Birazdan
yanıma oturacak, şimdi tam karşıma oturmuş açılışı yapmamı bekleyen koca şair.
Salonun yeterince kalabalık olmamasına ne kadar aldırıyor bilmiyorum; ama bu sayısal
yetersizlikten kendi adıma feci utanç duyuyorum. Memlekette futbola biçilen
değerin binde birinin kültüre, bilime, sanata verilmediğini bilsem bile binde
birlik kesimin ilgisinin daha belirgin olmasını beklediğimi itiraf edeyim.
Mavi zemin
üzerinde kâğıttan bir kayık ve üzerinde Buyruksuz Düşünmek yazılı şiir kitabının
yanında notlarım duruyor. Daha ne bekliyorum? İnsanlar homurdanıyor mu, gözleri
hepten üzerimde mi bilmiyorum. Kulağımda çınlayan seslerle kendime soruyorum: “Nabzımın
bunca hızlı atması doğal mı?”
Bir yerden
başlamam gerektiğini biliyorum. Madem masaya ben oturdum ve herkes gözlerimin
içine bakarak sunumumu bekliyor, çaresiz başlayacağım. Derin bir nefesle başlıyorum
konuşmaya. Sesim evvela kendime bile cılız gelse de insanların yüzlerindeki
doğallıkla sesimden, yaptığım işten memnuniyet duymaya başlıyorum. Kolay mı, kültür
yaşamımızın birçok alanında iz bırakmış koca bir şairi Ankaralardan buralara
kadar taşımak.
“Sanata
adanmış atmış beş yıl.” İlk tümcem bu. Metni oluştururken karalamadan yazdığım
belki de tek tümce buydu. Dile kolay! “1936’da doğdu Ergun EVREN. Türk Dili, Varlık, Yeditepe gibi önemli dergilerde
şiirleri yayımlandı. Yazdığı şiirlerden biri nedeniyle ta Mersin’e gelen Nurullah ATAÇ’la yakınlıklarını yazarın ölümüne değin Türk Dil Kurumu
Dergisi’nde sürdürdüler. On dokuz yirmi yaşlarında Ankara Radyosu Çocuk
Saati’nde Tahsin TEMREN, Mahir CANOVA gibi otoritelerden dersler
aldı. 1964’te TRT’ye girmesiyle bu adlara Nurettin
SEVİN, Suat TAŞER, Refik Ahmet SEVENGİL, Turgut ÖZAKMAN, Mahmut Tali ÖNGÖREN gibi yeni ustalar eklendi ve Turgut ÖZAKMAN
hocanın verdiği bir ödev sonucunda Türkiye Radyoları’nın ilk müzikli oyun yazma
onuruna erişti.
Türkçeye
verdiği değeri gerek sanat ve günlük yaşamında gerekse de TRT’de göstermesinden
Suut Kemal YETKİN ve Hamdullah Suphi TANRIÖVER’le çalışma
olanağı buldu. İlerleyen yıllarda Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde öğrenciyken
Prof. Dr. Suat SİNANOĞLU, Prof. Dr. Samim SİNANOĞLU, Prof. Dr. İrfan ŞAHİNBAŞ, Prof. Dr. Bedrettin TUNCEL gibi çok
değerli hocalardan dersler alırken TRT ve basın mensubu olması dolayısıyla bu
isimlerle birlikte çalışma olanağına da erişti. Yine öğrenciliği sırasında Orhan BORAN ve Halit KIVANÇ’la önemli gecelerin sunuculuklarını gerçekleştirdi. Film
seslendirmeleri yaptı.
1997’de özel
istekle Kültür Bakanı İstemihan TALAY’ın
basın danışmanlığı görevine getirildi. 2001’de TRT’den emekli olduğunda şiir,
deneme, öykü, oyun, müzikli oyun, söyleşi, radyo notları türlerinde yapıtların
sahibiydi.
