Sis'li yazı





“Sis,” deyip usulca arkasına yaslandı. Korkarım, dizelere hükmeden koyu karamsarlığın aynını bize de yaşatacaktı. “Şubattı. Soğuk, en kalın giysilerin bile içine sızıp sizi dondurabiliyordu.” Şimdi bakışlarında herkesi korkutabilecek bir öfke peyda olmuştu. “Sis yüzünden,” dedi. “İstanbul’un üzerine çöken sinsi, alçak sis tabakası, tüm canlıyı kötü emellerine razı gelmeye mecbur kılan, görülse de bütünü seçilemeyen bir çeşit duvar yahut kımıl kımıl bir mahlûkattı. Ahlaksızlığımızı yüzümüze haykıran bu sisten duvar öyle yoğun, ıslak ve yapışkandı ki hiçbir güç bu tabakayı aşamazdı. Beş altı metre önümü zar zor seçebildiğim bu kesif sisin içinde küçük, sakınımlı adımlar atarken birden mıhlandım kaldım. O yoğun dumanın arasında sıra sıra dikili ağaçları izleyerek, gövdelerine tutunarak ilerlerken birden burnuma gelen tütün kokusu ve önümdeki ağacın arkasına gizlenen kişinin gizleyemediği kapkara pabuçları her şeyi açıklıyordu. Memleketin perişan hali, yaşadığım tutuklamalar, saçma sapan gerekçelerle sürgüne yollanarak çocukluğumu, gençliğimi ve ömrümün çoğunu babasız geçirmem, yıllarca bir kentten diğerine tayin edilerek rahat yüzü gösterilmeyen ve sürgününde ölen babam, yine sürgüne gönderilen arkadaşlarım Hüseyin Siret ve İsmail Safa, ezberimden çıkmayan Hasanpaşa Karakolu, her şeyden çok matbuat tartışmalarından ürktüğü için kapatılan Servetifünun, uğradığım jurnaller…  Hepsinin baş sorumlusu, tüm çelişkilerin kaynağı sensin ‘büyük burun’… Gelgelelim bir hafiyeyi kendi gözümle görebileceğimi hiç düşünmemiş, dahası sis duvarıyla hafiye duvarı arasında sıkışıp kalacağımı öngörememiştim. Sanki tüm bedeni sisten ibaret dev bir mahlûkat ahtapot kollarıyla ağzımı, hafiyeyse tütün kokan terli elleriyle burnumu kapamıştı. O denli yoğun duyumsamıştım ki soluksuz bırakıldığımı, eve girer girmez son çare olarak salona geçtim. Kapının dışında bıraktığım iğrenç tabakayı pencereden seyrederek Boğaz’ın esir edilemediğini görecek, bir nebze olsun rahatlayacaktım; ancak dev mahlûkat, buluttan cüssesiyle İstanbul’un üzerine abanmış, her daim güzelliğiyle çekici bu kadim kenti iğfal etmekteydi ve böyle bir ruh boğulmasında dökülmeye başladı mısralar. [i]

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!... [ii]

Tevfik Fikret’e bu ünlü şiiri yazdırarak hem kendi şairliğinin hem de şiir geleneğimizin seyrini değiştiren neden, yalnızca bir doğa olayı sonucunda İstanbul’un sisle kaplanması olamazdı. Onu bu şiiri yazmaya iten esin, kaynağını koyu sis duvarı ile istibdadın hafiye duvarı arasında kalakalmış olmasından alır.
1902’de istibdadın hafiye duvarıyla sarmalanmış şair Fikret, acaba şimdi diyeceğimi duyabilseydin sevinir miydin üzülür müydün? Şiirinin ölümsüzlüğünü, o inatçı dumanla örtülü ufuklarımızda her soluksuz kalışımızda daha iyi anlıyoruz.






[i] Tevfik Fikret’le ilgili yazdığım öykü taslağından bir bölüm  
[ii] Örtün, evet, ey felâket sahnesi… Örtün artık ey şehir; / Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi! (Sis şiirinin son iki mısrasıdır.)

Sanata adanmış altmış beş yıl: ERGUN EVREN



Birazdan yanıma oturacak, şimdi tam karşıma oturmuş açılışı yapmamı bekleyen koca şair. Salonun yeterince kalabalık olmamasına ne kadar aldırıyor bilmiyorum; ama bu sayısal yetersizlikten kendi adıma feci utanç duyuyorum. Memlekette futbola biçilen değerin binde birinin kültüre, bilime, sanata verilmediğini bilsem bile binde birlik kesimin ilgisinin daha belirgin olmasını beklediğimi itiraf edeyim.
Mavi zemin üzerinde kâğıttan bir kayık ve üzerinde Buyruksuz Düşünmek yazılı şiir kitabının yanında notlarım duruyor. Daha ne bekliyorum? İnsanlar homurdanıyor mu, gözleri hepten üzerimde mi bilmiyorum. Kulağımda çınlayan seslerle kendime soruyorum: “Nabzımın bunca hızlı atması doğal mı?”
Bir yerden başlamam gerektiğini biliyorum. Madem masaya ben oturdum ve herkes gözlerimin içine bakarak sunumumu bekliyor, çaresiz başlayacağım. Derin bir nefesle başlıyorum konuşmaya. Sesim evvela kendime bile cılız gelse de insanların yüzlerindeki doğallıkla sesimden, yaptığım işten memnuniyet duymaya başlıyorum. Kolay mı, kültür yaşamımızın birçok alanında iz bırakmış koca bir şairi Ankaralardan buralara kadar taşımak.
“Sanata adanmış atmış beş yıl.” İlk tümcem bu. Metni oluştururken karalamadan yazdığım belki de tek tümce buydu. Dile kolay! “1936’da doğdu Ergun EVREN. Türk Dili, Varlık, Yeditepe gibi önemli dergilerde şiirleri yayımlandı. Yazdığı şiirlerden biri nedeniyle ta Mersin’e gelen Nurullah ATAÇ’la yakınlıklarını yazarın ölümüne değin Türk Dil Kurumu Dergisi’nde sürdürdüler. On dokuz yirmi yaşlarında Ankara Radyosu Çocuk Saati’nde Tahsin TEMREN, Mahir CANOVA gibi otoritelerden dersler aldı. 1964’te TRT’ye girmesiyle bu adlara Nurettin SEVİN, Suat TAŞER, Refik Ahmet SEVENGİL, Turgut ÖZAKMAN, Mahmut Tali ÖNGÖREN gibi yeni ustalar eklendi ve Turgut ÖZAKMAN hocanın verdiği bir ödev sonucunda Türkiye Radyoları’nın ilk müzikli oyun yazma onuruna erişti.
Türkçeye verdiği değeri gerek sanat ve günlük yaşamında gerekse de TRT’de göstermesinden Suut Kemal YETKİN ve Hamdullah Suphi TANRIÖVER’le çalışma olanağı buldu. İlerleyen yıllarda Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde öğrenciyken Prof. Dr. Suat SİNANOĞLU, Prof. Dr. Samim SİNANOĞLU, Prof. Dr. İrfan ŞAHİNBAŞ, Prof. Dr. Bedrettin TUNCEL gibi çok değerli hocalardan dersler alırken TRT ve basın mensubu olması dolayısıyla bu isimlerle birlikte çalışma olanağına da erişti. Yine öğrenciliği sırasında Orhan BORAN ve Halit KIVANÇ’la önemli gecelerin sunuculuklarını gerçekleştirdi. Film seslendirmeleri yaptı.
1997’de özel istekle Kültür Bakanı İstemihan TALAY’ın basın danışmanlığı görevine getirildi. 2001’de TRT’den emekli olduğunda şiir, deneme, öykü, oyun, müzikli oyun, söyleşi, radyo notları türlerinde yapıtların sahibiydi.
Notlarımı tamamladığımda ilke kez gözlerimin içine baktığını fark etmemle TRT’ye ömrünü vermiş bu koca devin karşısında, onu ona anlatmanın riskini nasıl omuzladığıma ben de şaşırıyorum. Neyse ki işin tehlikeli denebilecek kısmını ardımdan bırakmanın olağanüstü rahatlığına sahibim. “İzninizle Ergun EVREN’i davet ediyorum,” dememle alkışlar patlıyor. 


Alkışların dinmesiyle söze girmesi bir oluyor: “Değerli konuklar….” O eğitimli TRT sesiyle dinleyenleri kendine hayran bırakıyor; gelgelelim çok geçmeden, uzun süre koşmuş biri gibi dinlenmek için soluklandığında zamanın boş durmadığını kekelemelerinden, takılmalarından görebiliyoruz. Konservatuarda hocalık yapan kızı Naz EVREN DURANOĞLU’ndan biliyorum, yakın zamanda beyin kanaması geçirdiğini ve dilinin sürçmelerinin bundan sonra başladığını. Kendi de bu duruma işaret ediyor şaka yollu, geçirdiği rahatsızlığa değinmeden. “Bu kekeme adam nasıl olur da yıllarca TRT’de çalışmış demezsiniz umarım.”  
Isınma sözlerinin ardından gerçek bir giriş yapıp üniversitenin ve kentin tek konservatuarının gelişmesi için gecesini gündüzünü veren Aydın İLİK’ten bahsederek sözünü genişletiyor: “Yiğit insandı. Duygulu insandı. Memlekette andığımız, kıymet verdiğimiz kaç tane insan kaldı? Diğerlerini anıyor muyuz?”
Gözlüklerini düzeltip kâğıtlarını önüne sıralayarak günümüzün yoksun kaldığı, kendi yaşamında taparcasına öncelediği “hoşgörü” kavramı üzerine yıllar önce gerçekleştirdiği örnek radyo programlarından birini sunacak bizler için. “Evet, sevgili dinleyicilerim,” demesiyle gözlerimizi kapayıp kayıp zamanların o masal radyosuna odaklanıyoruz.  
“Hoşgörü üzerinde durmalıyız mutlaka. Aşk sözünden ürperen insanlar çoğaldı artık. Mutlulukların, sevişmelerin, bir olmaların zamanı geçti mi? Bunlarda size yabancı gelen ne var? Mutluluk bunlardan doğar. Duygulu ruhların tükenmez hazinesidir, hoşgörü.
“Evet, sevgili dinleyicilerim, hepinizin bildiği gibi bu yıl hoşgörü yılıydı. Sözlerime hoşgörünün ruhundan, anlamından, felsefesinden girmeye çalıştım. Büyük Larousse demokrasi gerekleri, tolerans, yüce gönüllülük gösteren, din vicdan özgürlüğüne saygı, açık sözlülük olarak tanımlıyor hoşgörüyü.
“Hiç unutmam lise son sınıf öğrencisiydim ve edebiyat dersinde Ümit Yaşar OĞUZCAN’ın bir şiiri üzerine öğretmenimle karşı karşıya gelmiştim. Ümit Yaşar’ın bu şiiri üzerine sorduğu soruya “Ne derin şiirdir” deyince öğretmenim “Hadi canım!” deyip geçmişti. Edebiyat öğretmenimin ne düşündüğünü merak ediyordum elbette; ama soramazdım ki “Siz ne anladınız öğretmenim bu şiirden?” diye. Oysa anlamalıydı öğretmenim şiirinden, resminden… Ümit Yaşar’ın şiiriyle öğretmenimin anladığı birbirini tutmuyordu. Ümit abi, bir döneme şiiri sevdiren, şiirini hiçbir şeye alet etmeyen birisiydi. Benim de Varlık’ta yazmaya başladığım zamanlardı. Bir edebiyat öğretmeninin sağdan soldan duyduklarıyla konuşmaması, ezbercilik yapmaması lazım. Hoşgörülü yaklaşmalı, şiiri sevse de sevmese de en azından sanatsal açıdan değerini bize anlatmalıydı. Hâlâ böyle düşünürüm. Sanat özgürlük ister. Biz eğer ezberci bir kitle olmayıp da karşı duran, kendi fikrimizi rahatça söyleyen bir ulus olsaydık buralarda kalmazdık.
“Tanımları dinledik, tanımlara göre insanın kavgasız, hınçsız yaşamasının en önemli kuralı hoşgörüdür. Hoşgörüsüzlüğün en önemli sonucu savaş, terördür. Ancak hoşgörüsüzlüğün kaynaklarından birazı da yeteneksizlikten doğar diyorum. Anne baba, öğretmen karşısındakini anlamazsa azara başvurur. Oysa başvurduğu, kendi yeteneksizliğinin göstergesidir. Sus, sus, sus diye diye büyüyen bir toplum görüyoruz bugün. Neden kavga ediyoruz bu kadar? Sen evladına evde sınıfta ne yapıyorsun? Gerçekte en büyük suçumuz çocukları azarlamak, en kötüsüyse onlara doğruyu söylememek.
“Kubilay’dan Sivas’a kadar hoşgörüsüzlük görülür. Tüm soruların yanıtları aynı anahtar sözcüğe çıkıyor: hoşgörü.”
Atmış beş yılın birikimini bir, bir buçuk saatlik söyleşiye sığdırmak ne mümkün? Kendi şiirlerinden beş altı tanesini okudu, babasının Çermik Köy Enstitüsü’nü kuruşunu, kan davasına bizzat komşu olmalarını, ünlü şairlerle yazarlarla sürdürdüğü dostluklarını… Sürpriz ise onun radyo programı dışında hiçbir yerde kaydı tutulmamış Can YÜCEL’in “Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim” şiirini kendi sesinden dinlettirmesiydi. Evren de güç biter, Ergun EVREN’de söz bitmezdi.
Sanat dolu daha nice yılların olsun koca çınar ve sonsöz gene senden olsun.

