Öğretmenlik
ilginç meslektir. Bunu çeşitli deneyimler sonucunda söylüyorum. Örneğin hiçbir
meslekte hazırda bulundurmanız gereken hikâye sayısı öğretmenliktekiyle boy
ölçüşemez. Öğrencilerin, velilerin ve mesleğin tarafsızlığından dolayı bilhassa
kurum idarecilerinin ibret alacağı, etkileneceği, coşacağı, durulacağı, unutamayacağı,
akla her gelişinde aynı duygularla sarsılacağı hikâyeler, kıssadan
hisseler...
Mesleğin
fark edilmeyen sıkıntılarından biri bence tam da burada yaşanır. Bir öğretmen ne
kadar kitap okumuş, mürekkep yalamış olursa olsun, asla her olaya, her duruma
uygun hikâyeler üretemeyecek kadar tek başınadır ve neticede nice sorunlar ortasında
mecburen alanından uzaklaşan bir insancıktır. Oysa son derece aç, doyumsuz,
açık arayan, çabuk unutan, bir anda ağzından çıkacaklara odaklanan, kalabalık
bir grubun karşısındadır.
Öğrencilerin
sıklıkla sorduğu sorulardan biri şudur: “Neden edebiyat öğretmeni oldunuz?” Vereceğin
hiçbir yanıtın onları kesmeyeceğini bile bile ilk ağızdan bir şeyler
söyleyiverirsin: “Edebiyatı çok sevdiğim için.” Zorlamaya başlayacaklarını, ilk
sorunun sadece açılış olduğunu, hiçbir yanıtla yetinmeyeceklerini bildiğinden peşi
sıra gelen sorularda asla şaşırmazsın: “Peki sizi bu yola yönelten, teşvik
eden, örnek aldığınız bir edebiyat öğretmeniniz yok muydu?” Nasıl yoktu
diyebilirsin ki; bu, ateşi sulamak olur. Söylersin bir şeyler ateş sönmesin, su boşa gitmesin diye; ne var ki senin beğenmediğini karşındaki de beğenmez. Böyle
olmayacaktır! Savuşturma yanıtlardan artık kabın su tutamadığını, eni konu
sızdırdığını bizzat bildiğin için halihazırda bulunmayan, deneyimlerinden
çıkardığın zorunluluklarla anlata anlata neredeyse gerçekliğine inanıvereceğin efsanelerinden
birine sarılıverirsin: Sinan hoca efsanesi. Ağızları açık, tüyleri diken diken
dinlemeye başlarlar nihayet. Sen oyun yazarı, sen oyuncu, sen yönetmensin.
Gerçek de sensin, kurmaca da. Edebiyat dersini sevdiren, okuma zevki aşılayan, ufkunu
genişleten, dünyayı sorgulamanı sağlayan, şair ruhlu, dahiyane Sinan öğretmenin
sayesinde nice badirelerden geçivermişsindir. Üniversitenin kapısından girmen,
o yolda yara bere almadan ilerlemen, elbette edebiyat öğretmenliğinde karar
kılman hep onun sayesinde, onun izinden yürüdüğün için gerçekleşmiştir.
Şimdi
bazıları bunları okurken burun kıvıracak, hatta “yalan söylüyorsun”, "yalancı" diyenler çıkacak. Ne arsızlığını ne utanmazlığını bırakacak. “Postmodern
zamanların öğretmen Baudolino’su” diyenler bile olacak! Kusura bakılmasın;
öğretmen, bir bilim dalını, sanatı, tekniği veya bilgileri öğretmeyi kendine
meslek edinmiş, alanında uzman kişidir. O halde bir edebiyat öğretmeninin alanını
çeşitli teknik ve bilgilerden bizzat yararlanarak sevdirmeye kalkmasının neresi
yanlıştır? Gerçek etkileyici değilse nasıl anlatılır, nasıl denir ne
yönlendirenimiz ne dert dinleyenimiz vardı diye? Şuncacık gerçekdışılıktan
harbiden iyi, kadir kıymet bilen adam Sinan hoca zarar görmez; ama efsaneleştirdiğin
kişiliğiyle gençlerde izini bırakabilir.
