bir biçimde günlük yaşamının bin bir türlü olayında ortaya koyabilir. Bu
saptamalar gösterir ki zekâ sanılanın aksine tek boyutlu ve durağan değildir.
Doğuştan ciddi bir zihinsel kusuru olmayan, yeterli bedensel işlevlere sahip
her birey gerekli gayreti gösterirse kendine en uzak olan zekâ alanında bile
ilerleme kaydedebilir.
Bu kuramın bence en özgün yanı ise zekânın
sayısal olarak hesaplanamaz oluşudur. Okul sıralarında, üniversite sınavlarında
yapılan hiçbir sınav –kim ne derse desin– asla zekâ düzeyimizi ölçmez. Ölçemez.
Bu sınavların ölçtüğü esas nokta, bireyin sınavdan önce sorumlu olduğu konulara
ne kadar çalıştığı, bunları ne kadar özümsediğidir.
Gardner zekâyı çeşitli alanlara ayırır. Bunlar
sözel-dilsel zekâ, mantıksal-matematiksel zekâ, sosyal zekâ, içsel zekâ,
bedensel zekâ, ritmik zekâ, uzamsal zekâ olarak adlandırılır. Bu alanların
tamamı her bireyde mevcut olduğuna göre bireyin çeşitli zekâ alanlarına
yatkınlığı olabileceği gibi uzaklığı da olabilir, dolayısıyla herhangi bir zekâ
alanında kesinkes mahrum olma diye bir şey söz olası değildir.
Tüm bunlar gösteriyor ki zekânın birçok alanından
yalnızca biridir matematiksel zekâ. Bu zekâ alanını geliştirmemek çocuğun
yanlışı olabilirken en başından sivri genellemelerde bulunmaksa velinin
yanlışıdır ve bu tutum, hepsinden daha vahimdir. Sorunu ortadan kaldırmanın tek
çözüm yolu ise okul-aile dayanışmasına çocuğun ortak edilmesinde saklıdır.
Adını andığım zekâ alanları herkeste farklı
düzeyde olabilir. İlkokuldan beri öğretmenlerim bende hep sözel-dilsel bir
yetenek olduğunu düşünürlerdi. Ne kadar doğru bir saptamadır bilemeyeceğim; ama
bu kuramı işittiğimden beri hep sözel-dilsel zekâ alanımın baskın olduğunu
düşündüm. Ki, sonradan uzmanlık olarak Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü seçerek
sanırım bu iddiayı pekiştirmiş de oldum. İyi ki böyle bir yatkınlığım varmış
diye düşünürüm hep. Mesleğimi bana uygun olmayan bir alanda seçmiş olsaydım
günbegün körelirdim; bu nedenle insanların zekâ alanlarına göre tercihler
yapmasını çok önemsiyorum. İnsanın kendini var etmesi, bu tercihleri doğru
kullanmasında yatıyor biraz da.
Nasıl ritmik zekâ alanı müziksel çağrışımlar
yapıyorsa sözel-dilsel alanın özellikleri de edebi çağrışımlar yapar. Bu alanı
baskın olanlar söz oyunlarını severler, genellikle iyi birer hatiptirler ve
insanları etkileyen konuşmalar yapabilirler. Edebiyat eserleriyle iç içedirler
ki bir süre sonra doğal olarak ellerine kalem alarak ufak ufak karalamaya başlayabilirler.
Çağımızın doğal bir sonucu gibi görülen, herhangi
bir çaba gerektirmeyen, basit eğlence tüketimi; en başta işitsel bir sanat dalı
olan edebiyata ciddi zararlar veriyor. Her şeyin hizaya alındığı, kolaycılığın
ve ucuzluğun nimet gibi sunulduğu dünyamızda bilgisayar oyunları, televizyon
programları, sosyal medya kanalları her türlü insani üretimi engelleyecek boyutlara
ulaştı. Öyle ki edebiyat gibi köklü bir sanatla uğraşmaktansa anında
tüketilebilecek bu yollar insanlara katbekat eğlenceli geliyor. Üstelik tüm
duyulara seslenen bu araçlar çoğu kez cinsel unsurlarla desteklenmektedir.
Böyle olunca kişinin yıllar boyunca kitaplar devirmesi, bilincini donatması,
aydınlığını ortaya çıkarması da gerekmiyor!
Benim gibi sözel-dilsel zekâya sahip bireyler,
derinlerinde köklenen öfkeleriyle romana, öyküye, şiire daha sıkı sarılırlar. Okudukça
ve yazdıkça nitelikli her metnin çağın kirliliğine yepyeni bir sitem, içimizin
güzelliklerine yepyeni bir soluk olduğunun ayırdındadırlar. Nasıl olmasın ki…
Her kitapta bambaşka ve olağanüstü şifreleri çözülür hayatın. Birkaç örnek
vereyim: Voltaire, “Söylediklerine katılmıyorum ama fikirlerini söyleme hakkını
sonuna dek savunuyorum,” derken Spinoza, “Gönüller silahla değil, sevgi ve
yüksek gönüllükle yenilir,” der. Son noktayı Cemil Meriç’le koyalım: “Her
aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım: Karanlığa öyle
alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi!”
İçerik zaten güzel Dostum, ama C. Meriç'in sözünü öyle beğendim ki, sana sormayı akıl edemeden bir çırpıda paylaşıverdim twitter üzerinden. ..aydınlığı yangın sananlardan biri belki okur diye...
YanıtlaSilSormana gerek yok ki gözüm...
YanıtlaSilİçeriği beğenmene sevindim; ama ben o denli beğenmedim aslını sorarsan.
Neden böyle düşündüğünü söyleyeyim mi Dostum, bence sen yazının biraz "soft" (kusura bakma ama durumu karşılayacağını düşünerek kullandım bu kelimeyi) olduğunu düşündün...
YanıtlaSilBilmem tespit doğru mu? Ama yazının soft olması içeriğin güzel olmasına engel değil.