Notlarımı
tamamladığımda ilke kez gözlerimin içine baktığını fark etmemle TRT’ye ömrünü
vermiş bu koca devin karşısında, onu ona anlatmanın riskini nasıl omuzladığıma
ben de şaşırıyorum. Neyse ki işin tehlikeli denebilecek kısmını ardımdan
bırakmanın olağanüstü rahatlığına sahibim. “İzninizle Ergun EVREN’i davet ediyorum,” dememle alkışlar patlıyor.
Alkışların
dinmesiyle söze girmesi bir oluyor: “Değerli konuklar….” O eğitimli TRT sesiyle
dinleyenleri kendine hayran bırakıyor; gelgelelim çok geçmeden, uzun süre koşmuş
biri gibi dinlenmek için soluklandığında zamanın boş durmadığını kekelemelerinden,
takılmalarından görebiliyoruz. Konservatuarda hocalık yapan kızı Naz EVREN DURANOĞLU’ndan biliyorum,
yakın zamanda beyin kanaması geçirdiğini ve dilinin sürçmelerinin bundan sonra
başladığını. Kendi de bu duruma işaret ediyor şaka yollu, geçirdiği
rahatsızlığa değinmeden. “Bu kekeme adam nasıl olur da yıllarca TRT’de çalışmış
demezsiniz umarım.”
Isınma
sözlerinin ardından gerçek bir giriş yapıp üniversitenin ve kentin tek
konservatuarının gelişmesi için gecesini gündüzünü veren Aydın İLİK’ten bahsederek sözünü genişletiyor: “Yiğit insandı.
Duygulu insandı. Memlekette andığımız, kıymet verdiğimiz kaç tane insan kaldı?
Diğerlerini anıyor muyuz?”
Gözlüklerini
düzeltip kâğıtlarını önüne sıralayarak günümüzün yoksun kaldığı, kendi
yaşamında taparcasına öncelediği “hoşgörü” kavramı üzerine yıllar önce
gerçekleştirdiği örnek radyo programlarından birini sunacak bizler için. “Evet,
sevgili dinleyicilerim,” demesiyle gözlerimizi kapayıp kayıp zamanların o masal
radyosuna odaklanıyoruz.
“Hoşgörü
üzerinde durmalıyız mutlaka. Aşk sözünden ürperen insanlar çoğaldı artık.
Mutlulukların, sevişmelerin, bir olmaların zamanı geçti mi? Bunlarda size yabancı
gelen ne var? Mutluluk bunlardan doğar. Duygulu ruhların tükenmez hazinesidir,
hoşgörü.
“Evet,
sevgili dinleyicilerim, hepinizin bildiği gibi bu yıl hoşgörü yılıydı.
Sözlerime hoşgörünün ruhundan, anlamından, felsefesinden girmeye çalıştım.
Büyük Larousse demokrasi gerekleri, tolerans, yüce gönüllülük gösteren, din
vicdan özgürlüğüne saygı, açık sözlülük olarak tanımlıyor hoşgörüyü.
“Hiç unutmam lise
son sınıf öğrencisiydim ve edebiyat dersinde Ümit Yaşar OĞUZCAN’ın bir şiiri üzerine öğretmenimle karşı karşıya
gelmiştim. Ümit Yaşar’ın bu şiiri üzerine sorduğu soruya “Ne derin şiirdir”
deyince öğretmenim “Hadi canım!” deyip geçmişti. Edebiyat öğretmenimin ne
düşündüğünü merak ediyordum elbette; ama soramazdım ki “Siz ne anladınız
öğretmenim bu şiirden?” diye. Oysa anlamalıydı öğretmenim şiirinden, resminden…
Ümit Yaşar’ın şiiriyle öğretmenimin anladığı birbirini tutmuyordu. Ümit abi,
bir döneme şiiri sevdiren, şiirini hiçbir şeye alet etmeyen birisiydi. Benim de
Varlık’ta yazmaya başladığım zamanlardı. Bir edebiyat öğretmeninin sağdan
soldan duyduklarıyla konuşmaması, ezbercilik yapmaması lazım. Hoşgörülü
yaklaşmalı, şiiri sevse de sevmese de en azından sanatsal açıdan değerini bize
anlatmalıydı. Hâlâ böyle düşünürüm. Sanat özgürlük ister. Biz eğer ezberci bir
kitle olmayıp da karşı duran, kendi fikrimizi rahatça söyleyen bir ulus
olsaydık buralarda kalmazdık.
“Tanımları
dinledik, tanımlara göre insanın kavgasız, hınçsız yaşamasının en önemli kuralı
hoşgörüdür. Hoşgörüsüzlüğün en önemli sonucu savaş, terördür. Ancak
hoşgörüsüzlüğün kaynaklarından birazı da yeteneksizlikten doğar diyorum. Anne
baba, öğretmen karşısındakini anlamazsa azara başvurur. Oysa başvurduğu, kendi
yeteneksizliğinin göstergesidir. Sus, sus, sus diye diye büyüyen bir toplum
görüyoruz bugün. Neden kavga ediyoruz bu kadar? Sen evladına evde sınıfta ne
yapıyorsun? Gerçekte en büyük suçumuz çocukları azarlamak, en kötüsüyse onlara
doğruyu söylememek.
“Kubilay’dan
Sivas’a kadar hoşgörüsüzlük görülür. Tüm soruların yanıtları aynı anahtar
sözcüğe çıkıyor: hoşgörü.”
Atmış beş
yılın birikimini bir, bir buçuk saatlik söyleşiye sığdırmak ne mümkün? Kendi
şiirlerinden beş altı tanesini okudu, babasının Çermik Köy Enstitüsü’nü kuruşunu,
kan davasına bizzat komşu olmalarını, ünlü şairlerle yazarlarla sürdürdüğü dostluklarını…
Sürpriz ise onun radyo programı dışında hiçbir yerde kaydı tutulmamış Can YÜCEL’in “Ben Hayatta En Çok Babamı
Sevdim” şiirini kendi sesinden dinlettirmesiydi. Evren de güç biter, Ergun EVREN’de söz bitmezdi.
Sanat dolu daha
nice yılların olsun koca çınar ve sonsöz gene senden olsun.
NOT 1: Buyruksuz Düşünmek’i okurken –ki
kitapta otuz sekiz şiir var- bir dize beni resmen uçurmuştu. Aradan epeyce
zaman geçti; ama yeniden okurken aynı dizede yeniden çarpıldığımdan bu şiiri
seçtim. “Karanlıkta sustun mu bitersin…” dizesi benim için hâlâ çok özeldir.
NOT 2: Bu yazı 11 Mayıs 2016’da Ergun EVREN’in ZOKEV’in davetlisi olarak Zonguldak’ta gerçekleştirdiği söyleşi
& imza günü etkinliği kaynak alınarak oluşturulmuştur.
Vardiyalar
Zehir gibi
kalleş bir vardiya şimdi masamızdaki
Yarısı yırtık
pırtık, yağlı pis bir akşam
Vurulan
soğanların cücüğünde bir kömür kırmızısı
Yok
paletlerinde üstlenen renklerde göz ağrıları
Yok simsiyah
ellerinde
Soluğu duman
duman bir adam/it gibi
İt gibi
soluğu kapkara
Ve
uykularında derinlik, yalnızlık korkuları bir de
Bir ocak
buluşması gözleri
Hiç çıkmayan
aklınızdan
Karanlıkta
sustun mu bitersin…
Grizu gürledi
mi…
Gözlerin mi
tutuşmuş senin?...
Kömürlere mi
bulaşmışsın ne?...
Suratında hep
o küstah tenhalık
Karanlıkta
sustun mu bitersin…
Hadi
Bir şeyler
söyle…
[i] Ergun
EVREN, Buyruksuz Düşünmek, İnova Yayınları, 1. Basım, Ankara 2012, s. 19