Çelik zırh ve gül kadehi



Şiirle tanışıklığı çok eskiye dayanan bir uygarlığız ve sanırım biraz da bu yüzden birkaç dize duyulsun yeter, herkes başlar yorum yapmaya: “Beğendim”, “beğenmedim”, “sevdim”, “sevmedim”… Peki, memlekette herkes mi şiirden anlar? Tuhaftır, bir parça da doğru. Çünkü lisede, üniversitede, askerde,gurbette, hastanede, hapishanede bir iki satır olsun karalamışızdır. Şiirin nasıl söylenmesi gerektiği konusunda yorum yapamasak da içeriğine söyleyecek sözlerimiz mutlaka vardır.
Vaktiyle dudaklarınızdan dökülen o birkaç satıra yıllar sonra bir defterin arka sayfasında, anı defterinizde, yıpranmış ajandaların sayfaları arasında, tozlu çekmecelerin unutulmaya bırakılmış  köşelerinde rastladığınızda neler düşünürsünüz? Geçmişte kim bilir hangi duygularla yazmış olursanız olun, şimdiki durumunuzla büyük ölçüde hiç mi hiç ilgisi kalmamıştır. Yine de elleriniz titrer, belki dudaklarınız da. Dalar gidersiniz bahsettiğiniz zamana, o satırları yazdıran günleri, geceleri anımsarsınız. Ağlayamazsanız ama kesinlikle içlenir, acılanırsınız. Belki ah eder geçer, bir ihtimal kahreder öfkelenirsiniz.
Geçenlerde düzenlenen bir şiir gecesinde eski şiirlerimden birini okurken tuhaf duygular içindeydim ben de. Şiirim şöyle başlıyordu:

Senin ismin yalnızca benim ismim olsun
Başındaki harf baş harfim olsun sonundaki de
Sonuma bir dilek olsun isterim.

Kendime çok kızmıştım aslında -o kadar şiirim varken neden bunu seçmiştim ki- ama sonradan değiştirmedim. Kızgınlığım sahne heyecanından filan değil, bu şiiri sahnede okurken yaşayacağımı düşündüğüm çelişik duygulardan  kaynaklanıyordu. Sonunda o gece gelip çatmış ve hemen adım okunmuştu. Bir elimde şiir, diğerinde mikrofon… Üç dakikalık bir zaman dilimi çok çok. Düşündüğüm gibi olmadı ve ancak şiiri bitirip selamımı verdikten sonra hatırladım bana bu dizeleri yazdıranı ve ne yalan söyleyeyim okurken onu yad etmemem rahatlamamı sağladı. Demek ki bir sevgiliye aşkını sunarken kullanılan şiirler, onunla içsel bağını koparmak için de işe yarıyormuş. Peki neden bana bu dizeleri yazdırandan bu denli yabancılaşmama rağmen okuduğum şiir bambaşka biçimlerde beni hüzünlendirebiliyordu? Sanırım bu sorunun yanıtında şiirin gücü yatıyordu. Bir şiir, tüm söylemek istediklerini insandaki yansımalarına göre belirliyordu. Kısacası şiirden anladıklarımız, biraz da anlamak istediklerimizden başka değilmiş.
Kendimizi, aklımızdan geçenleri, sevgilimizi ya da sevgimizi uzun uzun anlatırız ve o kadar lafa rağmen aklımızdan geçenleri iyi anlatamadığımızı düşünürüz. Oysa ne süslü cümleler, ayrıntılı betimlemeler, yakışıklı tamlamalar kurmuşuzdur. Neden olmaz?
Bir şiir çıkar sonra, herhangi bir zaman diliminde yazılmış. Bir yerlerde işitiriz. Bilgisayarda çalabilir, derginin birinde karşımıza çıkar, farklı amaçlar için tertiplenmiş bir yerde okunur…  Sonuçta yüreğimize çarpar, sallar büsbütün benliğimizi, şaşırtır… Bu kadarı fazla deriz, ben bile kendimi bu kadar iyi anlatamazdım… Sayılı cümleyle bunu başarabilmek…
Sayılı cümleyle hatta kelimeyle bunu başarabilmek olsa olsa şiirin gücünden gelir. Bu güç, fazla olan, yapmacık olan, öz olmayan her fazlalığın şiirden atılmasıyla olur. Eğer şair, “Ben sana gülüm demem,” demişse biz biliriz ki gül güzeldir ve kısacık ömrü vardır. Bu nedenle “Gülün ömrü az olur,” diyorsa burası fazladır.
Sonuç olarak şiire gitmeli, şiirden beslenmeliyiz. Bu sayede daha derinlikli ilişkilerin kapısını çalabilir, düz cümlelerle ya da başı sonu belirsiz anlatımlar yerine etkileme gücü yüksek bir zırh kuşanabiliriz. Bahsettiğimiz çelikten zırhın hammaddesi olan şiir, gül kadehi dışında nedir ki? 

2 yorum:

  1. Üstad ne kadar da içten ve samimi yazmışsın. Sana katılmamak mümkün değil. gülün ömrü az olsa da yazıların kalıcı olsun...

    YanıtlaSil
  2. Eyvallah gözüm... Beğenmene sevindim.

    YanıtlaSil