Cinayetin suç ortağı sensin
Küçük Günahlar bizi bize anlatıyor
Lars Von Trier kadın düşmanı mı?
Lars Von Trier’in Antichrist filmini (2009) ilk elden ve ivedice “kadın düşmanlığı” üzerine kurduğunu rahatlıkla düşünebiliriz. Zira filmin kışkırtıcı derecede sertliği, yönetmenin yaşamındaki özel dönemle ilişkilendirilince ve bunu sağda solda çıkan yazılarla, haberlerle harmanlarsanız, “Evet, Antichrist kadın düşmanı bir film” demek son derece kolay olur. Zira 62. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi Haneke’ye kaptırması belki sürpriz değildi, hatta abartılı da sayılmazdı; ancak Antichrist'in ekümenik jüri tarafından “Dünyanın en kadın düşmanı filmi” gibi bir anti-ödülle anılması (filmin başrol oyuncusu Charlotte Gainsbourg’a en iyi kadın oyuncu verilmesiyle tezat oluşturuyor) gerçek bir felakettir.
Başka Bir Dünya
Jilet Sinan
Roman ilerledikçe Sinan’ın Gül’e olan aşkı, bağlılığı artar ve ister ki Gül de aynı duyguları kendisi için beslesin; ama kötücül dünyalarının sonu belli Sinan’ını bilerek beslesin.
Düşlerimiz dağılmıştı verandaya
Yersiz yurtsuz
İnsanın varlığını oluşturan düşüncelere birtakım
durumların, olayların, elbette mekânların özellikleri siner. Korunaklı, dört
köşe dükkânlar, uçsuz bucaksız bozkırlar, halka açık bahçeler, heybetli
caddeler, insana tenha sokaklar, sidik kokan, çöp kokan viraneler, yoksulluk
taşan kondular, salaş meyhaneler, ışıklı vitrinler, teknolojik ürünlerle
donatılmış mağazalar, özgürlükle sarmaş dolaş meydanlar, rengârenk ormanlar…
İnsanın nerede bulunduğu, nasıl yaşadığı elbette önemlidir; ama insanın
yaşamasına anlam katan nedenler sanırız hepsinden daha önemlidir. Bilinçli
olarak mı oradadır kişi? Zorlanmış mıdır birilerince? Rastlantı sonucu mu
oradadır? Oradaki insanlarla ne kadar kader ortaklığı yapmaktadır? Ortaklıkla
paydaşlığın farkının farkında mıdır? Paylaşmakta mıdır yaşamı yoksa salt bir
kavram olarak mı kalmıştır atalarımızın “bir elin nesi var, iki elin nesi var” sözü?
Kimi vatan
kimi yurt demeyi
seçer. Konuştuğum, anlaştığım dille düşünmeyi, açıklamayı sevdiğimden ben
ikinci gruptanım. Vatan sözcüğünü kullananlara uzun boylu itirazım yok.
Yakındığım nokta bu sözcükten türetilen sözcüklerin, bu sözcükle kurulan bazı
tümcelerin aşırıya kaçtığını düşünmemden kaynaklı. Yoksa ben yurttaşlıktan da yurtseverlikten de mutluyum, varsın
onlar vatandaş olsunlar, vatansever olsunlar.
Bizi bir arada tutan yahut tutamayan kültürün nerede başlayıp nerede bittiği
sorunu, ne denli tartışmalıysa ortaklığımız yahut paydaşlığımız da o denli
tartışmalı. Kültür ortaklığımız kuramsal açıdan su götürmez gibi dursa bile
uygulamada insanımızın kültür ortaklığı mı kültür paydaşlığı mı yaşadığı tartışmalıdır.
Buradan hareketle yaşamımızı kitap, türünü de roman kabul edelim ve zihnimizde
canlandıralım romandaki yerimizi. Biliriz ki bu yerler, kişilerin başlarından
geçecekleri göstermek için yazar tarafından bilinçli seçilmişlerdir. Örneğin Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi romanındaki Anadolu Kulübü farklı toplumsal
konumları bir araya getirmek için tasarlanmış bir yerken, Peyami Safa’nın Yalnızız romanındaki Simeranya bambaşka, masalsı,
ütopik bir yerdir ve Samim’in sıkıldıkça
kaçtığı kurtuluş yeridir.
İnsanın yurdu kültürle var olur ya da yok olur.
Her insan kimliğini yurdunda kazanır ya da kaybeder. Ortaklık ya da paydaşlıksa
insanın kendini ne derece oralı, diğer bir deyişle o yurdun bireyi, yani
yurttaş hissetmesiyle ilgilidir. Yeri gelir, 72. Koğuş’un Ahmet
Kaptan’ı gibi yarınsız ve hesapsız bir dürüstlükle penceresiz koğuş bile
yurdunuz olur, yeri gelir Doğu’nun
Limanları’ndaki İsyan kadar
yersiz yurtsuz kalabilirsiniz.
Yersiz yurtsuz yaşayan insanların bile
beğenmedikleri; gelgelelim zaman tükettikleri, geceledikleri bir yer vardır.
Her ne nedenle olursa olsun yaşamın ilerlediği bir yer, bir mekân mutlaka
olacaktır; hiç yersiz, mekânsız yaşanır mı?
Hangi mekânda olursa olsun bir insanın dünyamızda kaplayabileceği alan en fazla
ne kadardır? Bunu fiziksel açıdan belirlemek oldukça kolay. Kollarınızı iki
yana açmanız yeterli. Peki ya zihinsel açıdan? Okuduğu kitap sayısı, halk
kütüphaneleri kullanıcı sayısı, yayımlanan eser sayısı pekâlâ ölçüt
olabilir bize.
***
UNESCO, DİE, Fransa Milli
Eğitim Sendikası (SNE) gibi kurumların verilerine dayanılarak
hazırlanan “Dünya Kültür ve
Aydınlanma Haritası”na göre Japonya,
İngiltere, İspanya, Rusya, Kazakistan gibi ülkelerde kitap üretimi
ve dağılımı oranı % 53; İskandinav
ülkeleri, Fransa, Almanya’da % 22,7; Çin, ABD, Kanada’da % 12,8; Latin Amerika ülkelerinde % 7,4; Orta Avrupa ve
Balkan ülkelerinde % 1,9; Avustralya’da % 1,5; Kuzeydoğu Afrika hariç tüm kıtada % 1,3’ken Türkiye,
Afganistan, Pakistan, Suriye, Mısır, Irak, İran, Yemen, Kuveyt, Ürdün, Suudi
Arabistan gibi ülkelerdeyse % 0,9.
TÜİK’in 2013 verilerine baktığımızda bir başka şaşırtıcı tabloyla
daha karşılaşıyoruz. Buna göre ilköğretimde 1998-1999 eğitim döneminde okullaşma oranı % 84,74’ten 2012-2013’te bu oran %98,86’ya çıkmış; ama okul sayısı 47365’ten 29269’a düşmüş. 18096 okul buharlaşmış. 4+4+4 eğitim sistemi kapsamında
ayrılan ortaokulları topladığımızda bile (16987) hesap tutmuyor, 1109 okul eksik kalıyor.
Oysa bu düşüşü TÜİK’in “Güvenlik birimine suça sürüklenme ile gelen
veya getirilen çocuk sayısı” anketindeki yükselişle bağladığımızda
çok acı bir tabloyla karşılaşıyoruz. Buna göre 2008’de güvenlik birimine suça sürüklenme ile gelen ve
getirilen 62430 çocuk
varken bu oran 2012’de 100831’e çıkıyor. Yani 4 yılda karakolla tanışan çocuk
sayısı 38401 artıyor.
TÜİK’in 1997 hükümlü tutuklu sayısı verileri de sersemletici. 1997’de 60843 olan toplam hükümlü ve tutuklu sayısı 2011’de 128253’e fırlayarak tam 67410 kişi artıyor.
Fakat benzer artışları kültür
verilerinde bulamıyoruz. TÜİK
1990’da halk kütüphaneleri
kullanıcı sayısını 18748495 olarak belirlerken 2011’de bu sayı 18826715’te kalıyor. Artan nüfus,
artan üniversite mezunu sayısı nedense bu sayıya yansımıyor.
İnternette dolaşan başka istatistikleri de paylaşayım. Dünyada bir yılda ders kitapları dışında
basılan kitap sayısında ABD
72000 ile zirvede yer alırken Almanya 65000, İngiltere 48000, Fransa 39000, Brezilya 13000 iken Türkiye yalnızca 6031’de kalıyor.
Japonya’da bir yılda kişi başına ortalama 25 kitap,
İsviçre’de 10 kitap, Fransa’da 7 kitap düşerken Türkiye'de ancak 6 kişiye 1 bir kitap düşüyor ve
bu verilere göre Türkiye'de okuma
alışkanlığına sahip olan kişi sayısı ancak 40 bin kişide kalıyor.
7 milyon nüfuslu
Azerbaycan’da bir kitap 100 bin tirajla
basılırken bizde bu oran 2000-3000’i
nadiren geçiyor.
Kültür ve Turizm
Bakanlığı’nın 2011’de hazırladığı “Türkiye Okuma Kültürü Haritası”na
göre, nüfusumuzun %30'u okuma
yazma bilmiyor, düzenli kitap okuyanların oranı yalnızca %0.01.
Yerlerde sürünen bunca veri zihinsel çapımızın
küçüklüğünü, cahilliğimizin yüksekliğini göstermez mi?
Söz bitti, öz başladı. Yorum sizin.