NOT 1: Buyruksuz Düşünmek’i okurken –ki kitapta otuz sekiz şiir var- bir dize beni resmen uçurmuştu. Aradan epeyce zaman geçti; ama yeniden okurken aynı dizede yeniden çarpıldığımdan bu şiiri seçtim. “Karanlıkta sustun mu bitersin…” dizesi benim için hâlâ çok özeldir.
NOT 2: Bu yazı 11 Mayıs 2016’da Ergun EVREN’in ZOKEV’in davetlisi olarak Zonguldak’ta gerçekleştirdiği söyleşi & imza günü etkinliği kaynak alınarak oluşturulmuştur.

Vardiyalar

Zehir gibi kalleş bir vardiya şimdi masamızdaki
Yarısı yırtık pırtık, yağlı pis bir akşam
Vurulan soğanların cücüğünde bir kömür kırmızısı
Yok paletlerinde üstlenen renklerde göz ağrıları
Yok simsiyah ellerinde
Soluğu duman duman bir adam/it gibi
İt gibi soluğu kapkara
Ve uykularında derinlik, yalnızlık korkuları bir de
Bir ocak buluşması gözleri
Hiç çıkmayan aklınızdan
Karanlıkta sustun mu bitersin…
Grizu gürledi mi…
Gözlerin mi tutuşmuş senin?...
Kömürlere mi bulaşmışsın ne?...
Suratında hep o küstah tenhalık
Karanlıkta sustun mu bitersin…
Hadi
Bir şeyler söyle…

                                                    Ocak1999[i]



[i] Ergun EVREN, Buyruksuz Düşünmek, İnova Yayınları, 1. Basım, Ankara 2012, s. 19

Ya Unutursak ne olur?




Ne zamandır istiyordum, Barış CEYLAN’ı kentimizde ağırlamayı, onunla bir söyleşi ve imza günü düzenlemeyi. Üstelik görüşmelerimizin başında henüz ilk romanı Harabelerin Sesi’ni yayımlamış körpecik bir yazarken şimdilerde ikinci romanını yayımlamış, üçüncüsüne gün sayan, üretken ve giderek olgunlaşan bir yazarla konuştuğumun da farkındaydım. Ancak ne Barış CEYLAN’la bizim ne kentimizin ne de ülkemizin kimseye soluklanacak boşluklar tanımamasından düşündüklerim salt bir tasarı olarak kalmıştı. Neyse ki 53. Kütüphane Haftası, sabah rüzgârı gibi esti üstümüze de sonunda sözleşebildik.
Hazırlıkların tamamlanması için on günümüz vardı; ama değil kitabı okumak, resimlerini internet dışında görmemiştim de. Kitapçısız bir kentte, yazarını okurla buluşturacağımız etkinliğin arifesinde internetten sipariş vermeyi kendime yakıştıramıyor, bir iki pürüzü halledip yayınevinden kitap kolisini tarafımıza göndermesini umuyordum. Böylesi bir bekleyişin ne denli sancılı olduğunu uzun boylu anlatmaya gerek var mı? Sunucu kitabı okumamış hatta kitaba elini bile sürmemişti hâlâ. Neyse ki iki gün kala kargo alındısını imzaladığımızda mutluların mutlusu bendim.

“Evet!” dedi. “ Ya her şeyi birden unutursak! Kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, bize ne dediklerini, nereden geldiğimizi, kimin oğlu veya kızı olduğumuzu, kimin bizi sahiplendiğini, kimin erkeği veya kadını olduğumuzu?”
“Anlamadım…”
“Anlaşılmayacak olan ne ki? Araba kullanabilir miydik? Kim bize yardım edebilirdi? Çocuğumuza nasıl bakardık? Sevişmeyi tekrar mı öğrenmemiz gerekirdi? Ya da… Savaşlar birden durur muydu? Kafasına kurşun sıkılmak üzere olanlar… Onlar ne yardı? Polis ile suçlu arasındaki ilişki nasıl olurdu? Ya dünyayı inançlara bölenler… Tanrı’ya ulaşmanın farklı yollarını bulup da Tanrı’yı unutanlar ve onların cemaatleri, yeni bir Tanrı veya yol bulmaya çalışır mıydı? Ve devletler… Amaçlarının ne olduğunu unutsalar, borsacılar para artırmaya gereksinim duyar mıydı yeniden? Korkaklar daha cesur olur muydu acaba? Barajlar ne olurdu? Neleri yeniden keşfederdik? Nelerin peşinden koşardık? Tekrar uçabilir miydik mesela ya da denizleri yeniden fethedip açlığımızı giderebilir miydik? Bu binaları neden kurduğumuzu anlamayıp kendimize güler miydik? Doğayı kontrol etmek yerine onunla barış içinde yaşamayı öğrenebilir miydik? Sevmeyi mesleklerin, şekillerin, giysilerin ötesine taşıyabilir miydik? Cinayet işlemekten vazgeçebilir miydik mesela? ‘Yahu bu sınırı çizen hangi gerizekâlıymış?’ diye sorabilir miydik? Barışın yasalara ihtiyaç duymadığını görebilir miydik veya özgürlüğe ihtiyaç duymadığımız bir dünyayı yeniden yaratabilir miydik? Doyumsuzluğumuzun bir sonu gelir miydi sizce? İçimizdeki kocaman boşluğun yerini hep var olan bir mutluluk alabilir miydi?”[i]



     Beyin fırtınasıyla başlamıştı yazar romanına. Aklındaki kocaman soruları, aklımızdaki kocaman sorulara dönüştürmüştü. Doğrusu fazlasıyla hızlı, deyim yerindeyse sert ve tam ortasından başlamıştı roman. Gerçek okuru anında içine çekiveren, kumandayı elinden alıveren bir tarzı vardı. Gelgelelim romancının yazınsal gücüne şans vermeden “deli saçması” diye kestirip atacak sıradan okurun romanı kaldırıp bir kenara atacağını öngörmek de kolaydı elbette; ama sayfalar ilerledikçe yazarın tüm sorularına yanıt aradığını görüyor, kötücül düşüncelerinden kesinkes arınıyorsunuz. Ki, geceli gündüzlü okumalarımın teneffüs aralarında öğrencilerim de görüyorlar romanı ve işitiyorlar “Ya Unutursak” diye sayıklamalarımı. İlgililerin kimine bahsederek akıl yürütmelerini istiyorum. Dev bir flaş patlasa ve bu şokla belleklerimiz yaşadığımız tüm anılarla, bizi biz yapan değerlerle birlikte silinse… Şaşırıyorlar başta, en az benim şaşırdığım kadar. Sorunun çalışmadıkları yerden geldiğini düşünerek gelişigüzel yanıtlıyorlar: “Anne babama sığınırım.” “Allah’a sığınırım…” Yanıtları durdurup ikinci salvoyu gönderiyorum. “Her şey unutulacak,” diyorum, “anneniz, babanız, sığınaklarınız, inançlarınız, her şeyiniz. Ateş yakmayı unuturken, ateşi, hatta ateş sözcüğünü de unutacaksınız.” Suskunlukları uzadıkça uzarken benim suskunluğuma benzer kesif bir korku karışıyor bakışlarına. Daha düşünce aşamasında bunca bocalamamız, tasarlanan dünyayı algılamanın güçlüğünü ortaya koyarken romancıya hayranlıkla sarılmış saygı demetleri gönderiyoruz.
Okur için alışılmış romanların aksine korkunç bilinmezlikler taşıyan bu roman, yazarın katlandığı çetrefilli çileler ve yaratma sancılarıyla ilmek ilmek örülen, sonunda yazarla hemhâl olabileceği özgün, distopik bir eser.
Etkinlik günü gelip çattığında, yazarımızın Erzincan’dan Zonguldak’a sabahın seherinde başlayan yolculuk koşturmacası nabzımızı giderek hızlandırıyor. Kente ayak basmasıyla hâlâ koşturmasını gerektiren bu kilometresavar hızdan mahcup olsak bile kendisi okuruyla buluşmayı iple çeken, incelikli, heyecanlı duruşuyla durumdan şikâyetçi görünmüyor, aksine yan flüt ve gitarın akustik tınılarıyla havaya girmiş ilgili kalabalığı gören yazar çehresi bizi de iştahlandırıyor. Derken müzik sonlanıp sessizlik salonu çınlattığında söze, konuklarımızın nasıl bir romanla tanışacaklarını peşinen bilmeleri düşüncesiyle sondan başlıyorum: “Soluksuz okunacak bir romanla karşı karşıyasınız. Yeri gelecek, olayların hızından bir macera romanı tadı alarak kanınızın damarlarınızdan çekilip çekilip bırakıldığını hissedecek, yeri gelecek sanki bir bilimkurgu ya da fantezi romanı tadı alarak bambaşka dünyalarda varlık yokluk savaşı süreceksiniz. Öyle ya da böyle hızla, tutkuyla okunuveriyor, Ya Unutursak. José SARAMAGO’nun Körlük ya da Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş’u gibi şuranızda gezedururken damağınızda harika tatlarla size geri dönecek. Ki, abartısız söyleyeyim, kendisi ışıklı bir yazar, ışıltılar saçan bir yazar. Daha iyi yerlere geleceğinden hiç kuşkum yok.”
      Halka, topluma ilgisiz kalmanın moda olduğu bu günlerin dünyasına inat, tersine dünya ifadeleriyle söze giriyor Barış CEYLAN ve güzel bir hikâyeyle hız kazandırıyor söyleşiye:
Doğu Anadolu’da hikâye anlatan kadınlardan dilemiştim. Dedenin biri zamanında şapkacılık yaparmış. Her gün bir sepet dolusu şapkayla dolaşır, bunları satmaya çalışırmış. Günün birinde dolaşmaktan yorulup bir ağacın gölgesine uzandığında uyuyakalmış. Gözlerini açtığında sepetinde tek bir şapka bile yokmuş. Kafasını kaldırdığında ağaçta bir sürü şapkalı maymun görmüş. Ne yapsa olmuyor, dedenin yaptıklarını taklit ediyormuş bu maymunlar. Sonra taklit edeceklerini bilerek yaptığı hareketlerle maymunları aşağı indirmeyi, şapkalarını geri almayı başarmış. Dede başından geçen bu sıra dışı olayı ders alsın diye oğluna anlatmış. Aradan zaman geçmiş, dedenin şapkacılık mesleği kuşaktan kuşağa aktarılarak torununa devrolmuş. Elinde bir sepet dolusu şapkayla dolaşan torun, tıpkı dedesi gibi bunları satmaya çalışırmış. Bir gün dolaşmaktan yorulan oğlu bir ağacın gölgesinde dinlenmeye çekildiğinde uyuyakalmış. Gözlerini açtığında bir de ne görsün, sepeti bomboşmuş. Kafasını yukarı kaldırınca ağacın üzerinde bir sürü şapkalı maymun görmüş ve o ana dedesinin hikâyesindeki taklitçi maymunları anımsamış. Hemen uygun hareketlerle şapkaları kurtarmaya girişmiş ve çok geçmeden de hepsini kurtarmış. Ancak maymunlardan biri gerisingeri şapkasını alıp toruna bir tokat atmış ve şöyle demiş: “Yalnız senin mi deden var?”
Barış CEYLAN’ın Ya Unutursak romanı, onun deyimiyle bir yerden başlamıyor. Okumaya başladığınızda hikâyenin içine girersiniz ki, yazarın bu tutumu gayet bilinçlidir, bu nedenle yazar olay anlatmaya en başından başlamayı bilinçli olarak tercih etmez.
Roman kişilerine baktığımızda kalabalık bir kadroyla karşılaşmamamıza karşın yalnız tek bir kahramanın adının olması, diğerlerinin profesör, avcı, asistan, kadın gibi toplumsal statü rolleriyle çağrılması dikkatimizi çekiyor. Barış CEYLAN’ın bilinçli tercihi olarak romanın birinci kişisi Boran’ı (Anlamsal olarak bakılırsa başından geçecek nice, yağmurlar, fırtınalara karşı bilinçli seçildiğini söyleyebiliriz.) zihninde merkeze yerleştiren okuyucunun kendini de buna göre konumlandırmasını arzulamaktadır.
İnsanlık, tarih boyunca düz ve pürüzsüz yollardan geçerek bugünlere ulaşamadığından süreç içinde okurlar anlatıcılarından anlatıcılarsa okurlarından kopmaya başladı diyor Barış CEYLAN. Ya Unutursak romanının öyküsü, yazarın yukarıdaki şapkalı maymun hikâyesinde bahsettiği hatırlama direngenliğinin varlığına denk düşen bir anlatı. Yaratamayan, kendi düşüncesini net olarak ortaya koyamayan insanın kendi mahrem alanına sahip çıkamayacağını, kamusal açıdan çiğnenmesine izin vermek zorunda olduğunu; oysa günümüz anlatıcıları, yani yazarlarının -keza yönetmen ya da heykeltıraşların da- kamusal bir iş yaptıklarından okur mahremiyetinden çok daha farklı misyonlarla donandıklarını ifade ediyor ve ekliyor: “Bu coğrafya müsait. Birbirimizi bırakmadan, içimize dönerek daha fazla şekilleneceğiz.”
Söyleşi sonlandığında yüzünde dinmeyen insan sıcaklığını, edebiyat tutkusunu okuyabiliyor ve içimden bir kez daha ‘Işıklı yazar, ışıltılar saçan yazar daha iyi yerlere geleceğinden hiç kuşkum yok,’ diyorum.




[i] Barış CEYLAN, Ya Unutursak, Sola Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2016, s. 8-9