Sen
uğraş, didin, kendince bir rol model oluştur; herifçioğlu hocaların kralından
ders görsün! Gel de imrenme Oğuz Atay’a! Senin gibi kurmacaya, efsaneye zerre
gereksinim duymamış. Adamın Mustafa İnan gibi hocası olmuş, yetmemiş bir de
romanını yazmış. Üstelik sadece dekan, rektör Mustafa İnan’ı, bakanlığı
reddeden Mustafa İnan’ı değil, güzel insan, saygıdeğer kişilik, sıradışı öğretmen
Mustafa İnan’ı da yazmış.
1911’de
Adana’da yoksulluk ve yoksunluk içine doğmuş Mustafa. Ondan evvel doğan kardeşlerinin
çoğu küçük yaşta ölünce bundan da pek umutlu değillermiş. O, yaşar mıydı ki?
Dört yaşına değin hâlâ ölmemişti ki bir gün damdan düştü. Çok fena oldu; gene
ölmedi.
Büyüdü,
okula başladı, sınıflar bitirdi. Peki bu imrenilesi çocukta ne vakit başladı
öğretmenlik tutkusu? Kim, ne vakit aşıladı ona bilme, öğretme sevgisini? Orası
pek belli değil. Ortaokul yıllarında öğrendiklerini hemen arkadaşlarına anlatan,
içinden öyle gelen bir çocuktu Mustafa. Tek başına ders çalışmaktan hoşlanmaz,
mutlaka birilerini bulup ders anlatarak ders çalışırdı. “Sonra, onların dilinden anlıyordu, problemleri onların anlayacağı bir
dille açıklamasını biliyordu. Kendi heyecanını onlara da duyuruyordu.” (Oğuz
Atay, Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan, İletişim Yayınları, 54. Baskı,
İstanbul 2018, s. 37) Defter tutmazdı, ders kitabı yoktu; bir kurşun kalemiyle boru
gibi büktüğü ve bir düdük gibi kemerine soktuğu sarı bir defteri vardı.
Akşamları erkenden yatar ve bu haliyle dışarıdan bakanlara güven vermezdi; oysa
meselenin özü başkaydı. Kitaplar da hayat da pahalıydı ve ailesine yük olmayı
istemeyen Mustafa sabah herkesten erken kalkıyor, mektebe giderek yatılı
öğrenciler kahvaltılarını bitirene kadar onların kitaplarını okuyordu.
Kendinden
büyük sınıflara bile matematik, fizik dersleri verecek kadar güçlü belleği ve
öğretmenlik yeteneği vardı. İyi de nasıl öğretiyordu Mustafa her bir şeyi: “Önce insanlarla dost oluyordu tabii.
Öğretmeden önce onları öğreniyordu; nasıl öğretebileceğini hesaplıyordu. Sanki
öğretmiyordu onlara, onlarla sohbet edermiş gibi yapıyordu. Onunla konuşanlar,
hocadan bir şey öğrendiklerini çok sonra anlıyordu; ya da onların bildikleri
şeyleri söylüyormuş gibi yapıyordu. “Sen zaten bilirsin,” diye başlardı söze.
Her şey öğretilebilir. İyi yaşamak için neler yapmalı? Bunu bile öğretebiliriz
insanlara. Çünkü iyi yaşamak da ‘bilgi’ye dayanır. Bunu da göstermeliyim
sizlere. Çünkü ülkemizin insanları daha yaşamanın acemisidir. Onlara insan gibi
yaşaması öğretilmemiştir henüz. Nasıl yaşamak gerektiği de sezdirmeden
öğretilebilir onlara. Hayatın yaşamaya değer olduğu öğretilebilir. Güzel
sanatların da, edebiyatın da ‘büyük ve güzel şeylerin’ de var olduğunu
öğrenmeli insanlarımız. (s. 55)
Elbette
insanların kirlenmiş düzeyleri günümüzdekiyle karşılaştırılamayacak denli azdı.
Yalnızlaşma, yabancılaşma gibi aydın hastalıkları henüz genele yayılmamıştı. “Cumhuriyetin ilk yıllarıydı, daha söz ayağa
düşmemişti; vatan-millet-sakarya bir edebiyat haline gelmemişti; daha herkes
sözünün eriydi.” (s. 60)
Liseyi
hiçbir dersten 10’dan aşağı numara almayarak birincilikle bitirmiş, tek gayesi
öğretmenlik olan Mustafa Fen Fakültesi’ne kaydolmuştur. Kısa sürede mezun olup
hayata atılacak böylece hem okuyan kardeşlerine hem evin geçimine yardım
edecektir. Neyse ki bin bir güçlükle, yine öğretmen, hatta müderris olacağı
dillendirilerek kendisine daha uygun olan Mühendis Mektebi’ne kaydını aldırmaya
ikna edilir. Burada da kısa sürede gösterir meziyetlerini. Ders hocasının
isteksizliğinde Mustafa tahtaya kalkar bir saat durmadan dersi anlatır. Ondan
sonra bir sene boyunca ders hep Mustafa’ya anlattırılır. Öğrenciliğinde hiç not
tutmadan dersi dikkatle dinler, öğretmenliğindeyse öncelikle nereleri
bilmediğimizi öğrenerek başlardı.
Mustafa
İnan Batı’nın ulaştığı bilim seviyesine hayran olunarak, ‘ithal malı bilim’ yaparak bilimsel bir gelenek yaratılmayacağının
farkındaydı. Evet, gelenek oluşturmak hayranlıktan öte, küçük adımlarla yürünecek,
sabır gerektiren bir işti. Tüm bu özelliklere sahip olan ender kişilerdendi
Mustafa İnan. Pekala doktorasını yaptığı, kalması için çok zorladıkları,
büyükelçiliği bile devreye soktukları bir ortamda Zürih’te kalmaz. Kim bilir,
belki orada kalsa hocalarının dediği gibi dünyanın sayılı mekanikçilerinden
biri olarak anılabilirdi de. Ne var ki o, ithal bilim ile bilimsel ortamın gelişeceğine
inanmayan, kendini yurduna ve ulusuna adamış, pek bilinmeyen bir kahramandı. Memelekete
dönmesiyle oluşturulan Teknik Üniversite’de Mekanik Kürsüsü’nü kurdu.
Sadece
mekanik ve matematikle değil, her şeyle uğraşmak gerektiğini düşünen, divan
şiirinden hoşlanan, Behçet Kemal’in seci Kuran çevirisini düzeltecek kadar
Arapça bilen, popüler olmaktan korkmayan, bilimde ileriye dönük, eski ifadeler
yerine yeni ifadeler kullanmayı tercih eden bir entelektüeldir Mustafa İnan.
Sözcüklerin kökenlerine duyduğu ilgi, bu aciz okuru mest etmiştir. “Tekin, sence ‘yum-yom’ hecesinin böyle bir
anlamı var mı?” Soruyu yine kendi cevaplandırdı: “Çocuklar, bence ‘yum-yom’
yuvarlaklık belirtiyor. Yum-ruk, yumurta, yum-uk, yummak, yum-ru, yum-ak gibi.”
Onlardan da böyle yeni heceler bulmalarını, ya da yeni örnekler düşünmelerini
istiyordu. (s. 149)
Zaman
ilerledikçe insanlar daha çok kirlenir, düzen iyice bozulur. O da yorgun,
ekonomik güçlüklerden bir türlü yakasını sıyıramamış, günü gelmiş
asistanlarından bile borç para almış soluk yüzlü bir hoca olup çıkar. Bedeninden
bir türlü geçmeyen şu bitkinlik onu feci endişelendirir, moralini alt üst eder
ve perdenin kapanması hızla gerçekleşir.
Bizim
gibi değişimlerin hızını ayarlayamayan bir toplumda Mustafa İnan, bana kalırsa,
geniş zamanların sonsuz düşünme ufuklarında dolaşan, içinde apaçık beliren sanatçı
duyarlığıyla güdük bırakılmış bilimimizin bir dahisiydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder