Okumak
istediğim kitaplardan liste yapmışlığım ve kitapçılara, sahaflara bu listelerle
gitmişliğim çoktur. Ama insan -klasikler dışında- kendi yazarlarını böyle
bulamaz. Aynı kitapçılara hiçbir bağlayıcım olmadan uğradığımda yeni yazarlar, bilinmedik
eserler, farklı düşünceler peşinde saatler geçirdiğimi, adını sanını
işitmediğim, kimsenin önermediği, belki entelektüel azınlık dışında kimseciklerin
tanımadığı isimlerle evin yolunu tutardım.
Okuma
hızım doğrultusunda kitaplığımın hızlı takviyelerle güçlendirilmesi gerekir,
bazense yavaşlığıma koşut aylarca beni idare edecek kitabım hep halihazırda dururdu.
Okuma açlığı… Bir çeşit beslenme. Sevdiği yemekleri yeniden tatmak isteyenlerin
iştahıyla başucu eserlerimi yeniden okumuşluğum da az değildir doğrusu.
Kitaplığıma gireli çok uzun zaman
olduğunu kestirebildiğim Jilet Sinan’ı
nedense bugüne değin okumamış, sıkışık rafların genelde gerilerine itmiştim. Gelgelelim
borç gibidir okunmamış kitap; kitapseveri rahatsız eder. Bir süre sonra mutlaka
okunması gerekir. Böyle duygularla gerilere ittiğim, okunmamış kitaplarımı
okumaya kararlıyım bugünlerde. Önce Şiir
Erkök Yılmaz’ın Abdullah’ın Ablası’nı,
şimdi de Gönül Kıvılcım’ın Jilet Sinan’ını okudum. Kırık yaşamlar,
yoksulluk, bozuk düzenin bozuk sonuçları, insanlığımızın savruluşları…
Metin Kaçan’ı
andım çokça, Jilet Sinan’ı okurken. Aynı yoğunlukta değildi belki, belki
yazarın ilk romanı olmasındandı; gelgelelim şuramda buruk bir tat bırakmayı
başarmıştı. Nasıl bırakmasın, hiç yol tutamamış ve besbelli ki tutamayacak
yaşamların içgüdüsel bir çabayla bugüne tutunması… Çok etkileyici…
“Bokumuzu donduran soğuğa rağmen
hepimizi ayakta tutan güç, bizi sokağa atanlardan alacağımız intikamın hesabı. Kimimiz
tinere, kimimiz ineri ağzımıza sürenlere. Zehirli elmayı yedirmeseler hızlı
viteste geçeriz hepsini. Hayat bilgisi dersinde toplarını attırır, ipi
fazlalarımızla göğüsleriz: bir-iki jilet kesiği, sayısını unuttuğumuz karakol
ziyaretleri, tecavüzün yırttığı anüslerimiz ve birikmiş uykusuz gecelerimiz.” (Kıvılcım
2002: 38)
Saçma sapan bir sokağa itilmedir
Sinan’ın başına gelen. Terk edilmiştir. Baştan söylemeyişi yazarın, merakımızı
diri tutturmak için. Okuyunca aklınıza çevrenizden, olmadı gazetelerden,
televizyonlardan benzer örnekler geliveriyor. Benzerlikler arıyor,
karşılaştırmalar yapıyorsunuz.
“Matematik – orta, fen – orta, Türkçe
- orta; Jilet ne işe yarayacağını bilemediği ilkokul diplomasıyla bir koşu eve
varıp kapıyı çaldığında ev bomboştu. Evdeki eşyalar, üvey annesi, dargınlıklar
ve odalar dolusu yoksulluk çekip gitmişti. Babası üvey annesiyle üvey
kardeşinin başına bu kez deniz manzaralı bir ev kondurmuştu. Komşuların
anlattığına göre büyük oğluna yer yokmuş orada. Anasının ateşli hastalıklarla
yok olduğu gibi o da el çekmeliymiş en iyisi bu dünyadan.
-
Baban
gitti, dediler. Başının çaresine bak bundan böyle.” (Kıvılcım 2002: 99-100)
Her dünyanın zorluğu oralılara, her
insanın derdi kendine kocaman gelir. Daha fenası yoktur. Öznelliği içinde doğrudur
da. Özneler o derdi halletmeden huzur bulamıyorlarsa o dert elbette ki göreceli
bir zorluk, dahası melanettir.
Gelgelelim sevginin gücü tüm
zamanların kişilerinde olduğu gibi toplumla olan ilişkilerinin aksayan ritminde
onların akciğerleri oluyor. Sevgiyle soluyabiliyor insan ancak. Sinan’ın Gül’ü
de bu irinleşmiş dünyanın tazecik, kıpkırmızı çiçeği.
“Gül duruyor, gözlerimin ta içine
bakıyor.
-
Burası
İstanbul, Gül. Yalnız sen değilsin yolunu kaybeden, diyorum; ve oracıkta, Gül, gece ve ben hiç ayrılmayacağız diye
geçiriyorum içimden.
Yalvarıyorum:
-
Ödünç
yeminler dünyası bu. Bir yemin et. Terk etmeyeceğim de.
Gül Susuyor.” (Kıvılcım 2002: 40)
Roman ilerledikçe Sinan’ın Gül’e olan aşkı, bağlılığı artar ve ister ki Gül de aynı duyguları kendisi için beslesin; ama kötücül dünyalarının sonu belli Sinan’ını bilerek beslesin.
“– İşte böyle Gül, dedi Jilet. Bizde haftanın
yedi günü şeytanla pişti oynanır. Son elde bacağı çıkaramayan kalbini Azrail’e
vermeye mecburdur. Onun için beni sevmeden kartlarına iyi bak!” (Kıvılcım 2002:
102)
Oysa hayatta kalmak zordur. Sokaklar özellikle
geceleri çok tehlikelidir romanın bana kalırsa en başarılı yanı bu tehlikelerin
anlatıldığı öykücüklerde saklıdır. Kanınızın donduğunu duyumsuyorsunuz.
Bakıyorsunuz ki Jilet Sinan’ın başından geçen belalar, dertler sizinkilerden
kaç kat büyük! Vicdanınız, dertlendiğiniz dertlerinizin sandığınız kadar büyük
olmadığını size bildiriyor.
“– Boş ver, sen soru sorma, dinle,
dedim. Bi akşamüzeri dev çınarların ve duvarların kuytusuna sığınarak yürüdüm.
Kar kim bilir hangi kilisenin bağışı olduğunu unuttuğum kadife ceketimden içeri
giriyordu. Ceketin yakasını kaldırmıştım. Kaldırıma yapışmış yerden bitme
dilencinin önünden geçiyordum. Az ilerde sigarasının koruna baka baka ayın
sonunu hesaplayan sebatkâr memur, yolun üstünde fosforlu
çorabına yapışacak sinekleri bekleyen fahişe… Tedirgin adımlarla tenhalarına
sığınacağım hayır duaları aradım. Tecavüz sokağın kanunudur Gül. Korkularım da
arkadaşlardan işittiğim tecavüzlerin izleri… Neden kat kat pantolon giyeriz
bilir misin? Oğlanların kokusunu on metreden alan köpek burunlulardan
kaçabilelim diye. Pantolonun birini indirdiklerinde diğerini bulurlar altta.
Fırsattan istifade tüyebilirsen ne mutlu. Ama bazen bir düzine pantolon giysen
de bana mısın demezler! Bak işte! Açık kalmış bir apartman kapısından içeri soktuğum
başıma siyah yün bereyi geçiriyorlar. Cebimdeki kelebeğe davranayım diyorum.
Taak! Onlar benden önce çekiyorlar usturayı. İnlete inlete düzüyorlar
sahanlıkta. Haftalarca tuvalete çıkamıyorum prensesim. Kim olduğunu biliyorum.
Sesinden tanıyorum onu. Tuvalete oturunca nefesinin kokusu geliyor burnuma.
Kanıyorum.” (Kıvılcım
2002: 102-103)
Bunca pisliğin, tehlikenin,
çaresizliğin ve pek tabii umutsuzluğun kol gezdiği sokaklar uyuşukluk olmadan
çekilir mi? Bellek ki durmaksızın hatırlatacak size o dehşet anlarını… Oysa en
iyisi unutmaktan, yani tinerden geçer.
“– Soğuğun cilası. Keser hemen.
İnsana tinerliyken herkes hayalmiş gibi gelir. Kimseyi takmazsın kafana.
Yanından geçer giderler…” (Kıvılcım 2002: 50)
Böyle bir dünyada hiçbir ışık, hiçbir
güzellik kök salmaz. İnançları da öyle görür Sinan. Kaybedilenler hepsi birden
kaybedilmiştir. Dünyasını kaybeden inançlarını da kaybeder. İnanmaya değecek
hiçbir şey tanımamaktadır.
“Oysa
ben böyle miydim ya, diye düşündü Jilet. Yaşamı merak ederdim. Akşamları birahanelerin
taburelerine tüneyenlerden masalara sinek kolu kanadı kırık düşleri, sokağa
çömelmiş lavanta satan Çingene’nin paketlediği aşk öykülerini, üçüncü sınıf
otelin merdivenine tünemiş esrar çeken on sekizlik tazenin, bekâretini bozan otel
müşterisinin hikâyesini… her şeyi, her boku merak ederdim. Şimdi uyuştum, değil merak
etmek, nefes almayı unutucam nerdeyse.” (Kıvılcım 2002: 59)
Sonlara doğru bir aksiyon filminin
hızına erişerek bitmesinden çok bende bıraktığı kırıklıklarla değer kazanıyor,
roman. Öyle ya umutsuzluk da her duygu kadar koşullarla ilgili ve her duygu
kadar koşulları içinde anlamlı. Gönül Kıvılcım’ın Jilet Sinan’ı horladığımız,
görmezden geldiğimiz, yanı başımızdaki bu acımasız dünyaya tuttuğu aynayla
değerli.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder