Ne zamandır
istiyordum, Barış CEYLAN’ı
kentimizde ağırlamayı, onunla bir söyleşi ve imza günü düzenlemeyi. Üstelik görüşmelerimizin
başında henüz ilk romanı Harabelerin Sesi’ni yayımlamış körpecik bir yazarken şimdilerde
ikinci romanını yayımlamış, üçüncüsüne gün sayan, üretken ve giderek olgunlaşan
bir yazarla konuştuğumun da farkındaydım. Ancak ne Barış CEYLAN’la bizim ne kentimizin ne de ülkemizin kimseye
soluklanacak boşluklar tanımamasından düşündüklerim salt bir tasarı olarak kalmıştı.
Neyse ki 53. Kütüphane Haftası, sabah rüzgârı gibi esti üstümüze de sonunda
sözleşebildik.
Hazırlıkların
tamamlanması için on günümüz vardı; ama değil kitabı okumak, resimlerini
internet dışında görmemiştim de. Kitapçısız bir kentte, yazarını okurla buluşturacağımız
etkinliğin arifesinde internetten sipariş vermeyi kendime yakıştıramıyor, bir
iki pürüzü halledip yayınevinden kitap kolisini tarafımıza göndermesini umuyordum.
Böylesi bir bekleyişin ne denli sancılı olduğunu uzun boylu anlatmaya gerek var
mı? Sunucu kitabı okumamış hatta kitaba elini bile sürmemişti hâlâ. Neyse ki iki
gün kala kargo alındısını imzaladığımızda mutluların mutlusu bendim.
“Evet!” dedi. “ Ya her şeyi birden
unutursak! Kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, bize ne dediklerini, nereden
geldiğimizi, kimin oğlu veya kızı olduğumuzu, kimin bizi sahiplendiğini, kimin
erkeği veya kadını olduğumuzu?”
“Anlamadım…”
“Anlaşılmayacak olan ne ki? Araba
kullanabilir miydik? Kim bize yardım edebilirdi? Çocuğumuza nasıl bakardık?
Sevişmeyi tekrar mı öğrenmemiz gerekirdi? Ya da… Savaşlar birden durur muydu?
Kafasına kurşun sıkılmak üzere olanlar… Onlar ne yardı? Polis ile suçlu
arasındaki ilişki nasıl olurdu? Ya dünyayı inançlara bölenler… Tanrı’ya
ulaşmanın farklı yollarını bulup da Tanrı’yı unutanlar ve onların cemaatleri,
yeni bir Tanrı veya yol bulmaya çalışır mıydı? Ve devletler… Amaçlarının ne
olduğunu unutsalar, borsacılar para artırmaya gereksinim duyar mıydı yeniden?
Korkaklar daha cesur olur muydu acaba? Barajlar ne olurdu? Neleri yeniden
keşfederdik? Nelerin peşinden koşardık? Tekrar uçabilir miydik mesela ya da
denizleri yeniden fethedip açlığımızı giderebilir miydik? Bu binaları neden
kurduğumuzu anlamayıp kendimize güler miydik? Doğayı kontrol etmek yerine
onunla barış içinde yaşamayı öğrenebilir miydik? Sevmeyi mesleklerin,
şekillerin, giysilerin ötesine taşıyabilir miydik? Cinayet işlemekten
vazgeçebilir miydik mesela? ‘Yahu bu sınırı çizen hangi gerizekâlıymış?’ diye
sorabilir miydik? Barışın yasalara ihtiyaç duymadığını görebilir miydik veya
özgürlüğe ihtiyaç duymadığımız bir dünyayı yeniden yaratabilir miydik?
Doyumsuzluğumuzun bir sonu gelir miydi sizce? İçimizdeki kocaman boşluğun
yerini hep var olan bir mutluluk alabilir miydi?”[i]
Beyin fırtınasıyla başlamıştı yazar romanına. Aklındaki kocaman soruları, aklımızdaki kocaman sorulara dönüştürmüştü. Doğrusu fazlasıyla hızlı, deyim yerindeyse sert ve tam ortasından başlamıştı roman. Gerçek okuru anında içine çekiveren, kumandayı elinden alıveren bir tarzı vardı. Gelgelelim romancının yazınsal gücüne şans vermeden “deli saçması” diye kestirip atacak sıradan okurun romanı kaldırıp bir kenara atacağını öngörmek de kolaydı elbette; ama sayfalar ilerledikçe yazarın tüm sorularına yanıt aradığını görüyor, kötücül düşüncelerinden kesinkes arınıyorsunuz. Ki, geceli gündüzlü okumalarımın teneffüs aralarında öğrencilerim de görüyorlar romanı ve işitiyorlar “Ya Unutursak” diye sayıklamalarımı. İlgililerin kimine bahsederek akıl yürütmelerini istiyorum. Dev bir flaş patlasa ve bu şokla belleklerimiz yaşadığımız tüm anılarla, bizi biz yapan değerlerle birlikte silinse… Şaşırıyorlar başta, en az benim şaşırdığım kadar. Sorunun çalışmadıkları yerden geldiğini düşünerek gelişigüzel yanıtlıyorlar: “Anne babama sığınırım.” “Allah’a sığınırım…” Yanıtları durdurup ikinci salvoyu gönderiyorum. “Her şey unutulacak,” diyorum, “anneniz, babanız, sığınaklarınız, inançlarınız, her şeyiniz. Ateş yakmayı unuturken, ateşi, hatta ateş sözcüğünü de unutacaksınız.” Suskunlukları uzadıkça uzarken benim suskunluğuma benzer kesif bir korku karışıyor bakışlarına. Daha düşünce aşamasında bunca bocalamamız, tasarlanan dünyayı algılamanın güçlüğünü ortaya koyarken romancıya hayranlıkla sarılmış saygı demetleri gönderiyoruz.
Okur için alışılmış
romanların aksine korkunç bilinmezlikler taşıyan bu roman, yazarın katlandığı çetrefilli
çileler ve yaratma sancılarıyla ilmek ilmek örülen, sonunda yazarla hemhâl olabileceği
özgün, distopik bir eser.
Etkinlik günü
gelip çattığında, yazarımızın Erzincan’dan Zonguldak’a sabahın seherinde
başlayan yolculuk koşturmacası nabzımızı giderek hızlandırıyor. Kente ayak
basmasıyla hâlâ koşturmasını gerektiren bu kilometresavar hızdan mahcup olsak
bile kendisi okuruyla buluşmayı iple çeken, incelikli, heyecanlı duruşuyla durumdan
şikâyetçi görünmüyor, aksine yan flüt ve gitarın akustik tınılarıyla havaya
girmiş ilgili kalabalığı gören yazar çehresi bizi de iştahlandırıyor. Derken müzik
sonlanıp sessizlik salonu çınlattığında söze, konuklarımızın nasıl bir romanla
tanışacaklarını peşinen bilmeleri düşüncesiyle sondan başlıyorum: “Soluksuz
okunacak bir romanla karşı karşıyasınız. Yeri gelecek, olayların hızından bir
macera romanı tadı alarak kanınızın damarlarınızdan çekilip çekilip bırakıldığını
hissedecek, yeri gelecek sanki bir bilimkurgu ya da fantezi romanı tadı alarak bambaşka
dünyalarda varlık yokluk savaşı süreceksiniz. Öyle ya da böyle hızla, tutkuyla okunuveriyor,
Ya Unutursak. José SARAMAGO’nun Körlük
ya da Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş’u
gibi şuranızda gezedururken damağınızda harika tatlarla size geri dönecek. Ki,
abartısız söyleyeyim, kendisi ışıklı bir yazar, ışıltılar saçan bir yazar. Daha
iyi yerlere geleceğinden hiç kuşkum yok.”
Halka,
topluma ilgisiz kalmanın moda olduğu bu günlerin dünyasına inat, tersine dünya ifadeleriyle
söze giriyor Barış CEYLAN ve güzel
bir hikâyeyle hız kazandırıyor söyleşiye:
Doğu Anadolu’da
hikâye anlatan kadınlardan dilemiştim. Dedenin biri zamanında şapkacılık
yaparmış. Her gün bir sepet dolusu şapkayla dolaşır, bunları satmaya
çalışırmış. Günün birinde dolaşmaktan yorulup bir ağacın gölgesine uzandığında
uyuyakalmış. Gözlerini açtığında sepetinde tek bir şapka bile yokmuş. Kafasını
kaldırdığında ağaçta bir sürü şapkalı maymun görmüş. Ne yapsa olmuyor, dedenin
yaptıklarını taklit ediyormuş bu maymunlar. Sonra taklit edeceklerini bilerek yaptığı
hareketlerle maymunları aşağı indirmeyi, şapkalarını geri almayı başarmış. Dede
başından geçen bu sıra dışı olayı ders alsın diye oğluna anlatmış. Aradan zaman
geçmiş, dedenin şapkacılık mesleği kuşaktan kuşağa aktarılarak torununa
devrolmuş. Elinde bir sepet dolusu şapkayla dolaşan torun, tıpkı dedesi gibi
bunları satmaya çalışırmış. Bir gün dolaşmaktan yorulan oğlu bir ağacın
gölgesinde dinlenmeye çekildiğinde uyuyakalmış. Gözlerini açtığında bir de ne
görsün, sepeti bomboşmuş. Kafasını yukarı kaldırınca ağacın üzerinde bir sürü
şapkalı maymun görmüş ve o ana dedesinin hikâyesindeki taklitçi maymunları anımsamış.
Hemen uygun hareketlerle şapkaları kurtarmaya girişmiş ve çok geçmeden de hepsini
kurtarmış. Ancak maymunlardan biri gerisingeri şapkasını alıp toruna bir tokat
atmış ve şöyle demiş: “Yalnız senin mi deden var?”
Barış CEYLAN’ın Ya Unutursak romanı, onun deyimiyle bir yerden başlamıyor. Okumaya
başladığınızda hikâyenin içine girersiniz ki, yazarın bu tutumu gayet
bilinçlidir, bu nedenle yazar olay anlatmaya en başından başlamayı bilinçli
olarak tercih etmez.
Roman
kişilerine baktığımızda kalabalık bir kadroyla karşılaşmamamıza karşın yalnız
tek bir kahramanın adının olması, diğerlerinin profesör, avcı, asistan, kadın
gibi toplumsal statü rolleriyle çağrılması dikkatimizi çekiyor. Barış CEYLAN’ın bilinçli tercihi olarak
romanın birinci kişisi Boran’ı (Anlamsal olarak bakılırsa başından geçecek
nice, yağmurlar, fırtınalara karşı bilinçli seçildiğini söyleyebiliriz.) zihninde
merkeze yerleştiren okuyucunun kendini de buna göre konumlandırmasını
arzulamaktadır.
İnsanlık,
tarih boyunca düz ve pürüzsüz yollardan geçerek bugünlere ulaşamadığından süreç
içinde okurlar anlatıcılarından anlatıcılarsa okurlarından kopmaya başladı
diyor Barış CEYLAN. Ya Unutursak romanının öyküsü, yazarın
yukarıdaki şapkalı maymun hikâyesinde bahsettiği hatırlama direngenliğinin
varlığına denk düşen bir anlatı. Yaratamayan, kendi düşüncesini net olarak
ortaya koyamayan insanın kendi mahrem alanına sahip çıkamayacağını, kamusal
açıdan çiğnenmesine izin vermek zorunda olduğunu; oysa günümüz anlatıcıları,
yani yazarlarının -keza yönetmen ya da heykeltıraşların da- kamusal bir iş
yaptıklarından okur mahremiyetinden çok daha farklı misyonlarla donandıklarını
ifade ediyor ve ekliyor: “Bu coğrafya müsait. Birbirimizi bırakmadan, içimize
dönerek daha fazla şekilleneceğiz.”
Söyleşi
sonlandığında yüzünde dinmeyen insan sıcaklığını, edebiyat tutkusunu
okuyabiliyor ve içimden bir kez daha ‘Işıklı yazar, ışıltılar saçan yazar daha
iyi yerlere geleceğinden hiç kuşkum yok,’ diyorum.
Tanımadığım biri ama sözleri ilgi çekici..
YanıtlaSil