İstenmeyen anılardan kurtulmak mümkün mü?
Yıllar önce tanıştım Metin Altıok şiiriyle, bu
nedenle şanslı sayarım kendimi. Şiirlerini çarpılırcasına okuduğum o günler hâlâ aklımdadır. Yüksek
sesle ve tekrar ederek okuyordum. Öyle etkilenmiştim ki bir yandan üzerimdeki
izdüşümünü gösteren bir yazı yazmak istesem de o ezgili, duyarlı dizelerini “burada
acıları şu bakış açısıyla ele almıştır, şurada şöyle bir yöntemi izlemiştir”
gibi “donuk, tarafsız” bir gözle yapamayacağımı hissediyordum.
Günler böyle geçiyor, kitaplar karıştırıyor,
yazılar okuyor; ne yapsam, hangi kaynağı okusam olmuyor, aklım Sivas’a kayıyor,
televizyon ekranlarından izlediğim alevler içindeki Madımak Oteli gözlerimin
önünden gitmiyordu. Ateşler içinde bir bina, göğü sarmış kapkara bir duman ve
nerden bittiklerini bilemediğim çoğu şalvarlı, sarıklı adam…
Kaçınılmazdı.
Mutlaka yazacaktım. Kaynak araştırması yapmaya, eski gazete kesiklerini,
dergileri yeniden yeniden okumaya koyuldum. Olmuyor, içimin ateşi sönmüyor, istemsiz
biçimde “yanma, yakılma” maddeleri için ansiklopedilere bakıyordum. Derken gözümden
kaçan bir yazı fark ettim: “İstenmeyen
anılardan kurtulmak mümkün mü?” Ya mümkünse, diyerek okumaya başladım,
Harvard Tıp Fakültesi ruhbilim uzmanlarından Roger Pitman, beynin duygusal açıdan derin etkiler yaratan
ve insanı zedeleyen anıları, doğal olaylardan farklı bir biçimde ele aldığını,
bunların beyne kazınarak daha uzun süre anımsandıklarını belirtiyor. Evrimsel
açıdan bakıldığında, duygu yüklü olaylara özel önem verilmesi, yeniden benzer
bir olay yaşandığında ona daha sağlıklı bir tepki vermemize olanak tanıyor.
Ne var ki kimi zaman insanlar bunun
karşılığında bir bedel ödemek zorunda kalıyorlar. Bu türlü duygusal bir olayla
yüz yüze gelenlerin yaklaşık üçte birinde travma sonrası stres bozukluğuna
–TSSB- tanık olunuyor.
(…)
TSSB belirtileri taşıyan insanlar sürekli
olarak geri dönüşlerle aynı korkuları yeniden yaşadıklarından sağlıklı bir
yaşam sürdüremiyorlar. Bu rahatsızlığa çözüm getirmek amacıyla uygulanan
yöntemlerin tümü kimi sakıncaları da beraberinde getiriyor. Geleneksel
tedavilerde hastaların yarıdan çoğunda birtakım olumlu gelişmeler olmakla
birlikte, çok azı tümden iyileşiyor ve çoğunda yöntemlerin hiçbir işe
yaramıyor.
(…)
İşte Pitman bir süredir anıların oluşum
sürecine doğrudan müdahale etmek suretiyle bu rahatsızlığa çözüm getirmeye
çalışıyor. Beta- önleyici propranolol denilen ilacın korku önleyici etkisinin
ortaya çıkması anıların engellenmesi, hatta silinmesi olasılığını gündeme
getirdi. Ayrıca başka bir çalışmada septik şok hastalarına verilen hidrokortizonun
da hastalarda TSSB’nin olasılığını azalttığı gözlendi. Üstelik beta-önleyiciler
yalnızca TSSB’nun önüne geçmekle kalmayıp, hastalığın ortaya çıkmasından sonra
bile soruna çözüm getirebiliyor.
Gelgelelim bu mümkünlük
hali, yazının sonunda uçuveriyor, belleğimden çıkmayan Madımak görüntüleri gene
gözlerimin önüne yerleşiyordu.
Ne var ki propranolol, duygu yüklü anıları
duygudan yoksun, sıradan anılara dönüştürebiliyor. Bu da ciddi bir tehlike
oluşturabiliyor. Kaliforniya’daki Bilişsel Özgürlük ve Etik Merkezi
uzmanlarından Richard
Glen Boire, insanların
kendi anılarını denetleme hakkına sahip olmaları gerektiğine inandığı için
anılarla oynanması fikrine sıcak bakmıyor. Bunlardan biri de Nobel ödüllü bilim
adamı Eric
Kendel: “Geçmişi yeniden
yazmaya kesinlikle karşıyım. Bir insanın yaşadığı karabasanlar onun daha iyi
bir birey olmasına katkıda bulunur. Bu tür ilaçların bizleri daha kötü
yapacağına inanıyorum.[1]
Sivas’ı belleğimden
silmem bir işe yarayacak mıydı? O yazı yazılacaktı, hatta içimdeki Metin
Altıok, Behçet Aysan sevgisi temmuz ayı yaklaştıkça isyanla bana yenilerini
yazdıracaktı ama bir korkunç bir eksiklik, tamamlanamama içimi hep deli rüzgârlara açık hale
getirecekti. Kâh onları anmanın ılıklığı içimi soğutacak kâh böylesi vahşi,
trajik, ibretlik bir olaydan sonra bile toplumun silkinmemesine, yeterli bir
duyarlık oluşturmamasına kızıp kahrolacaktım.
Karanlığın
Zebanileri’nde; palalar, pompalı tüfekler, geniş ağızlı kasap bıçakları, uzun
ve dar dönerci bıçakları, şişler, mızraklar, kasaturalar, mızraklı ilmihaller,
dinamit lokumları, benzin tenekeleri, zift bidonları, kaldırım taşları ve
mancınıklar vardı.
Kuğularda;
kalemler, dolmakalemler, divit uçları, resimler, notalar, renkler, sazlar, ağız
mızıkaları, resim fırçaları, dizeler, şiir kitapları, öyküler, romanlar, sevgi
sözcükleri, tümceler, yazılar, düşler, izlenimler, anılar, tarihe bırakılacak
notlar, yaratıcılık düşünceleri bulunuyordu.[2]
Bir yanda Karanlığın Zebanileri öteki yanda kuğular.
Hep mi böyle olurdu? Hep böyle mi olacaktı? Hiç ummadığımız anlarda mı yitirecektik
en değerlilerimizi? En değerlilerimiz hep yitirecek miydik? İnsanı, hem de
insanın aydınını yakarak… Onların boşluğunu doldurabildik mi? Doldurabilir
miyiz? Bu boşluğu doldurmak olası mı? Sanmıyorum. Değerlerini bilelim hiç
değilse.
Şair Metin, merdiven basamaklarından birine
oturmuş, elindeki ince değnekle bekliyordu barbarları. Karikatürist Asaf’ın
ağız mızıkası karanlığın içinde ışımaktaydı. Telefon başında telaşlı insanlar
görülüyordu. Ankara’ya ulaşmaya çalışıyorlardı. Yaşama sevincinin üzerine
benzin tenekeleriyle, çıralarla, kibritlerle, dinamitlerle, ateşli silahlarla
yürüyen zebanilerin yakımı, yıkımı ağırdı, daha da ağırlaşacağı anlaşılmaktaydı.
Eskiden de yaşanmıştı. Zebani her defasında sürülerle saldırmıştı, işte yine
öyle yapmaktaydı. Kapıya doğru korkuyla bakan Tanrıça duruşlu bir genç kız
ağlamaktaydı. Dudakları kıpır kıpır oynarken, karabatakların saldırısını
durdurup sürüyü dağıtması için sessizce yakarmaktaydı.[3]
Olmadı, görüntüleri
gözyaşları ve hınçla seyrettik durduk. Defalarca, defalarca izledik. Maalesef onları
yaşatmayı başaramadık! Gözden ırak olanın gönle ıraklığı malumken yitirdiğimiz değerin
kıymeti bu çorak ortamda pul olmaya mahkûmdu! Birileri sürekli belleğimizle
oynadı sanki ve durmadan unuttuk. Hâlâ unutuyoruz. “Unutursak kalbimiz kurusun”
derken unutmaya başlıyoruz. Bir topaç olmuş reflekslerimiz. Azıcık hoyratlığa
maruz kalmayalım, sanki sel sularına kapılmışız da pis dereler paçalarımızdan gitmiyormuş
gibi kendi içimize gömülüyoruz.
Sonunda
televizyonlar yangına ve kurbanlara ilişkin haberleri kesti. Spor
karşılaşmaları, diziler, gece filmleri, televoleler yeniden izletilmeye
başladı. Ülkenin herhangi bir yerinde hiçbir kötülük yaşanmamıştı ve beyazlara
bürünmüş yanık kuğuların sessizliği birdenbire her yana egemen olmuştu…[4]
Acısı ve
hüznüyle Metin Altıok şiiri
1. Metin Altıok, ayrıksı şiirleri dışında,
“acı”nın ve “hüzün”ün şairidir.
2. Metin Altıok, şiir yaşamı boyunca, biçimsel
denemelere yönelerek, sürekli kendisine en uygun “ses”i arayan şairdir.
3. Metin Altıok, duyarlığını okura yansıtma
ustalığına ermiş bir şairdir.
4. Metin Altıok, “acıdan başka paylaşacak” şeyi
olan bir şairdir: şiiri…”[5]
Şiir yazmaya lise yıllarında başlayan Metin
Altıok (1941-1993) ilk kitabı Gezgin’le (1976) adını duyurur. Bir ilk kitap
olmasına karşın kitaptaki oturmuşluk, neyi ne şekilde söyleyeceğini bilir hali
şairin belli bir yetkinliğe eriştiğinin belgesidir aynı zamanda. Şair, kendi
sesini bulmadan okuyucu karşısına çıkmamıştır.
Gezgin’de şairin izleği, gezginin amacı gitmektir.
Öyle ya, gezgin sürekli gider. Şairin bütün şiirlerinin toplandığı “Bir Acıya
Kiracı” kitabındaki “kiracı” benzetmesi yine bu doğrultudadır. Yeri yurdu olsa
bile mülkü olmayan kiracının kaderidir zoraki gezginlik. Şair daha ilk şiirden
bu yola düşer.
Nereye
gitsen bu kent,
Seni
peşinden izler.
Ama
gitmektir benim
Yenilmezliğim
dünyada.
Ve
ben durmaz giderim,
Bu
can tende durdukça.
Gezginin peşine her yerde acı ve hüzün
düşecektir. Peki, bu ikilinin kaynağı, modern zamanda mı yoksa bambaşka bir
durumun içsel veryansınlarından mı kaynaklanmaktadır? Şairin dizelerinde
1970’lerin yakıcı toplumsal çatışmaları öyle belirsizdir ki toplumsal acıya ve
hüzne doğrudan rastlamak güçtür. Fakat acı ve hüzün, gezginin yol arkadaşları,
yakıcı dostlarıdır ve gezgin, çok çekse bile onlardan vazgeçmeyi düşünmez. Acının
ve hüznün odağında şiirler yazan şair, hangi zamanın acılarını ve hüznünü yazar?
Tam da burada güncelden etkilenen şair buradan aldığını geniş zamanların, uçsuz
bucaksız bozkırların, sonsuz vadilerin şiirine dönüştürür.
“Her ne kadar şair duygu ve düşüncelerini
genel ve evrensel bir konumda dışa vuruyorsa da, bu onun bugünden kopuk
olduğunu göstermez. Tersine şairin şiirsel duyarlığını besleyen kaynak
güncelden doğar. Şair içinde yaşadığı dönemi iyi okuyan ve değerlendiren
kişidir. Çünkü şair duyarlı bir insan olarak yaşadığı dönemin çalkantılarından
daha çok etkilenir. İşte onun bu yeteneği trajik mutsuzluğunun temelinde yer
alır. Şairin mutsuzluğu insanın yüceliğine olan inancıyla, dönemindeki insan
erozyonu arasındaki çelişkiden kaynaklanır. Çünkü şair ne insana olan
sevgisinden ve inancından vazgeçebilir ne de somut durumun kötülüğünü görmezden
gelebilir. İçinde yaşadığı insan kirlenmesinin yine insanla aşılacağını ve
çarenin insanın iç değerlerinde olduğunu bilir. Ama o canı tez biridir.
Kaybolan zamandan sorumlu olduğu duygusuna kapılır. Tarihsel akışın
yalpalamaları onda derin yaralar açar ve şair ancak bu yaraları kanatarak bir ölçüde
teselli bulur. Denilebilir ki mutlu şair yoktur. Çünkü o çağdaş bir Mesih gibi
olanın bitenin kefaretini ödemek isteğiyle herkes adına acı çeker. Şairin
çektiği acılar elbette şu ya da bu şekilde şiirine yansıyacaktır.”[6]
Gidenle acının
ve hüznün sırdaşlığı (ya da düşmanlığı) bilinçli bir birlikteliktir. Giden kişi
yol alırken zamanın bütün tedirginliğini bu duygularla yaşar. Bazı şiirlerinde
ise gidenin acısına ve hüznüne buğulu bir aşk eşlik eder.
Görüyorsun bir acıyı gidiyoruz
seninle,
Örselenmiş söz yığınları bırakarak
Kırık tekerlekler gibi ardımızda.
Ve üstümüzde döneniyor çaylak
sürüsü,
Doyabilmek için yaralı bir aşkla.
Gezginin biraz
olsun yerleşik hayata kiracı olmasıyla şairin tutumunda da bir farklılaşma
sezilir ki bundan sonra acı ve hüzne ortaklık etme konusunda aşk daha ağır
basmaya başlar. Gayet doğal ki bu da şairin özel hayatının çalkantılarını acı
ve hüzünle aşka ortak etmesinden kaynaklanır.
Aşk ve acı yüreğimde
İkiz badem içidir
Gezgin’de yer
alan Sis şiirini okurken etkilendiğimi, üzerine bir şeyler yazmayı
tasarladığımda şiirin beni içine çektiğini, ürperdiğimi anımsarım. Hâlâ değişen bir şey yok!
Şair, varlığından bilgi sahibi olsa da tam olarak tanımlayamadığı aşkı
anlatırken sanki geleceğinden -bu nasıl olabilir?- kesitler sunmaktadır:
Özenle boyadım ipliğini sevginin,
Gidip de bulamamanın incinmiş rengine.
Sisi gümüş bir rüzgârla tepelerden eğirdim,
Dokudum yalnızlığın bu serin kumaşını,
Sesime ayrılıklardan bir gömlek diktim.
Ölümü tastamam ezberledim de geldim,
Dilimde bu buruk türkü tadıyla
Bilmem ki buradan nereye giderim.
Sonunda kendime bir top yangın edindim,
Soluğumla besledim dudağımın ucunda.
Ömrümün külüydü savrulan hep ardımda,
Örterek yavaş yavaş bıraktığım izleri
Yanmış bir günün sürüklenen kanatlarıyla.
Koştum, durmadan koştum o küçük yangınımla,
Adımın çaresiz kıyılarında kendi göğümü
bulmaya.
Gezgin kişi özenle aradığı sevgiyi bulamayınca
incinir ve kendine başka türlü bir sevgi arar. Gönlünde özel bir yere sahip
olan rüzgârla ortaklık kurar, yalnızlıkla kumaş dokur, ayrılıklardan gömlek
diker. Kiracı gezginin yalnızlıkla sırdaş olması, dilinden sürgünü düşürmemesi
boşuna değildir. Öyle ki yalnızlıkla ayrılık onun alınyazısıdır. Bu iki
duygunun bir sonraki adımı olan ölümü bu sayede öğrenmiş, hatta ezber etmiştir.
Şiirdeki önsezi okurun tüylerini diken diken
etmeye yeter. Ama onun şair duyarlığı düşünülürse anlattığının beynimizin
ürettiği biçimde olamayacağı akla daha yakın gelecektir. Öyle ki bir yazısında
şunları söyler: “Şiir insanların duygu
dünyaları arasında bağ kurarak bu öznel dünyaların ortak bir duygu acununda
birleşmesine yarar. Şiir insanın sınırlı yaşam boyutlarını aşarak yücelmesine
ve enginleşmesine yarar. Şiir insanın hayatla olan tarihsel savaşımının ürünü
olan duygu birikimine sahip çıkmasına yarar. Şiir insan soyunun evrensel tınısı
olarak kişinin her türlü yabancılaşmadan kurtulmasına yarar. Şiir insanda
atavik bir kalıntı olan kötülüklerden arınmaya yarar ve son olarak şunu da
söyleyeyim ki, şiir insanları sevmeye yarar.”[7]
1978’de ikinci kitabı Yerleşik
Yabancı’yı yayımlar. Daha kitabın adından başlayan karşıtlık okuru düşündürür.
Hiç yerleşik yabancı olur mu? Olursa nasıl olur?
Ertesi yıl, Kendinin
Avcısı’yla, 1982’de ise Küçük Tragedyalar’la okurun karşısına çıkar. Bu kitabın
zamanla çok da ünlenecek ilk şiiri, tragedya yapısındaki Öndeyiş’tir.
Bedenim üşür, yüreğim sızlar.
Ah kavaklar, kavaklar!
Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular.
Orda kaldı yanağımın bir yarısı,
Kendini boşlukla tamamlar.
Omuzumda bir kesik el,
Ki hâlâ durmadan kanar.
Ah kavaklar, kavaklar!
Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.
Öndeyiş’te
gezginin bir yerlere yerleştiği anlaşılsa da özlem çekmekte, üşümekte,
sızlamakta, oyulmakta, ah etmektedir. Yer değişir, acılar değişir ama şairin
değişik yerlerde acı çekmesi değişmez.
Buradaki acının izini sürdüğümüzde şairin kişisel tarihindeki
bir acıya rastlarız. 1979’da Bingöl Lisesi felsefe öğretmenliğine atanan, mecburen
görev yerine gidecek olan şair, eşi Füsun Akatlı’dan ayrılmıştır. Boşanmanın
yıkımına bir de bu taşra görevi eklenince zaten duygusal bir yapıda olan şair
otobüse binerken çocuklar gibi ağlar. Epeyce sarhoş ve perişandır. Aklında
yukarıda andığı o eski fotoğrafın anısı, içinde acısı ve hüznü vardır. Zayıf
bacaklarına uygun biçimde zayıf adımlarla yürür ve o gün, istemeye istemeye on
bir yıl sonra döneceği o otobüse biner. Yollarda, kendini boşlukla
tamamlamaktadır gezgin.
1987’de İpek ve Kılabtan
basılır. En güzel, en dokunaklı şiirlerinin
yer aldığı kitaplarından biriydi İpek ve Kılaptan. Gerçekten şiirinin ipeğini
eğiriyordu artık Metin. Şairliğinin olgun çağında yol alıyordu. Şiir üzerine
düşünen, yazan; şiirlerindeki insani kazanımlarını topluma aktarmayı önemseyen
bilinçli bir duruşu örnekliyordu.[8]
1990’da Gerçeğin Öteyakası ve Dörtlükler ve
Desenler yayımlanır. Altıok kendi desenlerini de kitabına katar.
12 numaralı dörtlük şöyledir:
Hapishaneler insan dolu kum gibi.
Dışarda bir buruk özgürlük zakkum gibi.
İçerde de dışarda da zor iş yaşamak
Hem varım hem yokum gibi.
Dörtlükler arasında konu bakımlarından organik
bir birlik olmamakla birlikte, bunları birbirlerine yine imge düzeni ve
“hüzün”le, artık şiirlerinde ara sıra da görülen “alaysılama” bağlamaktadır.
Alaysılama, öyle olmaması gerektiği halde, garip bir biçimde “hüznü” yaratır. [9]
1991’de okurunun karşısına Süveydâ ile 1992’de
Alaturka Şiirler’le çıkar. Şairin son kitabı1993’te çıkan Hesap İşi Şiirlerdir.
Bu kitaptaki 1 numaralı sone şöyledir:
Sevgilim bak, geçip gidiyor zaman;
Aşındırarak bütün güzel duyguları.
Bir yarım umuttur elimizde kalan,
Göğüslemek için karanlık yarınları.
Ağzımda ağzının silinmez ılık tadı,
Damağımda kösnüyle gezinirken;
Yüreğimde yılkı, aklımda ölüm vardı,
Dışarda rüzgâr acıyla inilderken.
Unutulmuyor ne tuhaf dünya işleri,
Seninle bir döşekte sevişirken bile.
Düşünüyorum hüzünlü genç anneleri,
Çarşılarda pazarlarda, ellerinde file.
Bu kekre
dünyada yazık ki geçit yok aşka;
Bir şey yok
paylaşacak acıdan başka.
Siyaseti insan olan, insandan yana olan,
insana karşı olan her şeye karşı çıkan şairin son yıllarda yayımladığı şiir kitaplarına,
poetik yazılarına bakınca üretkenliğinin doruğunda olduğunu görerek bir kere
daha kahredebiliriz.
“Üretkenlik” ve “yazma” hakkında şunları
söyler: “Ne var ki olanı
biteni düzeltecek sihirli değneği yoktur şairin. Onun yapabileceği tek şey
ancak yazmaktır. Çünkü o ancak yazarak insanı sarsalayacağını, böylece insana
kendi değerlerini ve yüceliğini anımsatacağını bilir. Bunun için yazmak eylemi
şairin vazgeçemeyeceği bir boyun borcudur. Şiirin insanın kendi özüne
dönmesinde etkili olduğu göz önünde tutulursa, yazma eylemi daha da önem
kazanır. Çünkü insanın duyarlığı ile düşünce yapısı arasında sıkı bir bağ
vardır. İşte bu bağ nedeniyledir ki, şiir dolaylı olarak insana bir dünya
görüşü ve bu görüşe ilişkin bir eylem biçimi önermeye elverişlidir. Önemli olan
bu olanağın yok edilmemesidir.”[10]
İyi ama neden her seferinde acıyı, hüznü
kullanır şair? Başka çıkar yolu yok mudur şiirinin ya da başka türlü dile
getiremez mi şiirini? Bu soruya tutarlı bir cevap almadan onun şiirini yeterince
anlayabileceğimizi sanmıyorum.
“Neden bu kadar çok acı var şiirlerinde?” diye
soruyorlar bana. Bu sorudan da anlaşılacağı gibi fazla ve gereksiz buluyorlar
şiirlerimdeki acıyı. Bense acının yurdumuzda var olan somutlaşmış acıyla tam
olarak örtüşmediğine inanıyorum. Çünkü bırakın insan olmayı, şair olarak bile
yetişemiyorum bütün acılara. Eğer yetişseydim belki de yaşayamazdım.
Dostoyevski “Acı, insanı olgunlaştırır” diyor. Üstat dalından düşmeyi de
düşündü mü acaba bunu söylerken! Yani ne kadar acı, ne kadar olgunluk? Galiba
bir dozaj söz konusu burada. İşte bunun için bendeki, herkesin fazla bulduğu
acı aslında küçültülmüş bir acıdır. İyi ki böyledir. Kaldırabileceğim kadardır
yani. Zaman zaman bunun böyle olmasında bir savunma işlerliğinin rol oynadığını
sezmişimdir kendimde. Eh, her şeye karşın yaşamak bir ödev olduğuna göre doğal
karşılanmalıdır bu da.
(…) Acı, duyarlı insan için çağdaş bir
gereklilik olarak çıkmaktadır karşımıza. Sorumlu ve duyarlı insan, içinde
yaşadığı olumsuzlukları bir başına ortadan kaldırmak elinden gelmediğine göre,
olup biten karşısında hiç olmazsa acı duymak zorundadır. Bu onun payına düşen
bir kefaret ödemedir. Yeterli değildir ama gereklidir. Hem bunca olumsuzluk
içinde iyimser ve umutlu olarak da aslında temelsiz ve metafizik bir konudur.
Dahası bir çeşit kirliliktir. Ne yazık ki acının namus olduğu günlere
gelinmiştir.
(…) Aslolan, acıyı bir sıçrama tahtasına; bir
eylem zembereğine dönüştürebilmektir. Yani kişi kendisine acı veren
olumsuzluklara başkaldırabilmelidir. İçinde duyduğu acı ancak böyle anlamlanır
ve bir değer kazanır. İşte bu noktada örgütlü ve bilinçli bir mücadele sorunu
çıkmaktadır ortaya.[11]
Günün dünyasında duyarlığını yitirmekten kaçınan Altıok, şiirin ve sanatın para
etmediğini bilse de aydın tavrını korumayı bilir.
…siyasi iktidarların gittikçe ağırlaşan yaşam
standartlarına karşın takındıkları umursamaz tavırdır. Bu tavır karşısında
insanlar, tek çıkar yol olarak yaşamlarındaki bazı bölmeleri kapatmak zorunda
kalmışlardır. Kapatılan bu bölmeler sadece ekonomik kısıtlamalarla kalmamış,
kültürel küçülme de insan için kaçınılmaz olmuştur. Bugün dünyanın en az kâğıt
tüketen ülkelerinden biri olmamız, yurdumuzdaki kültürel küçülmenin en belirgin
kanıtıdır. Kültürel küçülmenin bir başka nedeni de, kültüre karşı takınılan
düşmanca tavırdır. Düşüncenin suç sayıldığı bir ülkede, kültürel etkinliğin
gelişmesi düşünülemez. Böyle bir ortamda kültürsüzler, doğal olarak
kültürsüzlüklerine şükredeceklerdir.
(…) Şiir bugün rahatsız edici bir konuma getirilmiştir. Yaşamı
sığlaştırmak zorunda kalan insanın karşısına neredeyse bir hasım gibi
konulmuştur. Artık şiir çıldırtıcı sesler çıkaran sirenler gibi insanları
enginlere çağırıp boğmaya çalışan yarı insan yarı balık bir yaratık olmuştur.
Mitologyada dendiği gibi bu yaratığa kim yaklaşırsa ve onu kim dinlerse yok
olup gidecektir. Bütün bu koşullar içerisinde insanlarımızdan mutsuzluklarının,
acılarının derinleşmesi pahasına şiiri sevmelerini, şiir okumalarını nasıl
isteyebiliriz! Özgürlük ve refahın olmadığı, yarın endişesinin kol gezdiği bir
ülkede şiir kendi yalnızlığında, kendi sesiyle avunacaktır elbet.
Ey şiir okumayan, şiire kulak tıkayan okur, haklı olan sensin. Sana saygıyla
karışık bir öfke duymaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Ama şunu iyi bil ki,
şiirle zıtlaşman yarar sağlamayacak sana. Çünkü şiirin yalnızlığı senin de
yalnızlığındır ve bu yalnızlık şiirin değil senin sonun olacaktır. İnanıyorum
ki sen günün birinde Anka gibi kendi külünden yeniden doğacaksın. İşte o gün
gelene kadar benim sana diyeceğim; ateşin bol, tükenişin çabuk olsun.[12]
şiir insanları sevmeye yarar
Bir yanı kırık bugün okurun acıyla ve hüzünle
ama öteki yanı “dördüncü
maymun” olmamanın avuntusunda.
İlk şiirlerinden son şiirlerine değin bu iki duygunun eşlik ettiği ölümü
hissettirir okura. Ölüm, kâh bir tabut olur kâh boş bir mermi kovanı. Ölüm, illa yaşamın
somut olarak tamamlanması biçiminde karşımıza çıkmaz. Şair, dilinde çokça
gezdirdiği “yangın”ı ölümcül olmasının dışında arındırıcı bir nitelik olarak da
kullanır ki bu, ölümün bir yönüyle temizlenme olduğunu da düşündürür. Öyle ki
Metin ölse bile şair Metin ölmeyecektir. Divan şiirindeki gibi sinesine oklar
saplayacak, pervane olup âşık olduğu ateşin etrafında döne döne yanacak, yandıkça daha çok
âşık olacak, tüm acı ve
hüzünlerinin birleşiminde kendi göğünü arayabileceği özgürlüğe
kavuşabilecektir. Ne var ki modern zamanın kirlenmişliğinde çaresiz kalan
filozof gezginimizin dilindeki yangın imgesi hepimizi irkiltecek bir önsezi
durumunu almıştır. Sis şiirinde ölümü ezberleyen şair, kendine bir top yangın
edinerek, yangına koşarak neyi arıyordu?
Ankara’daki değişik zamanlarda
buluşmalarımızın, karşılaşmalarımızın görüntüleri gözümün önünden gitmiyor o
gün bugündür. Duruşu, bakışı, sesi, davranışları… Sonra, otel merdivenlerindeki
hali… Şiirleri dökülüyor belleğimden. Gerçek ipeği ayırt edebilen şairlerden
birisi.
Heybesinde yılan işaretleri
baldıran zehri yüzüğünün içinde
ve yanda kav taşıyan ben
tekinsizim size göre
ibret için yakılması gereken
demişti bir şiirinde. Yalnızca bu şiir nedeniyle bile
yakabilirlerdi onu. Yakıldı ama sönmedi asla; hâlâ yapıtıyla aydınlanıyor
dünya. Yakıldıkça sivrilmişti aydın bilinci. Bir daha hiçbir insan, hiçbir
zaman, hiçbir canlıyı yakamasın diye. “Ilımlısı” değil, ılımsızı ve vicdansızı
bile yakamasın diye insanı. Şiirlerini Anadolu halkına okumak için gittiği
yerde benzinle tutuşturuldu gövdesi, dumanla dolduruldu ciğerleri ama kararmadı
beyin ışığı; pırıltılı bir yıldız olduğu bozkır göğünde. Hâlâ yanıyor elindeki
mum. Yetiştirdiği karanfiller kanıyor. Ölüm kadar uzakta, bilinç kadar yakında,
varlığımızın mayasında. Öldüğü hiç inandırıcı gelmiyor: Varlığı, söze ve
görüntüye dönüşüyor, ışığa, çiçeğe, belleğimizde. Başını ellerin arasına almış,
bir karanlıkta ışıyıp dururken Jan Dark’ı, Bruno’yu düşünüyor. Bir yandan da
şiirleri ışıldıyor başının üzerinde:
Birini bulurum mutlaka,
Yangınımı körükleyen birini.
Biri mutlaka vardır.
Zonguldak’ta, Sivas’ta…[13]
Akıp giden yıllar, iyi bir şairi unutturmaz,
aksine şiirini daha da besler. Onun güçlü sesinin dünden, bugünden, gelecekten
alacakları elbette olacaktır.
Şair Metin Altıok yarım bıraksa da acının
ipliğinden ördüğü şiir dilini okuruyla, sevenleriyle, sırdaşlarıyla, dostlarıyla,
arkadaşlarıyla bir artık. Ve böyle tamlanıyor herkesin belleğinde yarım kalan
şiir atlasının dizeleri. Bu kırık ve kırgın tamlanma duruyorken başköşesinde
acının ve hüznün, bizlere de bir teselli kalıyor: aynı koridorları adımlamak,
aynı afişlerin gölgesinde çay içmek, aynı dersliklere girmek, aynı bahçenin
ağaçları altında oturmak, şiirden ve insanlıktan bahsetmek. Haliyle bazıları
bilmese de biz iyi biliyoruz: “Şiir insanları
sevmeye yarar.”
[1] “İstenmeyen Anılardan
Kurtulmak Mümkün!”, Özetleyen: Reyhan Oksay, Cumhuriyet Bilim Teknoloji,
26 Mayıs 2006, s.12
[2] Burhan Günel, Ateş
ve Kuğu, Alkım Yayınları, Mayıs 2004, s.50
[5] Kemal Bek, “Metin
Altıok Şiirlerinde Konu Ve Biçim Özellikleri”, Şiirden Eleştiriye,
Bordo Siyah Yayınları, Nisan 2004, s.178
[6] Metin Altıok, “Şair ve
Güncel Yaşam”, Şiirin İlk Atlası, Yapı Kredi Yayınları, Eylül 2004,
s.67
[8] Burhan Günel, Ateş
ve Kuğu, Alkım Yayınları, Mayıs 2004, s.213-214
[9] Kemal Bek, “Metin
Altıok Şiirlerinde Konu Ve Biçim Özellikleri”, Şiirden Eleştiriye,
Bordo Siyah Yayınları, Nisan 2004, s.174
[10] Metin Altıok, “Şair ve
Güncel Yaşam”, Şiirin İlk Atlası, Yapı Kredi Yayınları, Eylül 2004,
s.68
[13] Burhan Günel, Ateş
ve Kuğu, Alkım Yayınları, Mayıs 2004, s.214-215