Kristof Kolombus’un zevk-i sefa peşindeki ağabeyi Frederico tüm
parasını döküntü bir mavnaya vererek evden, babadan, Ceneviz’den kaçmış, Marmara
Adası’nın iskelesinde boş boş durmaktadır. Adanın mermer bezirganı Hristo
–kendisi cimrinin önde gidenidir-, Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği
İstanbul’un Kapalıçarşı inşaatı için yüz adet mermer götürecektir ve sevkiyat
için bu köhne mavnayı haddinden ucuza ayarlayınca macera başlar. Mermerler
İstanbul’da Nazar Usta’ya ulaştırılmak üzere yol çıkar. Ancak çıkılan bu olaylı
yolculuğun sonucunda bu yüz mermerden yalnızca biri ulaşır. Güzellikte emsalsiz
bu taşı gören Nazar Usta bir ses işitir: “O benim” diye. “Pir’in getireceği
kitabı oku. Kitaptaki taş benim. Adımı sen koy.” Horasan’dan geldiğini söyleyen
yaşlı Pir, ceylan derisi kaplı kitabı ona verir. “Taşın sırrıdır,” der. “Taşı
taş zanneden bizden değildir.” yazılıdır kitabın ilk cümlesinde. Nazar Usta
taşın adını ‘Aras’ koyar. Kitabın tarifine göre mermerleri çoğaltır, yüze
tamamlar. Alınlıklarına asılacağı bu mermerler sayesinde dükkânlar; bereket,
dürüstlük, namuslu kazanç ve bollukla dolacaktır; ne var ki iksire Püssük adlı
kedinin üç damla çişi karışınca mermerlerin akıbeti farklı gelişir.
Baba İlyas geleceği okuyan efsanevi ve bilge kişisidir romanın. Otuz
sene sonra Kristof Kolombus’un Amerika’yı ve tütünü keşfedeceğini, atmış sene
sonraysa Fatih’in torunu Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı alacağını bildirir.
Sefere çıkan Osmanlı ordusunun mimarbaşı Hayreddin Ağa, Edirne’de otağ
kurulunca Atik Saray’ın süslemecisi Osman Aga’yı çağırtır. Ona “Fatih Han ister
ki Stinpoli’ye yedi düvelin halkı, bilgini, âlimi, tüccarı, zanaatkârı,
bezirgânı, velhasıl ilim ve ticaret ehli kim var ise gelsin. Şehir, sefaletinden,
harabetinden bir an evvel kurtulsun. Ahiler postlarını sersin, ellerini,
kapılarını, bellerini bağlasınlar. Zanaat ehli kalfalar, çıraklar yetişsin.
Kıssadan hisse şehir şenlensin. Bu ancak imarla, imar da mimarla olur.” (s.42)
der. Ayrıntılara girdikçe yapılması düşünülen Kapalıçarşı’nın boyutlarının o
güne göre olağanüstü büyüklüğü ortaya çıkar. Üstünün kapalı olmasıyla birlikte yirmi
iki kapısının, yüz sokağının, bin dükkânının, çift bedesteninin olması ve hanıyla
hamamıyla müteşekkil göz kamaştırıcı bir projedir Kapalıçarşı. Osman Aga’dan iki
bedestenin değirmi alınlıklarını en güzel mermerlerle süslemesini ister.
Pir, Nazar Usta gibi Hüseyin Aga’nın da karşısına çıkar ve Hüseyin Aga
da taşın sırrını anlatan kitaptan öğrendiği şekilde taşlara ve özellikle de
karşısında duran alımlı taşa gönül gözüyle bakar. Sevgilisini hatırlattığından
ona Meriç adını koyar.
Çalışmalar bedestenlerden başlayacak, önce onlar ayağa
kaldırılacaktır. Bizans’tan kalma eski bir kalıntı üzerine sekiz sütuna on beş
kubbeli, dört kenarlı yapı olacaktır, İç Bedesten. Sandal Bedesteni’yse limana
daha yakın konumda, ortada geniş sahanlık, etrafına dükkânlar gelecek biçimde
inşa edilecektir. Her ikisi de filayağı üstüne konuşlandırılacak, beden
duvarlarında ahşap ve taş, alınlıklarında mermer kullanılacak, duvarların ağırlığı
hatıllara bindirilecektir. Bedestenlerin etrafına yollar, bitişik nizam
dükkanlar, loncalar, hanlar yapılacak, Arnavut bacaları sayesinde hiçbir köşe
gün ışığından mahrum kalmayacak, sokak ağızlarına füruşlar işlenecektir.
Bedesten’lerin alınlıklarını süsleyen o mermerler… Ah o mermerler…
Marmara’dan beyazlar, El Aziz’den vişneler, Germiyan ilinden yeşiller, Trak
dağlarından pembeler…
Meriç’le Aras’ın aşkı içimizi ılıtırken Püssük’ün işediği o üç
levhanın uğursuzluğunun ilk işaretleri çalınmışken kulaklarımıza Mimarbaşı’nın
adamı Mirza, İç Bedesten için on iki alınlık almaya gelir. Meriç ve Aras’ın
dışında gri damarlı kem gözlü mermer de vardır. İki aşığa “Sevginiz yalandır” diye fısıldayan bu
mermer, şans bu ya, İç Bedesten’de Aras’la Meriç’in arasına yerleştirilir.
1461’de Kapalıçarşı ayağa kalkmış, açılış için padişahın seferden
dönmesi beklenmektedir. Seferden dönen Fatih hem açılışı yapar hem de ad
konulamayan çapraz bir sokağa “Kahraman Kavaf Kavalalı Arif Efendi Sokağı” adını
koyar.
Kimsenin bilemediği kahraman Arif kimdir? Osman Aga’yla Makedon güzeli
Sameda’nın bin bir güçlükle gerçekleşen vuslatlarının düğününde karşımıza
çıkar. Düzenbaz ve hilekâr nitelikleriyle düğüne sızar. Orada Sameda’nın kız
kardeşine sarkınca dövülür. Sığındığı evin tek tekesini kesip yer, kaçar.
Günlerce yürüyüp Beyazıt’a vardığında konuşanlardan millete çarık dayanmadığını
işitir. Söz sahibi yaşlı kavafın duygularını anlamıştır. “Aradığın çırak ayağına
geldi ustacığım,” der. Sahtekâr olduğu oranda beceriksizdir Arif; ama ustanın
kesesini aşırmayı, kızına sarkmayı layıkıyla başaracak tabiattadır. Ustanın tüm
öfkesine karşın ağlaya ağlaya kendini affettirmeyi başarır ve çok geçmeden bir
aylık koyun derisi ve manda köselesinden has çarıkların tümünü satar. Yaşlı
kavafın hışmından ancak Trebizon seferine çıkmak üzere olan yeniçerilere
karışarak kurtulur. Canını kurtarmış, kırk gün süren yol boyunca yenilip
içilmesinden çok hoşnut kalmıştır Arif; ne var ki Trebizon’a varıp da cenk
vakti gelince savaşmanın değil, sıvışmanın yollarını arar. İstemeden lağımcılığa
ayrılır ve Sefer Ağa’nın emrine verilir. Birbirimize güvenimiz tam olmalı diyen
Sefer Ağa onu kara ölüm düğümleriyle kendine bağlar. İşten kaytaramayan Arif
Trebizon Hisarının batı ucunun mahzeninde istemeden kendini patlatınca bir
türlü gerçekleşmeyen fethin önünü açan kahraman olur.
Nitekim romandaki birçok hikâye gibi bu hikâye de uydurmadır; Kapalıçarşı’da
hiçbir zaman böyle bir sokak olmadığı gibi bu uydurma hikâye de bir iftar
sonrası feci mide zafiyeti geçiren kişinin Arif adında bir adamdan dinlemesinden
ibarettir.
Hristo’yu İstanbul’a taşıyan Frederico’nun mavnasında yolculuk eden
iki kardeşin büyüğü Giovanni Müslüman olup adını Civan yapar. Hızla kendini
geliştirip Yeni Çarşamba Camii’nin imamlığına yükselir. Vaazlarıyla ünlenen,
cemaati camiye sığmaz olan Civan, bugünkülere ilham verecek bir yasakçıdır.
Bir gün, bir kefere gelip de Civan’a “Beni hatırladın mı?” diye sorana
değin her şey süt liman sürmekteydi. Elbette hatırlamıştır. Mavnanın sahibi
Frederico’nun dokumacı babası, kendininse vaftiz babasıdır. Oğlunun kazadan bir
iki gün sonra bir kervanla Tibet’e huzur bulmaya gittiği yalanını söyler. Ona
bir mektup bırakan adam bunu gittikten sonra okumasını ister. İşte o gece ilk
kez namaz kaçırır Civan, Yasin okuyup İstavroz çıkarır. Derken Hurufi Mirza
yanında biter. Aklını karıştırır. Sakalını kesmesi icap ederse İmrahor’daki
köse berbere gitmesini salık verir. Derken Pir gelir ve oracıkta epeydir takip
ettiğini söylediği kefali yakalar. Sudan çıkan balığa “özüne dön” deyince balık,
otuz beş yaşlarında bir adama dönüşür. Giovanni’yi Ceneviz’deyken “Seni Kudüs’e
götüreceğim” diye kandıran mavna sahibi, yani ağabeyi Frederico’dur.
Sonra İmrahor’daki berberi bulur. İzbandut herif kör usturayı boğazına
dayadıkça canından can gider. Koca sakalını köpürtmeden “Kerbela’dakileri
düşün, acıyla kardeş ol” sözleriyle keser. Tıraş bittiğinde herifin yerinde
Mirza durmaktadır. Ona şöyle seslenir: “Acıya dayanıklıymışsın. Hoş geldin
aramıza. Hayatın nimetleri dışarıda seni bekliyor. Paradan, puldan, servetten
değil kastım. Bunlardan uzak dur, kendini sakın. Bir çulla döşek yeter bize,
aksi takdirde peşinden koşturduğun seni esir alır. Sesleri ve sözleri takip et.
Güzel sözlerden medet um. Haramdan sakın, sunulan nimetiyse geri tepme. Yoksa
Allah’ın gücüne gider. Şimdi dışarı çık ve aşkı ara.”
Osmanlı ülkesinde Hurufi avının devam ettiği o günlerde imamı olduğu Çarşamba’ya
yasakladığı biçimlerde hem sakalsız hem de cübbesiz dönen Civan, eski
müritlerinden fena bir dayak yer. Bırakıldığı yerde hayatında duyduğu en latif
sesli kadın imdadına yetişir. Kendisini korur, kollar, sağaltır. Çok ihtimam
gösteren yirmi dokuz yaşındaki kızıl saçlı, güzel sesli ve önceden Kavalalı
Arif’in sıkıştırdığı bu kadın Latife’dir. Civan’ın damdan düşercesine yaptığı
ve kabul gördüğü evlilik teklifine annesi ancak bir kese sultaniye altını ve
bir de çeyiz sandığı geldiği takdirde razı olacaktır. Mirza’nın üstün
gayretiyle tamamlanan sandığı götürdükleri sırada Arif’in tek koyununu kesip
perişan eden köylünün midyecilik yaptıklarını görürler. Civan bunlardan birini
tadarken ağzına sert bir şey gelir; ama yutuverir. Ardından cırcır olur, dışkı
bulaşan iç donu şanssızlıkla çeyiz sandığının içine girer. Bu haliyle sandık
açılıp da ortalığa bok kokusu yayılınca niyetler değişir. Sokağa fırlatılan
sandıktaki boklu donu, donun içindeki inciyi – ki Osmanlı’daki en büyük inci
olacaktır- yoldan geçen berduş Hristo bulur. İşte bu inci sayesinde Kapalıçarşı’da
“Hristo Aftendi” adıyla dükkân açacaktır.
Latife hâlâ Civan’ı sever sevmesine ama yaptığı terbiyesizliği de
affetmez bir türlü. Tel bağlamaya gider. Orada rastladığı Pir’in “Bir yıla
kalmadan evleneceksin, iki yıla kalmadan anne olacaksın, yirmi yıl sonra da
nine olacaksın. Çeyizini hazırla,” sözlerine sevinir.
Kavalalı Arif’in Trebizon seferinden önce, Osman Aga’nın Edirne’deki
düğününden önce Filibe’de fingirdek kızın kanına girmiş, ondan bir oğlunun
doğacağı gün can vermiştir.
Mimarbaşı Hayreddin 1475’te Nazar Usta’nın tezgâhından çıkan iksirli
mermerlerle kaplanan Gedikpaşa Hamamı’nı açar. Islanan peştamalları toplamak,
müşteriyi havluyla kurulamak, geceleyin hamamı paspaslamak, ortalığı toparlamak
üzere tellak kalfası olarak Danyal (Diangelo) işe alınır. Baba İlyas’tan iş
isteyince limana girmek üzere olan gemideki 365 çuvalı taşıması yanıtını
almıştır. Açlıktan fenalaşmak üzere oldukça akşama nasılsa karnım doyacak diye
işe sıkı sıkıya sarılır ve Baba İlyas tüm dediklerini yapmasına rağmen umduğunu
bulamayıp yediği öğütle yetinir. Çaresizlikten bir köpeğin ağzından aldığı
kemikle kadınların çamaşır için kaynattıkları kazanı çalıp kemik suyuna çorba
yapar. Ertesi sabah günümüzün kahveleri gibi işletilen bir mekânda ayakkabıcı olan
adamdan iş istemeyi düşünürken mekân sahibi onu yanına çağırır. Aşını paylaşır,
ona fırfırlı bir mintan verir. Zamanla dil öğrenen, bedenine kan can gelen Danyal,
adam kendisine sarkıntılık edince oraya bir daha gitmez. Bu olaydan sonra düzgün
insan olmayı bilerek ve isteyerek bırakır. Üstelik kendi bile bilemez
Osmanlı’nın çöküşe geçmesine neden olacağını.
Danyal yemin etmiştir, rüyasına evliyalar girip de kendisine
yalvarmadıkları sürece hiçbir işte çalışmayacaktır. Zaten ona göre iki türlü iş
vardır:
1.
İşinden memnun olup kendinden memnun olmayanlar
2.
Kendinden memnun olup işinden memnun olmayanlar.
Külhanbeyi havalarıyla Kapalıçarşı’yı haraca bağlama denemesi, esnafın
püskürtmesiyle fiyaskoya döner. Başarısız girişimin akabinde yanına gelip ağzı
bozuk ve ölçüsüz manisiyle kendisine ayar veren ak sakallı adamı kovalasa da
tam on iki yıl sonra ilk kez bir rüya görür. Rüyasına giren Pir ondan dört şey
ister:
1.
Adam gibi çalış, harama el uzatma.
2.
Yarın hamama gelecek kızıl saçlı, çilli kızla
evlen.
3.
Kalenderi olup pirini bil, onun adını hayırla
an.
4.
Tulumbacılık yap.
Önce hamamda tellallığa başlasa da daha ilk dakikasında anahtarı
kubura düşürür, almak için eğildiğinde penisi Püssük’ün işediği kötücül taşlardan
birine değer. Bin bir güçlükle anahtarı almışken bu sefer de yanlışlıkla
kadınlar kısmına dalar ve otuz bir yaşına girmiş, kızıl saçlı, çilli Latife’yi
çırılçıplak görür. Çıkardığı patırtıyla kapı dışarı edilip peştamalla ortada
kalsa da Pir’in öğüdünden çıkmayıp kızla anasını takip eder. Yaşlı kavafın dükkânına
girdiklerini gözler ve onlar çıktıktan sonra dükkâna girer, adama hikâyesini
dolandırmadan anlatınca bir çikolata al gel cevabıyla oradan ayrılır. Kapalıçarşı
esnafından asırlık çınar Tuğrul Beye yakararak uslandığını, külhanbeyliği
yanlış anladığını, adam olmaya meylettiğini söyleyerek kız istemede ona eşlik
etmesini ister. Çikolatanın ne olduğunu kimse bilmediğinden istemeye istemeye efsanevi
kişi Baba İlyas’a gider. O da henüz icat olunmadığını belirterek lokum almasını
salık verir.
Pir’in Latife’ye söylediği kehanet gerçekleşir ve evlenirler. Zeki,
yetenekli, Tuğrul Beyin göz bebeği olacak Mircan fırlaması doğar. Büyüyüp
kapıkuluna girer Mircan; ancak sıcaklardan hoşlanmıyorum diyerek seferlere
katılmaz, bunun yerine Balkanlarda delikanlı devşirir.
Adı Rüstem konacak bir Arnavut çocuğunu da devşirir Mircan. Zaman
içinde çocuk Rüstem büyür, kocaman olur, o kadar kocaman olur ki sonunda Diyarbakır’a
da vali olur. Herkesten rüşvet alır, Osmanlı’da rüşveti âdet haline getirir. Osmanlı’yı
en güçlü zamanında çürüten, çökerten adam, Danyal’ın oğlunun devşirdiği Rüstem’in
yükselişi sürer, sadrazam olur. Hürrem’e diyet borcunu ödemek için Şehzade
Mustafa’nın idamını hazırlar ve ayyaş Sarı Selim’e tahtın yolunu açar.
Sonra, tiyatronun aslında ilk kez bu dönemde Kapalıçarşı’daki Şark
Kahvesi’nde on iki kişilik bir oyuncu grubu tarafından oynandığını okuruz. Romanın
başından beri okuyageldiğimiz bu kişilerin dışında kim olduğunu henüz
bilmediğimiz, 30 yaşlarında, sakallı, elinde samur fırça, önünde şövale ile
beyaz tuval olan, tek seyirci Vinçili Leonardo Beye oynandığı için dört beş
yüzyıl daha beklemiş, yaygınlaşmamıştır.
Oyundaki en önemli rol Pir’indir. Burada toplanmamızın nedenleri var
der, sıralar:
1.
Vinçili Leonardo İsa’nın son akşam yemeği
resmini tasvir edecek.
2.
Yarın öleceğim için size bir baş gerekecek.
3.
Aranızdan biri haindir. Yarın sabah Fatih Sultan
Mehmed’in canına kast edecek.
Üç perdelik oyunun ilk perdesi bu sözlerle kapanır. İkinci perde
Leonardo’nun coşkulu sözleriyle canlanırken on iki kişinin tamamı çeşitli
sözlerle birbirini itham eder. Hekimbaşının sefere gitmek için kalkmasıyla bu
perde de sonlanır.
Son perdede Pir tartışmalara, ithamlara kızar. ‘Yıkılın karşımdan’
der, hepsi çıkar, oyun biter. Oyun sonlansa da Leonardo’yla konuşması sürer
Pir’in: “Geleceği inkâr edecekler. İyiliği savunuyoruz diyerek, iyiliği
savunuyoruz diyenlerle savaşacaklar. Birbirlerinin kanını akıtacaklar.
Kazandığını sananlar kaybedecek. Kaybettiğine üzülenler de kaybedecek.
‘Düzen’in sürmesi için öldürecekler. Küçük insan olmak peşinde koşacaklar.
Dinin, ahlakın, aidiyetin, çalışmanın büyük gerçeğine değil de küçük
yanlışlarına kapılacaklar hep. Kimisi parada ve hırsta, kimisi aylaklıkta,
kimisi insanın aslını unutup herkesi eşit tutmada, kimisi sahte dindarlıkta,
bazısı iktidarda, bazısı bayrakta arayacak mutluluğu. Oysa iyilik ve mutluluk
insanın kalbinde, senin ve karşındakinin kalbindedir. Durup hayattan keyif
almak yerine, acıya ve kör bir inatla boş işlere tutunacaklar. Kendilerine ve
birbirlerine ihanet edecekler. Gerçeğe ihanet edecekler. İhanete bulanacaklar.
Göremeyecekler. Üzüntüm bundandır” der. (235)
Pir ertesi gün mermerlerle, dükkânlarla helalleşir ve kendinden
vazgeçip mermerlere karışır. İki gün sonraysa Fatih zehirlenerek can verir.
Beş yüz otuz sene sonra İngiltere’den İstanbul’a Miriam ve Matteo adlı
iki sevgili gelir. Kapalıçarşı’yı anlatan ünlü Heart of İstanbul – Tale of
Grand Bazaar (İstanbul’un Kalbi – Kapalıçarşı Masalı) romanını okumuş, kitapta
aradıklarının peşine düşmüşlerdir. Karşılaştıkları ve bir türlü istediklerini satmaya
yanaşmayan Nazar Usta’nın on sekizinci kuşaktan torunu Ohannes’le rastlaşıp
Baba İlyas’ın torunuyla da tanışırlarken, tesadüf bu ya, orada yazar Latife
Tekin de bulunmaktadır. Mirza çayları, ıhlamurları getirir. Latife sorar
misafirlere: “Sizce Pir kim?” Matteo “Jesus İsa” der. Mirza soya çekim gereği itiraz
edince Ohannes de aynı bilimsel ilke gereğince “Sıradan kişi nasıl çarşının
ruhuna karışacak. Dedelerin gibi sen de inkâr ediyorsun” der.
Baştan sona özenle kurulmuş, ayrıntılarında bile nice hünerler
sergilemiş Fuat Sevimay’ın Kapalıçarşı romanını tarihin değişmezleriyle değil
de düşle gerçeğin harmanlandığı geniş zamanların mest eden efsunuyla okursanız
elinizden bırakamazsınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder