Önce öğretmen sonra bilim adamı: Mustafa İnan





Öğretmenlik ilginç meslektir. Bunu çeşitli deneyimler sonucunda söylüyorum. Örneğin hiçbir meslekte hazırda bulundurmanız gereken hikâye sayısı öğretmenliktekiyle boy ölçüşemez. Öğrencilerin, velilerin ve mesleğin tarafsızlığından dolayı bilhassa kurum idarecilerinin ibret alacağı, etkileneceği, coşacağı, durulacağı, unutamayacağı, akla her gelişinde aynı duygularla sarsılacağı hikâyeler, kıssadan hisseler...
Mesleğin fark edilmeyen sıkıntılarından biri bence tam da burada yaşanır. Bir öğretmen ne kadar kitap okumuş, mürekkep yalamış olursa olsun, asla her olaya, her duruma uygun hikâyeler üretemeyecek kadar tek başınadır ve neticede nice sorunlar ortasında mecburen alanından uzaklaşan bir insancıktır. Oysa son derece aç, doyumsuz, açık arayan, çabuk unutan, bir anda ağzından çıkacaklara odaklanan, kalabalık bir grubun karşısındadır.
Öğrencilerin sıklıkla sorduğu sorulardan biri şudur: “Neden edebiyat öğretmeni oldunuz?” Vereceğin hiçbir yanıtın onları kesmeyeceğini bile bile ilk ağızdan bir şeyler söyleyiverirsin: “Edebiyatı çok sevdiğim için.” Zorlamaya başlayacaklarını, ilk sorunun sadece açılış olduğunu, hiçbir yanıtla yetinmeyeceklerini bildiğinden peşi sıra gelen sorularda asla şaşırmazsın: “Peki sizi bu yola yönelten, teşvik eden, örnek aldığınız bir edebiyat öğretmeniniz yok muydu?” Nasıl yoktu diyebilirsin ki; bu, ateşi sulamak olur. Söylersin bir şeyler ateş sönmesin, su boşa gitmesin diye; ne var ki senin beğenmediğini karşındaki de beğenmez. Böyle olmayacaktır! Savuşturma yanıtlardan artık kabın su tutamadığını, eni konu sızdırdığını bizzat bildiğin için halihazırda bulunmayan, deneyimlerinden çıkardığın zorunluluklarla anlata anlata neredeyse gerçekliğine inanıvereceğin efsanelerinden birine sarılıverirsin: Sinan hoca efsanesi. Ağızları açık, tüyleri diken diken dinlemeye başlarlar nihayet. Sen oyun yazarı, sen oyuncu, sen yönetmensin. Gerçek de sensin, kurmaca da. Edebiyat dersini sevdiren, okuma zevki aşılayan, ufkunu genişleten, dünyayı sorgulamanı sağlayan, şair ruhlu, dahiyane Sinan öğretmenin sayesinde nice badirelerden geçivermişsindir. Üniversitenin kapısından girmen, o yolda yara bere almadan ilerlemen, elbette edebiyat öğretmenliğinde karar kılman hep onun sayesinde, onun izinden yürüdüğün için gerçekleşmiştir.
Şimdi bazıları bunları okurken burun kıvıracak, hatta “yalan söylüyorsun”, "yalancı" diyenler çıkacak. Ne arsızlığını ne utanmazlığını bırakacak. “Postmodern zamanların öğretmen Baudolino’su” diyenler bile olacak! Kusura bakılmasın; öğretmen, bir bilim dalını, sanatı, tekniği veya bilgileri öğretmeyi kendine meslek edinmiş, alanında uzman kişidir. O halde bir edebiyat öğretmeninin alanını çeşitli teknik ve bilgilerden bizzat yararlanarak sevdirmeye kalkmasının neresi yanlıştır? Gerçek etkileyici değilse nasıl anlatılır, nasıl denir ne yönlendirenimiz ne dert dinleyenimiz vardı diye? Şuncacık gerçekdışılıktan harbiden iyi, kadir kıymet bilen adam Sinan hoca zarar görmez; ama efsaneleştirdiğin kişiliğiyle gençlerde izini bırakabilir.
Sen uğraş, didin, kendince bir rol model oluştur; herifçioğlu hocaların kralından ders görsün! Gel de imrenme Oğuz Atay’a! Senin gibi kurmacaya, efsaneye zerre gereksinim duymamış. Adamın Mustafa İnan gibi hocası olmuş, yetmemiş bir de romanını yazmış. Üstelik sadece dekan, rektör Mustafa İnan’ı, bakanlığı reddeden Mustafa İnan’ı değil, güzel insan, saygıdeğer kişilik, sıradışı öğretmen Mustafa İnan’ı da yazmış.
1911’de Adana’da yoksulluk ve yoksunluk içine doğmuş Mustafa. Ondan evvel doğan kardeşlerinin çoğu küçük yaşta ölünce bundan da pek umutlu değillermiş. O, yaşar mıydı ki? Dört yaşına değin hâlâ ölmemişti ki bir gün damdan düştü. Çok fena oldu; gene ölmedi.
Büyüdü, okula başladı, sınıflar bitirdi. Peki bu imrenilesi çocukta ne vakit başladı öğretmenlik tutkusu? Kim, ne vakit aşıladı ona bilme, öğretme sevgisini? Orası pek belli değil. Ortaokul yıllarında öğrendiklerini hemen arkadaşlarına anlatan, içinden öyle gelen bir çocuktu Mustafa. Tek başına ders çalışmaktan hoşlanmaz, mutlaka birilerini bulup ders anlatarak ders çalışırdı. “Sonra, onların dilinden anlıyordu, problemleri onların anlayacağı bir dille açıklamasını biliyordu. Kendi heyecanını onlara da duyuruyordu.” (Oğuz Atay, Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan, İletişim Yayınları, 54. Baskı, İstanbul 2018, s. 37) Defter tutmazdı, ders kitabı yoktu; bir kurşun kalemiyle boru gibi büktüğü ve bir düdük gibi kemerine soktuğu sarı bir defteri vardı. Akşamları erkenden yatar ve bu haliyle dışarıdan bakanlara güven vermezdi; oysa meselenin özü başkaydı. Kitaplar da hayat da pahalıydı ve ailesine yük olmayı istemeyen Mustafa sabah herkesten erken kalkıyor, mektebe giderek yatılı öğrenciler kahvaltılarını bitirene kadar onların kitaplarını okuyordu.
Kendinden büyük sınıflara bile matematik, fizik dersleri verecek kadar güçlü belleği ve öğretmenlik yeteneği vardı. İyi de nasıl öğretiyordu Mustafa her bir şeyi: “Önce insanlarla dost oluyordu tabii. Öğretmeden önce onları öğreniyordu; nasıl öğretebileceğini hesaplıyordu. Sanki öğretmiyordu onlara, onlarla sohbet edermiş gibi yapıyordu. Onunla konuşanlar, hocadan bir şey öğrendiklerini çok sonra anlıyordu; ya da onların bildikleri şeyleri söylüyormuş gibi yapıyordu. “Sen zaten bilirsin,” diye başlardı söze. Her şey öğretilebilir. İyi yaşamak için neler yapmalı? Bunu bile öğretebiliriz insanlara. Çünkü iyi yaşamak da ‘bilgi’ye dayanır. Bunu da göstermeliyim sizlere. Çünkü ülkemizin insanları daha yaşamanın acemisidir. Onlara insan gibi yaşaması öğretilmemiştir henüz. Nasıl yaşamak gerektiği de sezdirmeden öğretilebilir onlara. Hayatın yaşamaya değer olduğu öğretilebilir. Güzel sanatların da, edebiyatın da ‘büyük ve güzel şeylerin’ de var olduğunu öğrenmeli insanlarımız. (s. 55)
Elbette insanların kirlenmiş düzeyleri günümüzdekiyle karşılaştırılamayacak denli azdı. Yalnızlaşma, yabancılaşma gibi aydın hastalıkları henüz genele yayılmamıştı. “Cumhuriyetin ilk yıllarıydı, daha söz ayağa düşmemişti; vatan-millet-sakarya bir edebiyat haline gelmemişti; daha herkes sözünün eriydi.” (s. 60)
Liseyi hiçbir dersten 10’dan aşağı numara almayarak birincilikle bitirmiş, tek gayesi öğretmenlik olan Mustafa Fen Fakültesi’ne kaydolmuştur. Kısa sürede mezun olup hayata atılacak böylece hem okuyan kardeşlerine hem evin geçimine yardım edecektir. Neyse ki bin bir güçlükle, yine öğretmen, hatta müderris olacağı dillendirilerek kendisine daha uygun olan Mühendis Mektebi’ne kaydını aldırmaya ikna edilir. Burada da kısa sürede gösterir meziyetlerini. Ders hocasının isteksizliğinde Mustafa tahtaya kalkar bir saat durmadan dersi anlatır. Ondan sonra bir sene boyunca ders hep Mustafa’ya anlattırılır. Öğrenciliğinde hiç not tutmadan dersi dikkatle dinler, öğretmenliğindeyse öncelikle nereleri bilmediğimizi öğrenerek başlardı.
Mustafa İnan Batı’nın ulaştığı bilim seviyesine hayran olunarak, ‘ithal malı bilim’ yaparak bilimsel bir gelenek yaratılmayacağının farkındaydı. Evet, gelenek oluşturmak hayranlıktan öte, küçük adımlarla yürünecek, sabır gerektiren bir işti. Tüm bu özelliklere sahip olan ender kişilerdendi Mustafa İnan. Pekala doktorasını yaptığı, kalması için çok zorladıkları, büyükelçiliği bile devreye soktukları bir ortamda Zürih’te kalmaz. Kim bilir, belki orada kalsa hocalarının dediği gibi dünyanın sayılı mekanikçilerinden biri olarak anılabilirdi de. Ne var ki o, ithal bilim ile bilimsel ortamın gelişeceğine inanmayan, kendini yurduna ve ulusuna adamış, pek bilinmeyen bir kahramandı. Memelekete dönmesiyle oluşturulan Teknik Üniversite’de Mekanik Kürsüsü’nü kurdu.
Sadece mekanik ve matematikle değil, her şeyle uğraşmak gerektiğini düşünen, divan şiirinden hoşlanan, Behçet Kemal’in seci Kuran çevirisini düzeltecek kadar Arapça bilen, popüler olmaktan korkmayan, bilimde ileriye dönük, eski ifadeler yerine yeni ifadeler kullanmayı tercih eden bir entelektüeldir Mustafa İnan. Sözcüklerin kökenlerine duyduğu ilgi, bu aciz okuru mest etmiştir. “Tekin, sence ‘yum-yom’ hecesinin böyle bir anlamı var mı?” Soruyu yine kendi cevaplandırdı: “Çocuklar, bence ‘yum-yom’ yuvarlaklık belirtiyor. Yum-ruk, yumurta, yum-uk, yummak, yum-ru, yum-ak gibi.” Onlardan da böyle yeni heceler bulmalarını, ya da yeni örnekler düşünmelerini istiyordu. (s. 149)
Zaman ilerledikçe insanlar daha çok kirlenir, düzen iyice bozulur. O da yorgun, ekonomik güçlüklerden bir türlü yakasını sıyıramamış, günü gelmiş asistanlarından bile borç para almış soluk yüzlü bir hoca olup çıkar. Bedeninden bir türlü geçmeyen şu bitkinlik onu feci endişelendirir, moralini alt üst eder ve perdenin kapanması hızla gerçekleşir.
Bizim gibi değişimlerin hızını ayarlayamayan bir toplumda Mustafa İnan, bana kalırsa, geniş zamanların sonsuz düşünme ufuklarında dolaşan, içinde apaçık beliren sanatçı duyarlığıyla güdük bırakılmış bilimimizin bir dahisiydi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder