Üniversitedeki
ilk günümüzde hoca, edebiyat öğrencileri olan bizlere sormuş ve bizler sanki soru
çalışmadığımız yerden gelmiş gibi susmuştuk. Soru zor muydu? Aksine… “Edebiyat
nedir?” İyi kötü bir şeyler, kalıp ifadeler kullanmaya hevesli değildi hiç
kimse. Sonra bir arkadaşımız söz istedi. Yüzünde gözlerini aydınlatan cesaret ışığıyla
“Ya hoca dediğimi beğenmezse”nin ürküntüsü iç içe geçmişti. Harika bir tanımdı.
Bunca yıldır değil aklımdan çıkması, her yeri geldiğinde bu olayla birlikte hatırlatırım:
“Edebiyat
bir devin dünyayı omuzlarında taşımasıdır.”
“Devlerin
dünyası” değil, çünkü bir dev kalabalığı olsa hiçbiri diğerinin sırtına ne yüklenmiş
diye düşünmezdi. Diğer bir deyişle devler sınırlı sayıdadır, yani azdır ve az
olan değerlidir. Nasıl değerli olmasın; kadim insanlık tarihinin çilelerle, isyanlarla
dolu serüvenleri başka türlü bugünlere nasıl ulaşabilirdi? Önce sözden söze,
dilden dile, kuşaktan kuşağa aktarıldı, sonra yazıya döküldü, okundu, çoğaltıldı,
başkalarına anlatıldı, başkalarınca okundu… Dolayısıyla insanın belleği olma görevini
yerine getirecekler birer dev gücünde olmalıydılar ve kendileri dışında kimsenin
altından kalkamayacağı bu aktarımı yapmak elbette şairlere, yani devlere kaldı.
Bir dev gibi seviyordu dev
Ve elleri öyle büyük işler için
hazırlanmıştı
ki devin,
yapamazdı yapısını,
çalamazdı
kapısını
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan
evin.
Nâzım Hikmet’in Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri şiirinde kendisi için
“dev” simgesini yakıştırması da yanılmadığımı düşündürtür bana.
Şiire hevesli
olup da büyük şairlerimizin kitaplarını karıştırmadan, onlar hakkında yazılmış
romanları, öyküleri okumadan olur mu? Olmaz… Sadece olmaz değil, olamaz da. Bu
minvalde şiir düşünüp şiir yaşarken ve takvim yaprakları gene mart ayında ilerlerken
içim kaynamaya başlar. Mart ayıyla silkinen, canlanan, tazelenen doğa; başta erik
çiçekleri olmak üzere hayranı olduğum tüm çiçekler; sadece insanın değil,
bilcümle canlının kabına sığamaması ve aşkın kendini duyurması… Üstelik takvim
yapraklarının Mart ayına vedaya hazırlandığı şu günlerde her zaman ki geç anımsamanın
burukluğuyla “26 Mart Ölmeme Günü”ne geliriz.
Peşinen 26 Mart Ölmeme Gününüzü kutlarım. Olur ya, yazının şirazesi filan kayar da
unutuveririz. Önce biz unutmayalım, nice anlamlı günden aşağı olmayan bu günü önce
biz unutturmayalım ki kimsecikler ‘böyle bir gün mü varmış’ diye şaşırmasın.
Belleklerimizin
bin bir deneyimle sınanmasından biliyoruz, toplum olarak anımsama yetimizin
yeterince gelişmediğini. Bu nedenle kimine anımsatalım ki bilgilerini tazelesin
kimine öğretelim ki bir sonraki anımsatmamıza değin unutmamaya çalışsın. Sözü
güzellikle sürdürelim ve soralım güzelden yana: Böyle bir günü kim ya da kimler
çıkarır? Siyasetçiler değil elbet! Sporcular hiç değil! İktisat dünyasınınsa
böyle eften püften işlerle zaten şuncacık işi olmaz! Bu incelikli gün, elbette
ki edebiyat ve sanat dünyamızın, özelindeyse şairlerimizin bir araya
gelmelerinin meyvesi, bir güzel
buluşudur. Sanatın ve şiirin serüveninden ve elbette aşktan söz ettikleri bu
akşamlarda doğar, “Ölmeme Günü”. Can
Yücel, Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Tomris Uyar, Tunga Uyar, Ömer
Uluç, Muhteşem Sünter, Salim Şengil, İsa Çelik, Mehmetcan Köksal, Dürnev
Tunaseli, Behzat Ay, Nezihe Meriç, Yelda Karaağaç, Bahattin Yücel, Ferhan
Şensoy… Bu kadar güzel insanın masasından da olumsuz sonuç değil, ölümsüz
sonuçlar çıkar doğal olarak.
Ölmeme Günü’nün
doğuşuyla ilgili farklı öykülerin bulunmasını isimlerin “dev” oluşlarına
bağlıyorum. Çok bilinen İlk öyküyü o masanın müdavimlerinden fotoğraf sanatçısı
İsa Çelik anlatıyor. Yıl 1981, darbe ertesi. Kaçaklar, hapishanelerdekiler…
Ortalık sessiz, sessizlik tehlikeli, fena. Tomris Uyar’ın davetiyle bir sanatçı
kalabalığı (yandığı için günümüzde bilinmeyen Krepen Pasajı’ndaki) Neşe’nin
Yeri’nde buluşur. Yasaklardan, baskılardan bunalmış, rakı içip edebiyattan,
sanattan söz eden esrik grup adına Tomris Uyar o günü “Rakı ve Özgürlük Günü” ilan edelim der. Olurdu, olmazdı derken grubun
tanıdığı simalardan Tombalacı İsmet içeriye durgun ve bozuk biçimde girince İsa
Çelik “İsmet neyin var? Biraz ölük halin
var” der. Cevval zekâ sahibi Tomris Uyar, bir büyük şişe rakı ister ve
İsmet’e bu şişeyi iyi saklamasını ertesi yıl, gene bu gün, bu şişeyle kutlama
yapacaklarını söyler. İsa şişeyi kapar, İsmet’in rakıya dayanamayacağını seneye
başka rakı getireceğini bildiğinden üzerini kâğıt kaplayıp getirir herkese imzalatır.
Böylece 26 Mart günü Rakı ve Özgürlük günü, ölük İsmet nedeniyle Ölmeme Günü olarak
edebiyat tarihimize kaydolur.
Ölmeme Günü’nün
ortaya çıkışıyla ilgili ikinci öyküde grubun arasında yer alan ya da gruba
sonradan katılan, kimilerinin Destina diye andığı, tanınmayan bir Rum kadın vardır.
Herkesi merak ve şaşkınlıkla dinleterek bedenindeki iğneden bahseder. İğnenin kalbine
doğru ilerlediğini, her an kalbine saplanıp onu öldürebileceğini söyler. Bunun
üzerine Turgut Uyar garsondan bir şişe rakı ister ve gelen şişeyi masadaki
herkes imzalatır. Şişeyi bu haliyle Destina’ya uzatarak, seneye bu gün bu
şişeyi içeceğiz der ve ertesi sene aynı gün imzalı şişeden hep birlikte rakı
içerler. Böylece 26 Mart’ın adı da “Ölmeme Günü” olur.
Hangi öykü doğru olursa olsun Ölmeme
Günü 1981’den Turgut Uyar’ın öldüğü 1985’e değin sürdürüldü. 1985’ten günümüze
gelene değin ise Cemal Süreya’nın “Ertesi gün için bir şey diyemem ama rakı
içtiğin gün ölmezsin” dizesi eşliğinde şiir sever insanlar bir araya
toplanmayı, birlikte imzalar atıp bir sonraki seneyi hedefleyen unutulmaz bir Ölmeme Günü geçirmeyi sürdürmektedirler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder