Yalancı

























bohçasından çıkarmış ne varsa
taşımayacakmış artık
ne yamalı düşler ne yırtık gülüşler

                       ***

tutun dilinden boşuna çırpınmasın
oyunun sonu bu, dilerse kabullenmesin

                       ***

acısını göstermeyene
yarım ağız sevinçlerden
           kırık gülüşler yamayabilene
denirmiş yalancı.

Adını anmadan




  


































anmadım adını
özlediğimi söylemedim çığlık çığlığa
avazım çıktığınca o şarkıya eşlik etmedim
hatta o şarkıyı bir kere olsun dinlemedim
gözümün önüne gelmelerin kısaldı
kesik durgun bir filme benzedin iyice
son buluşmalarımızdan bir iki anı kaldı geriye
defalarca yinelediğim o ilk an dahi silikleşti
en çok avucumun içini öpüşün kaldı
inan bir bunu silemedim
bu ıslaklığı yok edemedim
belki de tutkudan olacak bilemiyorum
seni öyle canım isterdi ki belki senin de beni
ama gerisi eski ajandalarda artık
hem artık yaldızlı zamanların
            boş yapraklarını sana adamıyorum
sana dörtlükler de dizmiyorum
öyle uzun ki görüşmeyişliğimiz
sadece bir kere tesadüfen karşılaştık da
‘nasılsın’a sadece ‘iyi’ demedim mi
dönüp yüzüne bile bakmazdım sormasan
bunları inkar edemezsin
ki geriye kalanlar asla kafi gelemeyecek
üstelik onlar da tüyden uçucu
yitiyoruz günden güne birbirimizin belleğinden
birbirimizin adını anmadan
                                                                                


Zeki Müren’den Ağlama Sevdam’ı dinlerken



        Ağlamamalısın sevdam. Amandır, yamandır ve daha bilmem nedir belli değil; ama değmediği kesindir. Ağlama sevdam, sakın. Karşına çıkan çıktı, ağladığını gösterme; hoşlarına gider. Çünkü sen o kadar içten, o kadar hesapsız seversin ki ağlaman kolaydır. Hoşlarına gitmesin, sık dişini, at içine, lanet et ve sakın ola ağladığını gösterme.

Bir gün olacak sileceksin bütün dertlerini ve ancak o zaman sırtını sağlam bir duvara verdiğini anlayacaksın. O güne kadar ah etme, aman dileme; aklından, yüreğinden ne geçirirsen geçir sakın ola ağlama. Ya da ağla istersen; ama sakın belli etme.

Beni, benliğimi oluşturan değerlerimi beğenmeyen, beni nasıl olur da sever? Oluru var mı hiç? Yarım bir hülya gibi, dipsiz bir kuyudur gözleri buğulu bakar en çok. Daha ötesi, ötesi kadar berisi, her şey yarımdır, yarısı doğruysa yarısı yalandır.

Karanlıktan ışılar gözlerim benim. Ben yalnızca karanlıkta ağlarım. Kimseler görmesin diye, yalanlar ve yalancılar görmesin diye bir de. Kendimden gelip kendime gitsin diye. Ağlarım ben, erkek gibi ağlarım. Kimseler görmeden, kimseler anlamadan, araya kendimden başka kimseyi koymadan. Ciğerim delinir, dört yanım kırılır, hep ağlarım. Karanlıkta gözlerimden ışıklar süzülür.

Işıkta yalanlar başlar, ışıl ışıl yapar yalanlar, burgulanır, tarazlanır. Ben susarım, içim ağlar. Bir de ateş yutarım, kan yutarım, ışıkta güler, karanlıkta ağlarım.

13 Aralık 2009/Adıyaman

Zonguldak, 1940'lar: KARA GÜNLER




1940’ların dünyasını anlamak için Zonguldak’a bakabiliriz. Boşuna değil bu iddiamız; tarihin en gaddar, en kanlı savaşına girmemiş ülkenin savaşa girmişçesine cefasını çekmiştir bu kent. Savaşın getirdiği açlık ve yoksulluk, her ne kadar ekmek karneleriyle simgeleşse de Zonguldak’ın durumu daha vahimdir. Ülke mademki bu kadar zor durumdadır ve mademki Zonguldak’ın kara taşı bu kadar değerlidir, o halde ne pahasına olursa olsun bu maden çıkarılacaktır. “Mükellefiyet” yıllarının ayak sesleri böyle işitilir. Değil midir ki ülkenin her yanında ve Zonguldak’ta evvela işsizden, sonra da köylüden bol bir şey yoktur; o zaman bu madenlere inilecektir. Kanun çıkar, mükellefler belirlenir. Zonguldak’ın çevre köylerinden insanlardır bu mükellefler.
İrfan YALÇINÖlümün Ağzı” romanında (dinletimizde de geçer) şöyle konuşturur mükellef bir işçiyi: 
Yaşlı bir madenci o günleri şöyle anlatıyor: “Yük taşıyan hayvan huysuzlanıp gitmezse sahibi döver onu. Ama ne kadar döverse dövsün hayvanını yaralamak, sakat bırakmak, öldürmek gelmez içinden.
İşte böyle sakınmalardan bile uzaktık “mükellefiyette” biz. Bir hayvan, bir eşya kadar bile değerimiz yoktu nedense! Ayağı kırılan bir ocak katırı, yiten bir kazma bizlerin ölümünden daha çok üzerdi başımızdakileri. Çünkü ocakta çalışan katır az bulunuyordu. Kazma kürek belli sayıdaydı. Ama bize gelince, karıncalar kadar çoktuk biz.”

Böyle bir zamandan bahsediyoruz. Acı yıllar, karanlık yıllar… Ne çok ölmüş, sakat kalmış Zonguldaklı… Bu acıların tam ortasındaysa kardelenler gibi pırıl pırıl iki çiçek filizlenmiş: Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu. Oyunumuzun ön planına, deyim yerindeyse göbeğine Rüştü’yle Muzaffer’in öyküsünü yerleştirdik. Kentin, ülkenin, dünyanın savaşlarla, yoksulluklarla ve ölümcül hastalıklarla inim inim inlediği bu karanlık günlerde her şeye rağmen şiire âşık iki dostun acılı, kederli öyküsü…


Çalışmalarına ekim ayı içerisinde başladığımız KARA GÜNLER adlı şiir dinletimizi daha önce defalarca sergiledik. Hasan Ali Yücel Lisesi, (o zamanki adıyla) Zonguldak Anadolu Sağlık Meslek Lisesi, Dilaver Ortaokulu, (iki kere) Bülent Ecevit Üniversitesi… Şimdi bu zincire güçlü bir halka daha ekliyoruz: Karaelmas Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi. Yeri geldi çalıştıranlar değişti, yeri geldi gösterinin şiirleri ve müzikleri değişti; ama işin özü korundu: Zonguldak’ı ve dünyayı sanatın diliyle sorgulamak.
Anlatı bölümlerini İrfan Yalçın’ın Ölümün Ağzı, İçimdeki Zonguldak ve İlkyaz Ölümleri kitaplarından oluşturduk. Şiirler; Nazım Hikmet, İrfan Yalçın, Yannis Ritsos, Sennur Sezer, İbrahim Karaca, Enver Gökçe, Birhan Keskin, Orhan Veli, Cahit Irgat, Ahmet Erhan, İlhan Berk, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ceyhun Atuf Kansu, Kemal Özer, Konstantin Mihayloviç Simonov, Hasan Hüseyin Korkmazgil ve elbette Rüştü Onur’la Muzaffer Tayyip Uslu’nun seçkin şiirleri arasından özenle seçildi.
3 Haziran 2015 Çarşamba günü saat 18.00’de on üç öğrencimizin sahneye çıkacağı, şiirler okuyup şarkılar söyleyeceğimiz, okulumuzun adını Zonguldak’ın en büyük sahnesi olan Atatürk Kültür Merkezi tiyatro salonunda onurlandıracağımız KARA GÜNLER adlı şiir dinletimize davetlisiniz.

Bir ben
















deli karlar yağdı üstüme bugün
havanın parçalanmış bulutluluğuna
            bilmem hangi meteorolojik ritmine aldırmadan
lapa lapa topak topak yumak yumak
türdeşlerimin acayip bakışlarına aldırmayarak
            bilmem hangi garipsemelerine bakmayarak
oynadım yuvarlandım beyazın üstünde
            ancak o zaman üşümeye başladım
titreyen ellerim zangırdayan dişlerimle
üzerimdeki güneşe baktım sitemimle
karlarımı silkeledim kiri kaldı
ayaklarım ıslak gözümdeki ifade buğulanıyordu
donuyordum belki de şimdi hatırlamıyorum
ve olasılık kimsenin umurunda değildim
            gözyaşına da aitlik hissi yüklememiştim
biri geldi nereden geldiyse
saçı başı karışık ağzında eski bir sigara
elbisesi hırpani bakışları samimi
bir şey demedi önce uzunca gülümsedi
dudaklarını araladı hafif duraladı
‘ne yapıyorsun a oğul
üstün başın çamur
hava soğuk insanlar bozuk’
kahkahalandı sesi omzumu sıvazladı
daha görmedim istemezdim zaten
o da onlar gibi neticede
            bir benim böyle
böylesine