“Sis,” deyip usulca arkasına yaslandı.
Korkarım, dizelere hükmeden koyu karamsarlığın aynını bize de yaşatacaktı.
“Şubattı. Soğuk, en kalın giysilerin bile içine sızıp sizi dondurabiliyordu.” Şimdi
bakışlarında herkesi korkutabilecek bir öfke peyda olmuştu. “Sis yüzünden,”
dedi. “İstanbul’un üzerine çöken sinsi, alçak sis tabakası, tüm canlıyı kötü
emellerine razı gelmeye mecbur kılan, görülse de bütünü seçilemeyen bir çeşit duvar
yahut kımıl kımıl bir mahlûkattı. Ahlaksızlığımızı yüzümüze haykıran bu sisten
duvar öyle yoğun, ıslak ve yapışkandı ki hiçbir güç bu tabakayı aşamazdı. Beş
altı metre önümü zar zor seçebildiğim bu kesif sisin içinde küçük, sakınımlı
adımlar atarken birden mıhlandım kaldım. O yoğun dumanın arasında sıra sıra
dikili ağaçları izleyerek, gövdelerine tutunarak ilerlerken birden burnuma gelen
tütün kokusu ve önümdeki ağacın arkasına gizlenen kişinin gizleyemediği kapkara
pabuçları her şeyi açıklıyordu. Memleketin perişan hali, yaşadığım
tutuklamalar, saçma sapan gerekçelerle sürgüne yollanarak çocukluğumu,
gençliğimi ve ömrümün çoğunu babasız geçirmem, yıllarca bir kentten diğerine tayin
edilerek rahat yüzü gösterilmeyen ve sürgününde ölen babam, yine sürgüne
gönderilen arkadaşlarım Hüseyin Siret ve İsmail Safa, ezberimden çıkmayan Hasanpaşa
Karakolu, her şeyden çok matbuat tartışmalarından ürktüğü için kapatılan
Servetifünun, uğradığım jurnaller… Hepsinin
baş sorumlusu, tüm çelişkilerin kaynağı sensin ‘büyük burun’… Gelgelelim bir
hafiyeyi kendi gözümle görebileceğimi hiç düşünmemiş, dahası sis duvarıyla
hafiye duvarı arasında sıkışıp kalacağımı öngörememiştim. Sanki tüm bedeni sisten
ibaret dev bir mahlûkat ahtapot kollarıyla ağzımı, hafiyeyse tütün kokan terli
elleriyle burnumu kapamıştı. O denli yoğun duyumsamıştım ki soluksuz
bırakıldığımı, eve girer girmez son çare olarak salona geçtim. Kapının dışında
bıraktığım iğrenç tabakayı pencereden seyrederek Boğaz’ın esir edilemediğini
görecek, bir nebze olsun rahatlayacaktım; ancak dev mahlûkat, buluttan
cüssesiyle İstanbul’un üzerine abanmış, her daim güzelliğiyle çekici bu kadim kenti
iğfal etmekteydi ve böyle bir ruh boğulmasında dökülmeye başladı mısralar. [i]
Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!... [ii]
Tevfik Fikret’e bu ünlü şiiri yazdırarak
hem kendi şairliğinin hem de şiir geleneğimizin seyrini değiştiren neden,
yalnızca bir doğa olayı sonucunda İstanbul’un sisle kaplanması olamazdı. Onu bu
şiiri yazmaya iten esin, kaynağını koyu sis duvarı ile istibdadın hafiye duvarı
arasında kalakalmış olmasından alır.
1902’de istibdadın hafiye
duvarıyla sarmalanmış şair Fikret, acaba şimdi diyeceğimi duyabilseydin sevinir
miydin üzülür müydün? Şiirinin ölümsüzlüğünü, o inatçı dumanla örtülü
ufuklarımızda her soluksuz kalışımızda daha iyi anlıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder