Metin Köse’yi
ZOKEV’in konuğu olarak 19 Ekim 2018’de Maden Mühendisleri Odası Lokali’nde
ağırladığımızda henüz hiç tanımıyordum. Etkinliğin sunumunu yapan Alaaddin Kara
sözü yazara vermeden önce dinleyiciler için güzel bir sunum yaptı. Uzun yıllar
TRT’de radyo ve televizyon programları hazırlayıp sunmuş, şiir albümleri
yayınlamış, elli saatlik bir kayıtla Mevlânâ’nın Mesnevi’sini seslendirmiş, Eleni’ye
Mektuplar, Mükellefiyet, Göl Dağı, Büyük Yürüyüş kitaplarını yazmıştı Metin
Köse; ne var ki on yıldır Zonguldak romanları yazsa da ilk Zonguldak
söyleşisiydi bu onun.
Aç Kapıyı Ben
Geldim romanı Safranbolu’da, kendi içinde iki farklı zamanda geçiyor. Birincisi
Safranbolulu mübadillerin öyküsünü anlatan 1923 yazı ile 1924’ün Aralık ayı
sonlarını kapsayan yaklaşık bir buçuk yıllık dönem. İkincisi, karışık bir
turist grubunun Safranbolu’ya gelmesiyle birlikte geçmişle bağlantıların
kurulduğu 2014 Mayıs ayı.
Romana
başlamamla ilk yüz sayfayı geride bırakmıştım ve o coşkuyla günlüğüme şöyle yazmışım:
“Metin Köse’nin Aç Kapıyı Ben Geldim romanı sarıp sarmaladı beni. Özellikle
Safranbolu mübadele dönemini anlatan tarihsel bölümleri çok etkileyici. 2014’e
dönen bölümlerindeki kurgu da güzel gidiyor. Yazar kendini Tekin karakterinde
var etmiş, bu da romana artan bir içtenlik katıyor ve okuru romana
yaklaştırıyor.”
Roman
ilerledikçe bendeki coşkusu sönüyor, hatta yer yer bezdiren bir bıkkınlık
duygusu yaratıyordu. Beşinci günün sonunda kitabı bitirmemle günlüğümü önüme
çektim ve şunları yazdım: “Metin Köse’nin Aç Kapıyı Ben Geldim romanını az önce
bitirdim. Notlarımı romanın arasında, romanı da biraz öteye koyarak düşündüm.
Tarihsel dokusu, olayların işlenişi benim sarıp sarmalamışken romanın
ortalarına doğru ne değişmişti? Tarihsel doku, olaylar, kahramanlar yazarın
gözünde geri bırakılıyor ve yazar bizzat yeni bir Ahmet Mithat Efendi rolüne
soyunarak bizelere güya romanla ilgiliymiş gibi, ucu Safranbolu’ya değen her
ayrıntıyı anlatıyor! Yazık etmiş romana. Bunları belge-roman yazma eğilimine
kapılarak yaptığı açık. Yine Safranbolu’daki türbe, çeşme adlarını tek tek
sayarken aldığı haz romanın önüne geçmiş. Üstelik romanın sonunda Filiz’in
insanüstü bir yetenekle olacakları önceden bilme yeteneği (dejavu) ortaya
çıkarılarak çözdüğü düğüm hiç tatmin edici değil doğrusu. Sözün kısası romanı
aşağı yukarı ikiye böldüğümde iki ayrı duyguyla sarmalandığımı fark ettim: Önce
haz, sonra usanç.”
Peki keyifle
ilerleyen roman neden tökezledi? Coşkuyla geçilen bölümlerden sonra neden taht
kötücül duyguların eline geçti? Biraz ayrıntıya girelim...
Yordan’ın
geminin güvertesinde, Güldane’nin yukarısında olduğu bölümle açılan roman, 1924
yılının son günlerini anlatıyor. Safranbolu Ortodokslarının Ekim ayında
başlayan sevklerinin son grubundaki üç yüz elli kişi daha Yunanistan’a
gönderiliyordu. Safranbolu Müslümanlarıyla hiçbir sorunları yokken bu zorunlu
göç, yaşananlar inanılmazdı. Safranbolu bir hayaldi artık. Yedi yüz yıl süren
birliktelik son bulmuştu.
Neden
gönderiliyorlardı ki? Dilleri Türkçeydi, üstelik Kuvayi Milliye’ye de yardım etmişler,
hatta “Biz Türküz, ninnilerimiz, manilerimiz, şarkılarımız Türkçe,” diye Safranbolu
Kaymakamlığı’na, oradan Kastamonu Valiliği’ne, oradan da TBMM’ye ulaşan dilekçelerle
süreci durdurmaya çalışmışlar; Safranbolulu Türk Müslüman komşuları kararın
değişmetirilmesi için Kastamonu Valisine, hatta Ankara’ya, meclise gitmişlerdi.
Ne var ki Türkiye ve Yunanistan arasındaki görüşmelerde onların kaderini
belirleyecek karar ortaklaşa alınmıştı.
“Hayır, anlamadığım şu” dedi Yorgi, “İsmet
Paşa, bizimle ilgili bir konuyu ta Yunanistan’daki Venizelos’la konuşur da
bizimle niye konuşmaz?” (Metin Köse, Aç Kapıyı Ben Geldim, Doğan Kitap,
İstanbul 2017, s. 48)
Kolay değildir
kuşaklar boyunca yaşanan topraklardan bir anda koparılmak. Yordan safran
tohumları, Despina yetiştirip kuruttuğu inciri, Stefan fesleğeni, Yannis şarap
ve pekmezi, Mihail bir çift yemeniyi, bazılarıysa bir avuç Safranbolu toprağı
götürmekteydi yanlarında.
Yordan yolculuk
boyunca 1923’ün o unutulmaz yaz akşamında Kaymakamlar Evi’ndeki kına gecesini düşünür.
Kemanda o, kanunda Yannis, darbukada Stefan, udda Mustafa vardı yine ve kına
sahipleri haremlik iyi duysun diye dönme dolaba yakın oturtmuştu onları. Talyos
Efendi’den kürdilihicazkâr saz semaisi, Gamzedeyim Deva Bulmam ve Sakın Geç
Kalma Erken Gel gibi eserleri çaldıktan sonra bir istek gelmişti Hanım Ağa’dan:
“Aç Kapıyı Ben Geldim.” Herkesin bildiği bir Safranbolu türküsüydü bu. Çalmaya
başlarlar; fakat o güne değin görülmemiş, duyulmamış, kiminin garipsediği
kiminin hoşlandığı bir olay yaşanmış ve türküyü haremlikten genç bir kadın söylemişti.
Yordan büyülenmiş, görmediği sesin sahibine aşık olmuştur.
Birkaç gün
sonra sesinden tanıdığı bu genç kadınla göz göze gelmişti. Kalbi duracaktı
nerdeyse. Ne var ki Güldane Çarşı
Mahallesi’nden bir Müslümanken o, Kıranköy’den Ortodoks bir Hıristiyan’dı. Ucunda
aşk bile olsa farklı dinlerden olmanın sonsuz uzaklığı girmişti araya. Aklına
Ortodoks Hıristiyan iken sevdiği adamla evlenebilmek için dinini değiştirip
Müslüman olan Şükriye geliyordu. Âşıkların gözünde “kahraman” olsa da günlük
yaşamda “dönme Şükriye” olmaktan öteye gidememişti. Huzursuzlukla dolmuştu içi.
Anne babasıysa oğullarına Papaz Yerasimos’un kızı İrina’yı yakıştırırken din
değiştirmek... Her yer karanlıktı Yordan’a.
1924’ün Mayıs
ayı geldiğinde Yordan’ın Güldane’ye kavuşması için sadece din baskısını aşması
yetmeyecekti. Onları yurtlarından edecek mübadele kararı alınmış, uygulanmayı
bekliyordu. Bu sırada Yordan – İrina karşılaşması da nihayet gerçekleşir. Alıcı
bir kuş gibidir İrina. Yordan’ı çaresizliğinden yakalayarak köşeye
sıkıştıracak, gözlerini bir an üzerinden ayırmadan nefterini kusacak, intikamını
alacaktı.
“Sen onu kaybettin. Ben de seni! Anladın mı?
Mübadeleyi boş ver.”
Sonra hiç ara vermeden söylenmeye devam
etti. “Bir gün benimle evlensen bile...” tam bu noktada yeni bir umutla
Yordan’ın gözlerinin içine baktı. “Aklın, gönlün burada olacak. Yani ben
kaybettim.”
Yordan suskundu.
“Ancak biliyorum sen de kaybettin!”
“Ben mi?”
“Evet sen! Çünkü kalmak istesen bile burada kalamazsın.”
Yordan sözün nereye varacağını
kestiremiyordu.
“O da, Selanik’e gelemez!”
Yordan derinden yaralanmıştı. İrina devam
etti.
“İkiniz de din değiştiremezsiniz biliyorum.”
(a.g.e. s.145)
İrina’nın anlattığı
kaybedenler öyküsü adım adım gerçekleşmektedir ve sevgililere hiç mi hiç ışık
görünmez. Yordan içinse Güldanesiz hayatın ha Safranbolu’da ha Selanik’te olmasının
küçücük önemi yoktur!
Oysa birkaç ay öncesinde ne kadar mutluydu.
Kaymakamlar Evi’ndeki kına gecesinde sanki dünyalar onun olmuştu. O gece
yeniden doğmuş gibiydi. Yaşamındaki en güzel sesi duymuştu o gece. Yaşamını iki
kelimeyle anlat deseler; o sesten önce ve o sesten sonra diye anlatırdı. Ta ki,
mübadele haberi gelene kadar. Mübadele, Yordan’ın içine düştüğü çıkmazı daha da
kötü hale getirmişti. Müslüman bir kızın Ortodoks bir delikanlıyla evlenmesi
zaten çok zorken, mübadele bu zorluğu imkânsıza çevirmişti. İşte o andan
itibaren Yordan, başka bir insan olup çıkmış, eski neşeli halinden hiçbir eser
kalmamıştı. Zaten o kınadan sonra müzik grubunu terk etmiş, hatta kilise
korosunun çalışmalarını da aksatır olmuştu. Bütün bu yaşananlar yüzünden de
yakın çevresi tarafından ağır eleştirilere uğruyordu. Ortodoks Hıristiyanlara
göre gâvurlaşmaya başlamıştı. Müslümanlara göre ise zaten gâvurdu. Arafta
kalmıştı artık. (a.g.e. s.218-219)
Sonunda gün
gelip çatmıştı. Mübadiller yerlerinden yurtlarından, vatanlarından, anılarından
koparılmanın hüznüyle dolup taşarken mübadil Yordan’ın kahrı diğerlerinden
katbekat fazlaydı ve tek dayanağı Güldane’yle birbirlerine verdikleri sözlerdi.
Yordan’ın
annesi Fani saksılara mezarlardan toprak doldurtmuş, bunları yanında götürecekken
kocası Yorgi ona engel olur: “Büyüklerimiz
Safranbolu’da kalacaklar.” (a.g.e. s.216)
Fakat öylece bırakıp gitmek kolay mı? Yapamaz Fani, yolculuk sabahı ayaklarının
ucunda yükselip yolu kontrol eder. Ablasını beklemektedir. Fani’nin sevdiklerinden
koparıldığı için akşamdan sabaha yaşadığı travmalar silsilesi, mübadelenin
sarsıcı etkilerini anlatması bakımından çok değerlidir.
Yordan bu söz karşısında donup kaldı. Ne
diyeceğini bilemedi. Boğazı düğümlendi. Gözünden birkaç damla yaş yanağından
akarak aşağıya indi. Çünkü teyzesi birkaç yıl önce ölmüştü. Annesi ayak
parmaklarının ucuna kalkmış hâlâ yolu gözlüyordu. (a.g.e. s.221)
Sonunda iki
yüz kişilik Kıranköy mübadil grubu Safranboluluların uğurlamalarıyla yola
düşerken grup adına son kez konuşan Papaz Yerasimos yine dostluktan, birlikte
yaşamaktan bahseder ve onları ayıranın savaş olduğunu vurgular.
Safranbolulu
komşularına veda eden grup yoluna devam eder; ama Ahmet Usta Geçiti denen yerde
eşkiyaların pususuna düşer. Satamadığını ardında bırakmış, satabildiğini
ceplerine, kuşaklarına, gömleklerine, donlarına, ayakkabılarına saklamış
mübadillerin nesi var nesi yoksa alırlar. O kargaşa sırasında iyice sarılıp
sarmalanmış yüzü görünmeyen kadınınsa Güldane olduğu ortaya çıkar.
Grup
gerisingeri Safranbolu’ya döndüğünde Yordan’ın kendini toparlayamadığı görülür.
Pusuya düşürülmeselerdi sevdiğiyle Selanik’te olacaklarına yanar durur. Bu ruh
durumundan kurtulamadığı gibi hiçbir çıkış yolu da bulamaz. Nitekim
arkadaşlarıyla birlikte Bodos’un meyhanesinde omzundaki kemana sarılırcasına
yaslanmış, gözleri derin uykuda gibi, hıçkırıklı sesiyle Aç Kapıyı Ben Geldim’i
söyler. Tüm gözlerin üzerine çevrili olduğundan, herkesin haline acıdığından
habersizdir. Bu hal uzadıkça arkadaşları endişelenirler. Derken kemanı yere
düşer, kendisi de düşmek üzereyken son anda arkadaşları tutuverirler. “Beni...
İncekaya... Falez...” diye sayıklar. Önce arkadaşları, evdeyse anne babası
oğullarının niyetini anlayınca gözyaşlarını tutamazlar.
Sona doğru
Kaymakamlar Evi’nde yeni bir kına başlar. Kadınlar eğlencesinde oyunlar oynanır;
ama sayfalar boyunca tanıdık kişilerin olmaması, bir sürü geleneksel ayrıntıya,
kına yakma usulüne, türkülere yer veren yazar, sayfalar sonra nihayet Güldane’yi
getirir de roman yeniden yatağına kavuşan akarsu gibi akmayı sürdürür. ‘Çekici’
tarafından zorla oynamaya kaldırılır kadınlar. Güldane de birden oynamak zorunda
bırakılınca arkadaki kalabalıkta nedense kimsenin görmediği o değişik kadını, o
kadının tanıdık gözlerini görüverir. Bir o görür, Yordan’dır bu. Az sonra
kafeste buluşur, kısaca sözleşirler...
Romanın
ikinci zamanında olaylar daha temposuz ve yavaşken tahmin edildiği gibi birileri
geçmişin izlerini sürmektedirler. İşte bu niyetle dolu kişiler, 2014 yılının
Mayıs ayında bir turist grubuyla beraber Safranbolu’ya gelirler. Yazar olan
Tekin gezi boyunca notlar alır, dikkatli gözlemler yapar, anlattığı hikâyelerle
arkadaş grubunun kilit kişisi olur. Çevreye karşı duyargaları son derece
hassastır. Tekin’in değerlendirmeleri, yönlendirmeleriyle Metin Köse’nin
romandaki izdüşüm kişisi olduğu gayet açıktır. Ki, onun Balzac hayranlığı ve
her vesileyle Balzac konuşması ve romanın kahraman grubunda olmayıp da adından
en çok söz ettiren kahramanın Balzac olması aynı nedendendir.
Roman’ın
gizemli kişilerinden olan Murat müzikolog olduğunu söylerken tur sırasında şiir
de yazar. Duyguların dilinden anlayan ince bir adamdır o ve Safranbolu’da bulunma
nedeni hepsinden daha belirsizdir. Bu sır durumu, onun Andon ve Filiz
aracılığıyla yerel tarihçi Ünsal Tunçözgür’e Samatya’da yaşlı bir kadından
duyduğunu söylediği İzzet Mehmet Paşa Camii’nin minaresinin eğik olup
olmadığını sordurmasıyla derinleşir. Tur rehberi Gül’le giderek
yakınlaşmalarının sonunun nereye varacağı, giderek romanın ciddi düğümlerinden
birine dönüşür.
Asıl tur rehberinin
annesinin rahatsızlığı nedeniyle bir anda turun rehberliğini üstlenmek durumunda
kalan Gül, bu dört kişilik grubun çevresinde vakit geçirmeye başladıkça Murat’tan
etkilenir. Zamanla onun da Safranolu’yla bağlarının olduğu ortaya çıkarken gençlik
çağına girerken anne babasını trafik kazasında kaybettiği ve anneannesiyle kaldığı
öğrenilir.
Grubun
tamamlayıcıları Filiz ve Andon’dur. Andon, daha adının geçmesiyle mübadillerle
ilişkisi düşünülen, deyim yerindeyse elini gösteren, Türkçe anlayan ama
konuşamayan biridir. Onun çevirmenliğini konuşmayı seven, değerlendirmeleriyle
grupta gerginliği yükselten eşi Filiz yapar. Geçmişin izini sürerken Safranbolulu
yerel tarihçi ve tur rehberi Ünsal Tunçözgür’e ulaşır. Onların konağında
ağırlayan tarihçiyle konuşmayı ilerlettikçe Andon’un sırları aydınlanır. Andon’un
mübadil amcası Gavri, Ünsal Tunçözgür’ün şimdi oturduğu muhteşem konağın asıl
sahibidir.
Metin Köse’nin
harika götürdüğü romanı birdenbire Ahmet Mithat Efendi edasıyla “Ey kâri!” diye
kesip kesip aralara girmesini çok yadırgadım doğrusu. Bu özellik, Metin Köse’nin
“belge roman” dediği belge ve incelemelere dayalı gerçekçi roman anlayışından
kaynaklanıyor gibi dursa da bence asıl sorun yazarın romanın akışını
unutturacak denli bilgi vermekten haz duymasıyla ilgili. Öyle ki romanın
ortalarından itibaren sürekli yeni bilgiler veren Metin Köse muharrirliği
bırakıp muallimliğe soyunuyor. Neler neler anlatmıyor ki... Safranbolu’ya
yapılan ilk Frengi Hastanesi’ni beş sayfa anlattığında herhalde bir yerlere
bağlayacak diye boşuna bekliyorsunuz; yazarın Safranbolu’yla ilgili bilgi vermesi
dışında romanla tek bağı yok. Ninnileri, manileri öyle arzuyla anlatıyor ki
hadi bunların estetik değeri var diye sineye çekebiliyorsunuz; ama sonra
Safranolu’da diye tek tek türbeleri ve çeşme isimlerini de sayıyor. Sonra Cinci
Hoca’nın Safranbolu bağından dolayı Deli İbrahim’le süren ilişkisi anlatıyor üç
sayfa. Bitti derken hooop, Pilli Mehmet’le Deli Yordan ve Hacı Hayri Efendi’yi
anlatıyor bir o kadar. Safranbolu’ya cami yaptırdığı için İzzet Mehmet Paşa’yı
da anlatıyor iki sayfa.
Safranbolu
tarihine dair yoğun bilgilerin Metin Köse’nin belge roman anlayışına uygunluğu belki
su götürmez; ama eserin estetik değerine uygunluğu, okuyucu ayrıntıya boğması
tartışılır. Yine belgelerin izinden gideceğim derken tarihçi Ünsal Tunçözgür’ün
iki roman sayfası boyunca dört kişiyi hiçbir metne bakmadan ezberinden konuşturması
da inandırı değil.
Romanın 2014’lü
sonunda bizi tarihsel dokuyla kotardığı 1924’lü sonda yarattığı hazzı
yaşatamıyor. Filiz’in sinyallerini önceki bölümlerde verdiği, geleceği önceden bilebildiğini
(dejavu) söylemesiyle Murat ve Gül düğümünün ilmeğini yakalayıveriyoruz. Konarı
Gölü’ndeki akşam birden elektirikler gidince bir su sesi geliyor ve ancak ertesi
gün Gül’le Murat’ın yokluğunu fark ediyorlar. Romanın sonundaysa komiser
ikisinin dosyalarına bakınca düğüm tamamen çözülüyor. Kızın adı Gül, anneannesi
Güldane’dir. Erkeğin adı Yordan Murat, dedesinin adı Yordan’dır.