“Burada kamuoyuna sunduğum araştırma 1843 yılında tamamlandı. Cezaevi mahkumlarının duyularının tecrit edilmesi fikrini geliştirme ve sonrasında bu araştırma raporumun oluşmasında en önemli çıkış noktam, Pensilvanya ve Ausburn Cezaevlerinde uygulanan izolasyon sistemi olmuştur. Tecridin tutukluların fiziki ve psikolojik durumları açısından etkisi ve küçük devletlerin bu sistemin çok yüksek masraflarını karşılama sırasında karşılarına çıkacak engeller gibi birçok neden, duyuların tecridi fikrini doğurdu.
(…) Bu sistem üzerinde çalışırken, kısa zamanda bizim ülkemizde de bu tür uygulamalara geçileceği hususunu göz önünde bulundurdum. Bu doğrultuda kendi kendime çok defa izolasyon için yapılması gereken hapishane binalarının bizim finansman olanaklarımızı ne oranda zorlayacağını sormuşumdur.
(…) Şu ana kadar Philadelphia ve Ausburn’da uygulamaya çalışılan tecrit sisteminin bazı durumlarda kişinin sağlığında ve ruh dünyasında tahribatlara yol açtığı söylentileri ortaya atılırken yine kendi kendime şu soruyu sordum:
Acaba, gerekliliği meşru olan bu yalnızlaştırma ve tecride, tek hücre sisteminden farklı bir yöntem ile ulaşılabilir miyiz?
İşte bu yeni yöntem şöyle olabilirdi; tecritte amaçlanan kısıtlamalar mahkumların üzerinde taşıdıkları, diğer mahkumlarla iletişimlerini engelleyici araçlarla sağlanacaktı. İletişimin engellenmesi, işaret dili de dahil olacak şekilde görme ve duyma duyularının işlevlerinin ortadan kaldırılması demektir. Böylelikle mahkumlar yine bir arada olacak ama birbirleriyle iletişim kuramayacaklardı” (E.B. Akademisi’ne sunduğu rapordan) 22 Ludwig’in dahiyane(!) fikri her mahkumun kafasına geçireceği üç parçadan oluşan bir maskedeydi. Görmeyi engelleyici, deriden yapılmış bir maske, duymayı engelleyici bir kulaklık ve bu iki parçanın kafada sabitlenmesini sağlayacak bezden, saçı tamamıyla örtecek bir başlık. Tutuklular günün 24 saati bunları takacaklardı. Sadece çalışırken gözleri kapatan parça çıkarılabilirdi.
Nasıl bir dahi olduğu anlaşılsın diye raporunda çizimlere de yer vermiş ve ayrıntılarıyla anlatmıştı maskeyi Ludwig. Bunlarla da yetinmeyip bay bilim adamı(!) nasıl nefes alınması gerektiğini dahi belirliyor:
“Kelimeler ve işaretler yardımıyla yürütülen konuşma ise daha önce de başka birçok cezaevinde uygulandığı gibi yasaklanır. Hatta gerekli görüldüğü özel durumlarda mahkumların ses ve işaretlerle iletişimini engellemek için istisnai de olsa nefes alıp vermenin ağız yoluyla yasaklanıp burun yoluyla yapılması kural olarak uygulanabilir. Bu da yine ağzın maske ve benzeri bantlar ile kapatılmasını gerektirecektir.” 23
Bilim adamı Ludwig’in bu düşüncesini de Guantanamo Üssünden anımsayabilirsiniz.
(…) 1950’li yıllarda askeri psikolog olarak ABD donanmasında görev almış ve Kore Savaşı sırasında Koreli tutsaklar üzerinde incelemeler yapmış olan Dr. Edgar Schein ile, Hitler döneminde Nazi Toplama Kampları’nda tutuklu kalmış ve toplama kamplarının üzerinde bıraktığı etki nedeniyle ilgi duyup psikoloji eğitimi alarak doktora yapmış ve bu birikimini hücre tipi hapishanelerin yapımı için egemenlerin hizmetine sunmuş olan Jan Gross yeni kuşağın Ludwig’leridir.
Dr. Schein, Koreli esirler üzerindeki incelemeleri sırasında sosyal tecridin etkilerine tanık olmuş ve sosyal tecridin beyin yıkama aracı olarak nasıl kullanılabileceği üzerinde yoğunlaşmıştı. Bu çalışmalar sonucunda 24 maddelik bir beyin yıkama programı oluşturdu. 24
(…) Jan GROSS 1950-60’lı yıllarda ise “Sosyal Tecridin Etkileri ve Duyumsal Algıların Sınırlandırılması” üzerine birçok deney yapar. 1972 yılında ise Almanya-Hamburg Üniversitesi Kliniği’nde aynı konuda başlatılan deneyleri yürütür. Hamburg Üniversitesi bünyesinde sürdürülen deneyler için yılda 2.8 milyon mark ayrılır. Her şey, gelişen ve radikalleşen muhalefeti ezmek içindir. Amaç, tecridin mükemmelleştirilmesidir. Bunun için “Özel Araştırma Bölümü 115” adını verdikleri “Camera Siliean” (sessiz oda) da denilen bir hücre oluşturmuşlardır laboratuarlarda. Deneyler Camera Siliean’da yapılır.
Deneylerden birinin yapılışı ve sonuçları şöyledir:
Deneye yaşları 20 ile 55 arasında değişen 20 kadın ve erkek denek katılır. Kendilerine, hücrede ne kadar kalırlarsa o kadar para ödeneceği belirtilir. 20 denekten 6’sı 48-51-75-82 ve 96 saat aralıklarla hücrede kalabilirken 14 denek 48 saat bile tahammül edemeyerek deneyi yarım bırakmak zorunda kalırlar. Hem de bunun sadece bir deney olduğunu bilmelerine rağmen. Deneyi yarıda bırakmalarının nedenlerini şu gerekçelerle açıklamışlardır; dayanılmaz hale gelen korku, aşırı gerilim ve panik. Deney sırasında deneklerde oluşan etkiler ise şöyle sıralanmıştır; öldürülecekleri korkusu, boğuldukları, nefes alamayarak ölecekleri korkusu.
Deneklerin kendi ağzından tecridin etkileri ise şöyle anlatılır:
“Süreç içerisinde rahatlamanın olamayacağına inanıyorum. Herhangi bir zaman, var olmayan bir şey beni tahrik edebiliyor. Gürültü yok, ışık yok, meşgul olunabilecek hiçbir şey yok. Uzun süre dayanmak mümkün değil.”
“Yaklaşık 12 metrekare ürkütücü sessizlikte 6 saat. Kısa bir zaman sonra sanki havalandırma cihazının çıkardığı gürültüyü duyuyormuşum hissine kapıldım. Bu, içerisinde bulunan özel sisteme bağlı bir durum. Işık görüntüsü yaratmak için göz kapaklarıma basınç uyguladım… Sonunda can sıkıntısı artmaya başladı ve uyudum.
Deneyden iki saat sonra depresif ruh hali oluştu. Kendimi çökmüş gibi hissettim ve hiçbir konuşma, reaksiyon gösteremedim. Sosyal inisiyatifim tamamen felç olmuştu” (Aktaran Ümit Koşan. Sessiz Ölüm S: 52-53) 25
Deneyin mucidi Jan Gross sonuçları şöyle değerlendirir:
“Denekte başlangıçta genellikle uyuduktan sonra deney süresi içerisinde sükunet ve kurtulma duygularını yitirdiler. Ayrıca kontrol edilen düşünce yeteneklerini de kaybettiler. Ruh halleri, uyuşukluk, sinirlilik ve sıkıntı arasında gidip gelmeye başladı. Aynı zamanda da bunlara ek olarak huzursuzluk, yorgunluk ve baş ağrıları ortaya çıktı.
Kendilerine daha fazla ücret ödeneceği söylenmesine rağmen deneklerin deneyleri 2-3 gün daha devam ettirme durumunda olmadıkları görülmüştür. Hatta bazı denekler için deney koşullarında bulunmak bile öylesine dayanılmaz gelmiştir ki yapılacak olan psikolojik analizin zamanından önce bitirilmesi zorunlu olmuştur.” (a.g.e. S.54-55) 26
İtalya orijinli “Ölümün Kolları” ve “Ölümün Küçük Kolları” denilen mahpushaneler, İspanyol icadı “puerto” mahlaslı metal plakalı tecrit hücreleri, ABD’deki bütün hücrelere hakim yuvarlak tipli Statev Cezaevi, temelini Nazizmin 1938’de attığı modern zamanların ilk tecrithanesi Stuttgart Stammheim… Berlin’in ünlü Moabit cezaevi, ABD’deki Marion, Lexington, Butner tabutlukları, IRA üyesi mahkumların tutulduğu Maghaberry hapishanesi, Fransa’daki Bask ülkesi için savaşan ETA’lıların yattığı Iker Heredia de Elu Fresnes zindanı… 27
Bugünlere böyle gelindi.
“Acaba İnsanoğlunun gözünün açılması için daha kaç yüzyıl geçecek? İnsanlığın büyük yarınlara varabilmesi için kaç hücre gerek daha?” diye konuşur Nazizmin darağacına yolladığı gazeteci yazar Julias Fuçik, canı candan yalıtan susturan, kan kusturan hücreleri anlatırken… 28
“Tabutluk şunu hedeflemektedir. Tutsağın kendi kimliğini yok etmesini, en sonunda da kendi varlığını.” RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) üyesi Ulrike Meinhof’a (1976 yılında hücresinde şüpheli bir şekilde ölü bulundu.) göre tecrit böyle bir şeydir. “Ölü bölüm”ün kendisine hissettirdiği “duyguları” tarif eder Meinhof;
“Kafamın içinde patlayan, omuriliğini beyne presleyen, beyni fırındaki sebze gibi, yavaş yavaş kendi içine çökerten duygular. Uzaktan kumanda ediliyor olmanın duygusu, sidiğini durduramıyormuşçasına, vücudun ruhuna işemesi duygusu, içinin yanıp kül oluşunun duygusu, zamanın ve mekanın iç içe geçmiş olması duygusu, zamanın hemen şimdi tükendiği duygusu, insanın görüntüsünü dağıtan bir aynalı odada olduğu bulunma duygusu, derinin sanki yüzülüyormuş gibi olduğu duygusu, sarkık bir şekilde hareket ettiğin duygusu, vakumun içinde olma duygusu, kurşunun içine kapatılma duygusu… İçerde aklıma gelen karşılaştırmalar, kavramlar: Öğütme makinesi, hızdan dolayı derinin gerilmesi, uzay simülasyon kapsülündeki gibi, Kafka’nın ceza kolonisi, çivi yatağın üzerindeki adam, sürekli dönme dolapta olmak gibi…”
Imgard Möller 22,5 yıl kaldığı tecridi şöyle resmeder; “Tecritte insan bilincini ve hafızasını kaybediyor. Gerçekle hayat arasındaki çizgiler kalkıyor ve gerçekle hayali karıştırıyorsunuz. Bu şartlar altında insan konuşmayı da unutuyor. Çünkü hiç kimseyle konuşamıyorsunuz. İnsan bir süre sonra konuştuğuyla düşündüğünü ayırt edemiyor. Gerçekten ifade etmesi zor bir durum, insanın bilincini ve kişiliğini kaybetmesi amaçlanıyor tecritle…”
Birgit Hogefeld ise tecritteki ruh halini şu şekilde özetler; “İzolasyonda her ruh hali bir boşluğa akmaktır. Keyfin yerinde mi? Üzüntülü müsün, kızgın mısın? Bunlarla hiçbir yere varamazsın. Yani bunlarla yaşayamazsın, bu yaşanan her şeyin içinde kalması demektir. Sen, senin içinde kalması demektir. Sen, senin içinde hapsedilmişsin ve hep böyle kalacaksın…”
K. Plein ve W. Schlegel’in “Mezar Türküleri” adlı kitaplarında da tecridin tasviri yapılır:
”Tecrit, seni kaplayan, boğmak isteyen ve kimi zaman kendi sesini duyabilmen için artarak dışarıya taşan gürültüsüz çığlıktır. Tecrit, hücrenin her köşesinde yuvalanan ve seni ısıtan insana duyduğun özlem yüzünden uyuyamadığın gecelerde ortaya çıkan dalkavuk, soğuk griliktir. Tecrit, bundan böyle diğer erkek ve kız kardeşlerinle birlikte normal bir yaşam süremeyeceğin korkusudur. Tecrit, ilk önce bedenin ve sonra da ruhun yavaş yavaş önlenemez ölümüdür. Tecrit, sessiz, temiz ve tam bir yok etmedir.”
Evet, “tecrit, sosyal bir yok oluştur…” Angelika Goder, 11 yıl süreyle Alman cezaevlerindeki tecrit koşullarında ayakta kalmış bir devrimci. Artık kendini tasfiye etmiş “İki Haziran Hareketi” adlı illegal sol örgütün eski bir üyesi…Cezaevinde sağlığı bozulduğu için erken tahliye edilen 55 yaşındaki Goder, Alman devletinin kendisine vermesi gereken sosyal yardımı erken kesmesi nedeniyle artık resim yaparak yaşamını kazanmaya çalışıyor… “Tecridin etkilerini, tecritten uzaklaştıkça anlayabiliyorsun. Sağlık sorunum nedeniyle erken tahliye edildiğim için 3 yıl devletin sosyal yardımıyla geçindim. Sokakta ne yapabilirim, insanlarla nasıl ilişki kurabilirim düşüncesinden uzun süre kurtulamadım. İnsanlarla deneyimlerimi paylaşamıyordum. Yoldaşlarımızla esas olarak gündeme getirdiğimiz, kendi ilişkilerimizin ne kadar değiştiğiydi. Ama insan her şeyde olduğu gibi bunu da aşabiliyor. İçerideki tutsakların yaşadığı deneyimler, ileride bir şekilde kamuoyuna açıklanacak.”
Andreas Vogel ise, “ Tecritte insan ancak direnirse yaşayabilir,” diyor.
İsrail’in nükleer silahlara sahip olduğunu dünyaya duyuran ve 18 yıl cezaevinde tutulan eski nükleer uzmanı Mordeçay Vanunu serbest bırakıldı. Vanunu, 31 yaşında girdiği Aşkelon’daki Şikma cezaevinden 49 yaşında zafer işareti yaparak çıktı. Vanunu, Aşkelon’daki cezaevinde yaklaşık 12 yıl boyunca 1.80’e 2.70’lik bir hücrede tecritte, geceyle gündüzü karıştırmasına neden olan 24 saat yanan bir florasanın altında geçirdi. Gazete okuması ve televizyon izlemesi yasaktı. 29
San Sebastian’da yaşayan, 9 yıl tecritte kalmış Basklı Tomas Carrera Juarros şunları anlatıyor: “Bence en önemli nokta, duyumsama yeteneğinizi açıkça yitirdiğinizdir. Mesafe duygunuzu da yitiriyorsunuz. Mesafeleri iyi hesaplayamıyorsunuz. Uykun düzensizleşiyor. Bir saat uyuyorsun, uyanıyorsun, üç saat sonra yine uyuyorsun. Bu etkiler normal yaşama döndüğünde daha da belirginleşiyor. Bir bakıma otizm yaşıyorsun. İçeride sana ne olduğunu anlatamıyorsun. Arkadaşlarımın bu durumun üstesinden gelmek isterken asabileştiklerini gördüm. Sonra, tecritteki yaşama şartlarının insan sağlığına etkileri hem psikolojik hem fizikseldir. Örneğin, hücrede grip olursan iyileşmeyi ya da tıbbi tedavi görmeyi beklememelisin. Genellikle nemli ve kötü havalandırılan yerlerdir hücreler. Gözlerin çok etkilenir, örneğin ben hücreye girmeden önce gözlerim beş numaraydı. Dokuz yıllık hücre hapsinden sonra hapishaneyi 11 numara bozuk gözlerle terk ettim. Bunun nedeni tecrittir, penceredeki plakaların etkisidir. Hücrede gözlerin alıştığı en uzak mesafe 2-3 metredir. Daha uzak mesafe yoktur. Hücrede uzun süre kaldığında kas ve eklem yerlerinde rahatsızlıklar oluşur. Kemikler aşırı derecede zayıf düşer ve her zaman dizlerde, ayak bileklerinde, kalçada problemler olur. Bunlar tecridin fiziksel sonuçlarıdır.”(sessiz ölüm Siyahbeyaz Metis Güncel s. 114) 30
Imgard Möller ise şunları söylüyor: “Temelde psikolojik bir işkence, uzun süreçte insan konuşmayı bile unutuyor. Örneğin bir gazete okuyorsunuz ama orada yazan kelimeleri algılayamıyorsunuz, kelimelerle ilişkiniz kesiliyor. Belli bir süre sonra fiziksel olarak da hasta olmaya başlıyorsunuz. Bu bütün tutsaklarda görüldü. Bir süre sonra vücut artık tüm bunlara tepki vermiyor. Mesela kan dolaşımında problemler yaşanıyordu, kan basıncı düşüyordu, kulakta çınlamalar oluyordu, vücudun tepki vermeye başlamasıyla kronik hastalıklara yakalanıyordunuz. Her vücudun kendi tipik özelliklerine göre belli hastalıklarınız oluyordu artık; kiminin kafasında, kiminin boğazında, kiminin herhangi bir iç organında, herkesin kendi hastalığı oluyordu.”(a.g.e s.20) 31
Hücrede 23 yıl kalmış olan Milanolu Pierino Matta ise çok çarpıcı bir özet veriyor tecrit hakkında: “Eh! Tecrit. Bunu bir kelime ile anlatamazsın. Çünkü tecrit her şeydir. Hem tek bir şeydir hem de her şeydir birbirini etkileyen. Bu yüzden tecridi tek kelimeyle tanımlayamazsın. Tecrit her şeydir. Cezaevinde olduğun gerçeğidir, ama sadece cezaevinde olduğun için değil ayrıca orada olan bütün her şeyle ilişkilidir. Gerçek şu ki… Ehhh… Örneğin… tecrit… demin dediğim gibi… (Burada tıkanıyor, sinirleniyor ve birden patlıyor) Tecrit bağlamdır, tecrit benzerliktir. Dayak yemektir. Kimseyi görememektir. Önünüze 7 metrelik bir duvarın örülmesidir. Mazgallardan ve duvardan dolayı güneşi görememektir. Tecrit beni güneşten mahrum etmektir. Beni çimenden, beni her şeyden mahrum etmektir. Tecrit her şeyi içerir, o yüzden onu iki kelime ile tanımlayamazsın! Bu çok karmaşık bir şey… Aslında tecrit topluma model olarak dayatılan bir şeydir”(a.g.e 180-181) 32
Adana’nın önce “kapıaltı hücreleri” ve “orta kapalı hücreleri”ni, ardından da işkencehaneye dönüşüveren hamam yanındaki küçük hücreleri anlatır Nevin Berktaş: “Burası tam bir tabutluktu… Otur, çömel, ayağa kalk ve bol miktarda düşün… En fazla boyu iki, eni bir metre…” 33
İlk kez 12 Eylül’de Sağmalcılar Cezaevi’nin içerisinde özel tip adında hücre tipi bir hapishane inşa edildi. Bu hücrelerde havalandırma yoktu ve kapılar hiç açılmıyordu. Kartal Cezaevi’ndeki hücreler 1,5 metreye 2,5 metre ebadındaydı… Eskişehir tabutluklarının havalandırması kuyu dibi gibiydi… Güneşi görmek hemen hemen mümkün değildi. 34
Hâlihazırda Türkiye’nin 8 iline dağılmış 12 adet F tipi cezaevi var. Bunların toplam kapasitesi 4 bin 598 (şu an içeride 3 bin 800 tutuklu ve hükümlü yatıyor), maliyeti ise yaklaşık 55 trilyon lira... 35
F tipi hücre cezaevi, ‘modern barbarlık’ düzeninin barbarlıktaki ‘en modern’ buluş ve uygulamalarından biridir. F tipi cezaevi, emekçi insanlığın konulduğu hücre tipi yaşamın bir beton çivisi olarak tasarlanmıştır: Çivisi çıkan ücretli kölelik düzeninin F tipi cezaevi çivisi! 36
Türkiye’de yayımlanan ve gerek ülke özeline gerekse de genele yönelik ‘tecrit politikası’nı en iyi anlatan “TECRİT – yaşayanlar anlatıyor” ( Boran yayınları, 2005) adlı kitapta tecrit şu şekilde özetlenir: (…) En özet ifadeyle, sosyal bir varlık olan insanı, insan olmasının özelliklerinden soyundurmaya çalışan bir politika tecrit. Düşüncelerini değiştirmek, egemen sisteme uyumlu düşünmeye zorlamaktır amacı. Bir başka deyişle, hücrelere attığı tutuklu ve hükümlüleri “teslim almaktır.” Bunun için fiziki, psikolojik, her türlü saldırı aracı kullanılmıştır bugüne kadar ve halen sürmektedir. 37
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder